Hannah Arendt
08 Haziran 2020
Son iki yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini ve despot bir iktidarın bir ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsettim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını ve ikinci olarak da Klaus Mann’ın ‘’Mephisto’’ romanını anlattım…
Bugün de Alman Sürgün Edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan, 20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen ve sıra dışı bir yazar ve siyaset bilimcisi olan Hannah Arendt’i anlatacağım....
Hannah Arendt
Hannah Arendt 1906 tarihinde Almanya’da Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… Çocukluğu Königsberg (bugünkü adı: Kaliningrad) ile Berlin'de geçer.
Hannah Arendt, Nazi sempatizanı ve kendisiyle romantik bir ilişkisinin olan varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe üzerine çalışır. Burada teolog Rudolf Bultmann’dan da ders alır. Marburg'dan ayrılarak Heidelberg'e taşınır ve orada felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist Karl Jaspers'in danışmanlığında ‘’Aziz Augustinus (*)'un düşüncesinde aşk kavramı’’ (der Liebesbegriff bei Augustin) üstüne tez yazar… Freiburg’da da Alman filozof Edmund Husserl’den ders alır…
Hannah Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlanır. Ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenir… Yahudiler üzerindeki baskılar da artınca Paris'e kaçan Arendt orada Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.
Hannah Arendt, 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir… Almanların Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi ve sonucunda Fransa’da da Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi nedeniyle Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır. Hannah Arendt, 1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte ABD'ye kaçar.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra da Heidegger ile ilişkisini sürdürür. Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık eder. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'nde profesör olur.
Hannah Arendt, 1975 yılında, 69 yaşında iken hayata gözlerini yumar...
20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen Hannah Arendt’i anlatmak, sınıflandırmak ve tanımlamak oldukça zordur. Çünkü Hannah Arendt bilinen hiçbir kalıba sığmaz…
Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına rağmen kendisini ‘’felsefeci’’ olarak görmez… Arendt kendisini ‘’siyaset bilimcisi’’ olarak tanımlar…
Arendt, eserlerini iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik üzerine yazar.
Hannah Arendt’in başlıca kitapları: ‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ (Üç cilt: Antisemitizm, Emperyalizm ve Totalirizm), ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’, ‘’İnsanlık Durumu’’, ‘’Sivil İtaatsizlik’’, ‘’Siyasette Yalan’’, ‘’Sorumluluk ve Yargı’’, ‘’Devrim Üzerine’’, ‘’Şiddet Üzerine’’, ‘’Geçmişle Gelecek Arasında’’, ‘’Eichmann in Jerusalem’’, ‘’Men in Dark Times’’, ve ‘’Crises of the Republic’’..
Bu kitaplarından dördü üzerine özet bilgi vermek istiyorum:
Totalitarizmin Kaynakları
Hannah Arendt’in ilk büyük eseri olan ‘’Totaliterizmin Kaynakları’’ adlı kitapta Komünizm ve Nazizm’in kökenleri ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları inceler…
‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ birinci cildi ‘’Antisemitizm’’ (İletişim Yayınları, 2009), ikinci cildi ‘’Emperyalizm’’ (İletişim Yayınları, 2009) ve üçüncü cildi ise ‘’Totalitarizm’’ (İletişim Yayınları, 2014) olan üç ciltlik bir kitaptır…
Hannah Arendt, esere doğrudan adını veren üçüncü cilt olan ‘’Totalirizm’’de, totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçlarını anlatır… Arendt bu kitabında totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine ve antisemitist bir eksende anlatmaz… Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu Despotizmi”ni de inceler… Arendt, bu kitabında okuyucularını totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Kitaptan bazı bölümler:
‘’Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde gönüllü olarak çalışan Batılı komünist mühendisleri ülkeye ihanetten yargılamak istiyorlar. Tabii adamlar hiçbir şey yapmamışlar yani bir delil mevcut değil. Gerisini yabancı mühendisten dinleyelim: ‘Hiçbir zaman girişmediğim sabotaj eylemlerinin faili olduğumu kabul etmem konusunda yetkililer sürekli ısrar ediyordu. Reddettim. Bana denen şuydu: Sovyet Hükümeti’nden yanaysan ki öyle olduğunu öne sürüyorsun, bunu eylemlerinle kanıtla: Hükümet senin itiraflarına gereksinim duyuyor." (s 39)
"Kitleler ile ayaktakımının paylaştığı tek bir nitelik vardır o da şudur: Her ikisi de tüm toplumsal odakların ve olağan siyasal temsillerin dışındadır." (s. 49)
“Totaliter rejim için ideal kişi kendisini davaya kalpten adamış bir nazi ya da komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayırımı ve doğruyla yanlış arasındaki farkı artık önemsemeyen kişidir.”
