• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi26
Bugün Toplam636
Toplam Ziyaret3154144

Yabancı


Yabancı

22 Mart 2020

İki gün önce Albert Camus’nün ‘’Veba’’ adlı romanını tanıtırken kısaca Albert Camus’den de bahsetmiş ve onun ‘’Yabancı’’ adlı romanını da çok kısa olarak şu cümlelerle tanıtmıştım:

Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz.

Camus bu kitabında Fransız adaletini ince bir şekilde eleştirir ve Fransız adaleti ile inceden inceye dalga geçer. Camus’un ‘’Yabancı’’sı ile Kafka’nın ‘’Dava’’sı arasında büyük benzerlikler vardır. Camus, Kafka’dan etkilendiğini bizzat kendisi ifade eder. Bilindiği gibi Dava’nın kahramanı Joseph K., tutuklanma ve ölüm cezasına çarptırılma nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektir.

Konu Albert Camus ve onun dünyanın tüm kitapları arasında en beğendiğim kitabı ‘’Yabancı’’ olunca tanıtımı burada bırakmak istemedim ve bu çok sevdiğim romanı hakkıyla tanıtmak istedim. Çünkü ‘’Yabancı’’ Albert Camus’nün bu kadar sade ve basit bir dille bir nasıl bu kadar çok şey anlatılabileceğini gösteren muhteşem bir romanıdır…

Roman ötekileştirilmenin bir kitabıdır. Meursault’un yargılanma sebebi, sebep olduğu olayın faili olduğundan değil, sahip olduğu fikirlerden, yaşam tarzından ve tercihlerinden dolayıdır. Roman topluma "yabancı" olan bir adamın düşündüren, çarpan, sarsan bir hikâyesidir.

Camus, kitabında basit bir dille insanın karmaşıklığını, bir insanın kendine ve hayata yabancılaşmasını ve toplumun uzağında kalmış bir insanın başına neler gelebileceğini basit bir insanın üzerine yıkarak anlatır...

Camus kitabında yabancılığın aslında toplumsal bir yaratım olduğunu, hiçbirimizin toplum içinde doğal yaratılmış halimizle yaşamadığımızı, sadece görünüş olarak değil, davranış olarak da kendi özümüzün dışında yaşadığımızı anlatır. Roman kahramanı Meursault bunları bize çarpıcı bir şekilde adeta bir ayna gibi gösterir...

Kitapta ilerledikçe insan Meursault'nun bakış açısını benimsiyor, toplumun davranışları gittikçe daha garip gelmeye başlıyor ve kendisine sormaya başlıyor insan asıl yabancı Meursault mu yoksa kendine yabancılaşmış toplumun parçası olan bizler miyiz diye?

Ve kitap ilerledikçe kendinizi tehdit altındaymış gibi hissediyorsunuz, hayatta önem verdiğiniz şeylerin, aslında ne kadar önemsiz olabileceğini düşünüyorsunuz. Hayatın kendisi bile eskisi kadar ciddi görünmüyor artık.

’’Yabancı’’ varoluşçu felsefenin roman olarak yansıtıldığı sıra dışı bir eserdir… Camus, bu romanında Paul Sartre'ın ‘’Varlık ve Hiçlik’’ (İthaki Yayınları, 2009) kitabında bahsettiği, varoluş felsefesinin özü olan ‘‘İnsan ne ise o değildir ne değilse o’dur’’ sözüne bu kitabıyla ‘’insan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır’’ diyerek cevap veriyor. Zira romandaki Meursault karakteri kendisine yabancı olmasının yanında toplumuna, kültürlere ve insanlığa da yabancıdır. Çünkü Meursault romanda sanki bambaşka bir dünyadan getirilip bu dünyaya bırakılmış gibi ne yapacağını, nasıl hissedeceğini bilemeden hareket eder. Burada da Camus, Alman filozof Martin Heidegger’in ‘’Varlık ve Zaman’’ (Agora Kitaplığı, 2011) (Sein und Zeit) isimli eserinde verdiği mesajı anımsatır. Bu eserinde şu iddiayı getiriyordu Heidegger; ‘’İnsan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’

Camus’nün kitapta verdiği mesaj yaşamın kendisinin absürt olduğudur. Yaşamın içinde anlam aramak da saçmadır, ama bunla baş etmenin tek yolu yaşıyor olma halinin devam edişidir.

Meursault, temel değerlerini yok saydığı toplum tarafından idam edilirken verdiği, dünyaya kardeş, huzura ermiş insan görüntüsünü elbet yine kendi içinde kurduğu o absürd, o “saçma” hayat felsefesine borçludur.