Şiddet Üzerine
‘’Şiddet Üzerine’’ (İletişim Yayınları, 2017), Hannah Arendt'in hacimce en küçük ama en çarpıcı kitaplarından birisidir. Arendt bu eserinde, şiddeti, sözle yan yana gelemeyecek, sözün / konuşmanın karşısına çıktığında onu çaresiz bırakacak bir olgu olarak konu ediyor: Bu özelliğiyle şiddet, politika dışıdır, politikayı dışlayıcıdır.
Beri yandan, 20. yüzyılda şiddet en ağırlıklı politik olgu olma eğilimi içindedir ona göre. Tarihin en eski fenomenlerinden biri olan savaşın ve modern çağın bir ürünü olan devrimin güncelliği, şiddeti her zamankinden daha '’şiddetle'’ hissedilir kılıyor. Arendt, işte bu paradoksu tartışıyor kitabında. Arendt'in temel vargısı şu: "Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur." "Terör", "terörizm", "şiddet" kavramlarının büyük bir yaygınlıkla ve tehditkârlıkla kullanıldığı günümüzde, Arendt'in bu geniş ufuklu eserinin özel bir değeri vardır.
Arendt, bu kitabında ‘’iktidar’’ (power), ‘’zor’’ (force), ‘’kuvvet’’ (strength), ‘’otorite’’ (authority) ve ‘’şiddet’’ (violence) kavramlarının çoğu zaman eşanlamlıymış gibi kullanılmasından yakınır. Bu terimler arasında ciddi bir ayrım yaparken şöyle demeyi de ihmal etmez: "Hiçbir şey iktidarla şiddetin iç içe geçmesinden daha yaygın; hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir." (s. 59)
Ve kitabında şu tespiti yapar Arendt:
‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’
Bu sözü başka bir şekilde formüle edebilirsem; ‘’Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları çözmek için güç kullanıyorsanız eğer iktidarınız bitmeye başlamış ve siyasetiniz iflas etmiş demektir.’’
Siyasette Yalan
Hannah Arendt, ‘’Siyasette Yalan’’ (Sel Yayıncılık, 2018) adlı kitabını Pentagon Belgeleri’nin 1971’de ifşa edilmesinden kısa süre sonra yazar. Arendt, bu kitabında, tarih boyunca siyasette bir araç olarak kullanımı meşru görülen yalanların yirminci yüzyılda yepyeni bir çehreye bürünüp hangi mekanizmalarla hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçekliği egemenliği altına aldığını anlatıyor. Demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu hayati tehdidin bertaraf edilmesinde ise özgür basının ve özgürlükleri için baskılara boyun eğmeden mücadele eden insanların önemine vurgu yapıyor.
Bu kitabında şunları söylüyor Arendt:
"Totaliter ya da başka başka türden diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar doğaları gereği değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."
‘’Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar.‘’
‘’İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.’’
‘’Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı haline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacaktır.’’
Kötülüğün Sıradanlığı
Hannah Arendt’in Nazi subayı Otto Adolf Eichmann'ın Kudüs’te yargılanmasından yola çıkarak ‘’Eichmann in Jerusalem’’ olarak yayınladığı kitap Türkçe’de ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ (Metis Yayıncılık, 2014) adıyla yayınlanır… Bence Hannah Arendt’in en güzel eseridir bu kitap…
Nazi Almanyası'nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde önemli katkıları olan ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan ve Yahudilerin soykırımın sorumlularından biri olan Alman subayı Otto Adolf Eichmann savaştan sonra Kudus’te idam cezası ile yargılanır.
Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır.
Mahkeme esnasında Eichmann, savunmasında ısrarla sadece kurallara, kendisine emredilenlere uyduğunu söyler…
Hannah Arendt, mahkeme gözlemlerini daha sonra ‘’Eichmann in Jerusalem’’ adıyla kitaba dönüştürür… Hannah Arendt, Eichmann davasını, basitçe insanların kötülüğünün; sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarır… Adolf Eichman'ın suçunun keyfisizliğini emir almasıyla izah ederek ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kuramını geliştirir…
Arendt’e göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar “düşünme ve muhakeme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler.
Hannah Arendt’in düşünce hayatımıza soktuğu ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramını sıradan bir kavram değildir. Bu kavram, insanların ''sadece işimin bir parçası'' diyerek yaptığı o masum eylemlerin nasıl da büyük bir kötülüğün bir parçası haline geldiğini gösteriyor… Arendt bunu kitabında şöyle formüle eder: "Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir." Bu kavram, aynı zamanda bunun da ötesinde kötülük karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce durmanın da bizzat o kötülüğü besleyip güçlendirdiğini söyler… Daha da ileri giderek şunu söyler Arendt: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’
Arendt, Eichmann duruşmasından yola çıkarak bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü de gözler önüne serer… Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söyler… Arendt’e göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çöküntüye sebep olmuştur… Arendt bu nedenle kendi halkı tarafından neredeyse dışlanır...
Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”
Arendt’in ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Arendt’e göre dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Arendt’e göre Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.
Hannah Arendt’in diğer düşünceleri
Yeni Alman Sineması hareketinin "öncü gücü" olarak anılan Alman film yönetmeni Margarethe von Trotta'nın yönettiği 2012 yapımı ve Arendt’i anlattığı biyografik bir filmi var. Bu filmde Arendt, daha önce Rosa Luxemburg’u da canlandıran Alman oyuncu Barbara Sukowa tarafından canlandırılır. Bu filmin en ilginç yönü, mahkeme sahnelerinde o günlerde mahkemede çekilmiş gerçek filmlerin kullanılmasıdır. Bu filmde şöyle bir sahne geçer:
Hannah Arendt’e sorarlar: ‘’İsrail’e karşı hiç mi sevgin yok? Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?’’ Arendt cevap veriri: ‘’Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektif bir sınıfı bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne Yahudileri, ne de işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum, besleyebildiğim tek sevgi de bu. Sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok.’’
Arendt, Yahudi olmakla birlikte Yahudileri bir cemaat olarak görmeyi reddeder. Gençliğinde yaşadığı 18 yıllık devletsizliği ve mültecilik tecrübesinden sonra insanların "ne" olduklarıyla yani ırk, din, dil, cinsiyet vb. gibi kendilerinin iradi olarak değiştiremeyecekleri nitelikleri ile değil "kim" olduklarıyla yani yapıp ettikleriyle, söz ve edimleriyle değerlendirilmeleri gerektiğine inandığı için kendini Yahudi kimliğiyle öne çıkartmaktan imtina eder…
Hannah Arendt İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkması nedeniyle İsrail’de kitaplarının hiçbirisi İbranice ‘ye çevrilmez…
Hannah Arendt, siyaset kuramında siyaseti, dünyada evsiz olduğumuz düşüncesinden yola çıkarak, dünyayı birlikte yasayabileceğimiz ortak bir alanın yaratımı olarak tasarlar. Burada da Arendt, Heidegger’in; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ düşüncesinin izlerini taşır. (Heidegger, ‘’Varlık ve Zaman’’, Agora Kitaplığı, 2011) Ayrıca Hannah Arendt siyaset kuramında hayranı olduğu Immanuel Kant’ın ve Aristoteles’in izleri vardır. Arendt, siyaset kuramında Marksizmi ve liberalizm öğretilerini eleştirir…
Arendt, Amerikan devrimini Fransız devrimine tercih eder ve eylemi bir siyasal edim olarak yüceltirken siyah hareketi eleştirir… Burada da Hannah Arendt’i Amerikan ideolojisi safında görürüz. ‘’Şiddet Üzerine’’ adlı kitabında altmışlardaki beyaz öğrenci hareketini siyahların bozup şiddete yönelttiğinden şikâyet eder. Girişte de yazdım ya, sıra dışı bir siyaset bilimcisidir Hannah Arendt…
Sonuç
Bu sayfalarda Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ adıyla yazdım… Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlardı. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilmişlerdi...
Bu çerçevede ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu yazdım… Şimdi de Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i ve kitaplarını ve fikirlerini yazdım, anlattım…
Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, daha önceleri yazdığım Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olacağını anlatmışlardı…
Bütün yazılarımda hep söylüyorum ya: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye, ‘’geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye…
Günümüz Dünyasını ve geleceğini anlamak istiyorsanız eğer önümüzde müthiş bir tarih var… Yazıma da Hannah Arendt'in ''Şiddet Üzerine'' adlı kitabında geçen şu söz ile son vereyim:
‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
*Augustinus (354 - 430), diğer adıyla Aurelius Augustinus, Hristiyan bir aziz düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar... Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları Tanrı bilimi olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. İşte Hannah Arendt’in doktora tezi ’’Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı’’ üzerinedir.