Roman absürdizmin zirvesidir. Romanda hayata yabancı bu karakter, işlediği cinayetten değil de bu yabancılığından dolayı yargılanıp, ölüme mahkûm edilir.  Meursault, kendi ölüm kararı alınırken bile yabancılığından sıyrılamaz. Meursault, kendi varlığına anlam yükleyemediği gibi ölümüne de bir anlam yükleyemez. Meursault, ölmesiyle yaşaması arasında bir fark görmez. Bu anlamda kitap dünyanın ve yaşamın anlamsızlığının bir özeti gibidir.

Ben kitapları okurken beğendiğim cümlelerin altını çizerek okurum. ‘’Yabancı’’yı bir daha elime aldığımda fark ettim ki neredeyse kitapta çizilmemiş cümle kalmamış...

Biraz uzun da olsa kitaptan altını çizdiğim cümlelerin bir kısmını burada paylaşmak istedim:

Camus, ‘’Yabancı’’sına şu cümle ile giriş yapar: "Bugün annem ölmüş. Emin değilim dün de olabilir.’’

Marie, Meursault’un kız arkadaşıdır. Sırf Marie ve Meursault’un ilişkileri için kitap okunmaya değer:

“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘Bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka sefer de söylediğim gibi: ‘Bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. O zaman, Marie ‘evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. Ben de ‘değildir’ diye cevap verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu: ‘Aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘Elbette ederdim’ dedim. O zaman ‘ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. Ben de ‘bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. Yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden benden nefret edebileceğini mırıldandı. Bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. Gülümseyerek kolumu tuttu, ‘seninle evlenmek istiyorum’ dedi. Ben de ‘ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim.”

"İnsan yavaş gitse güneş çarpar, hızlı gitse kan ter içinde kalır, sonra kilisede soğuk alır, şifayı bulur."

"Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek."  

Meursault idam ile yargılanmaktadır:

‘‘Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’’

Meursault cezaevinde hücresinde idamını beklemektedir:

"Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi. Fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu."

‘’Az bir zaman sonra Maria bana mektup yazdı. İşte, o andan sonra hiçbir zaman sözünü etmek istemediğim şeyler başladı. Herhalde hiçbir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan. Ama bu şeyler, başkalarına oranla benim için çok daha zararsız oldu. Tutukluluğumun başlarında, bana en ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliveriyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum. Ama bu, ancak birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi, ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım. Vaktimin geri kalan kısmını gayet iyi idare ediyordum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracıkta nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Maria'nın gelmesini cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim. Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık insan eninde sonunda her şeye alışır der dururdu.’’

‘’Bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. Yine bütün sorun vakit öldürmekti. Anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum.   İlk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. Ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. Çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı, onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum. Aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. Öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.’’

‘’Bir gün gardiyan bana ‘Beş aydır buradasın’, deyince sözüne inandım ama bunu aklım almadı. Benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. O gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. Bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. Kabı oynattım. Yeniden gülümsedim ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı, Gün sona eriyordu. Vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. Tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir daha görüntüme baktım. Yine ciddiydi. Bunda şaşılacak ne vardı! O anda ben de öyleydim. Ama aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. Bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. O vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendim konuşmuşum. O vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. Hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.’’

“Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”

''Bu amansız mekanizmadan kurtulmuş, idamdan önce kaybolmuş, polis kordonunu yarmış idam mahkûmları var mıdır diye kim bilir kaç defa sordum kendi kendime. O zaman idam hikâyelerine yeter derecede dikkat etmemiş olduğum için hayıflanıyordum. İnsan bu konularla her zaman ilgilenmeli. İnsanın başına ne geleceği hiç belli olmaz.''

''Babam bir katilin idamını seyretmeye gitmiş. Böyle bir şeyi seyretmeye gitme düşüncesi onu hasta ediyormuş. Ama yine de gitmiş ve dönüşte öğleye kadar kusmuş.'' 

Meursault idamından önce kendisine telkine gelen papazın yakasına yapışır:

"Ne kadar da söylediklerinden emin görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim."

Sonuç:

‘’Yabancı’’ 20. yüzyılda yazılmış en iyi kitaplardan birisidir. Bir kereden fazla okunması gereken bir romandır. Bu Corona günlerinde, bu karantina günlerinde raflardan indirilip tekrar okunmalı, daha önce okunmamışsa da ilk fırsatta alınıp okunmalıdır diye düşünüyorum.

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN

Bir not: Bu kitabı ilk 1981 yılında okumuştum… Bana kitabı tanıtan da kardeşim kadar çok sevdiğim arkadaşım Zihni Erderen idi… Zihni bana daha başka kitapları da tanıtmıştı. Ama Zihni’ye bu kitabı kimin, nerede, nasıl ve hangi koşullarda tanıttığı da ‘’Yabancı’’ gibi roman olacak kadar ayrı bir yazı konusu idi…  


Yorumlar - Yorum Yaz