Veraset
17 Ekim 2022
Türkiye Cumhuriyeti, bu coğrafyada, yüzyıllarca bir imparatorluğun otoritesine bağlı, onun kulu kölesi olmuş, el etek öpen bir kültürden; çağdaş bir cumhuriyetin başı dik, sorgulayan, onurlu bir vatandaşını yaratıyor. Ancak bu kültür değişimi kolay olmuyor, sancılı oluyor.
Bu sancılı geçişi Türk edebiyatında en iyi Ahmet Hamdi Tanpınar, sırasıyla ‘’Mahur Beste’’, ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ ve ‘’Huzur’’ (Dergâh Yayınları) adlı birbirinin devamı olan romanlarında anlatıyor. Bu romanlar Tanzimat’tan Cumhuriyete bir iç buhran üçlemesi oluyor. (Bu üç romanı da sitemde daha önce anlatmıştım.) Ayrıca Beşir Ayvazoğlu, 1930'ların sanat, edebiyat ortamı ile toplumsal hayatını anlattığı ''Ateş Denizi'' (Kapı Yayınları, 2013) adlı romanında da Osmanlı'’dan Cumhuriyete geçişin sancılarıyla yüklü bir Türkiye tarihini anlatıyor.
Yazarların romanlarında anlattığı gibi değişim sancısız olmuyor. Her doğum gibi her değişim de sancılı oluyor. Ancak Türkiye’deki bu sancılı dönem oldukça uzun sürüyor. Türkiye’de günümüzde; imparatorluk artığı bir kültürün, imparatorluğun otoritesine bağlı, onun kulu kölesi olmuş, el etek öpen bir kültürün halen devam ettiği ve çağdaş bir cumhuriyetin başı dik, sorgulayan, onurlu bir vatandaş profilinin ise henüz bazı kişiliklerde tam olarak oturmadığı gözüküyor.
Bu iki kültür günümüzde bazen iki farklı insanda ayrı ayrı görebildiği gibi bazen de aynı insanda da bu iki kültür birden görülebiliyor. Bu iki kültürü ayrı ayrı yaşayan insanlar doğal karşılanıyor ancak bu iki kültürü tek bir kişilikte yaşayan insanlar görüldükçe bu durum toplumu hayrete düşürüyor.
Türkiye, bu iki kültürü tek bir kişilikte yaşayan, yansıtan insanlara sık sık şahit oluyor. Bu insanlar, sahip oldukları kültürlerden yüz seksen derece bir dönüş yapıyor. Bu insanlar, aslında ideolojik bir savrulma yaşamıyor, bu insanlar, sahip oldukları bu iki ayrı kültürü aynı anda sergiliyor, ihtiyaca göre bir kültürden diğerine geçiş yapabiliyor.
Türkiye’de insanlar bu iki farklı kültürü aynı anda aynı bünyede taşıyabilmenin sebebini anlamaya çalışıyor. Bunun için farklı farklı komplo teorileri üretiliyor. Bu insanların, aynı bünyede tekrardan farklı bir kültüre bürünmeyecek olmalarından kimse de şüphe etmiyor.
Ancak girişte anlattığım gibi aynı bünyedeki bu kültür değişikliği; Türkiye’deki imparatorluktan cumhuriyete geçişte yaşanan sancılı dönemin uzun sürmesinden kaynaklanıyor.
Bu sorunu girişte bahsettiğim iki yazar Ahmet Hamdi Tanpınar ve Beşir Ayvazoğlu en iyi romanlarında anlatıyor.
Ancak bu sorunu, bu sancıyı Faruk Nafiz Çamlıbel ‘’Veraset’’ adlı şiirinde öyle bir güzel anlatıyor ki, bu şiir belki bu sancıları anlatan on romana bedel oluyor. Bu şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları: Toplu Şiirleri’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2019) adlı şiir kitabının 168. sayfasında yer alıyor.
Faruk Nafiz Çamlıbel, bu şiirinde; kültürlerarası bir uyuşmazlığı, her iki kültürde de tutunamayışı, her iki kültür arasında kalışı, bir araf halini anlatıyor. Faruk Nafiz Çamlıbel, bu şiirinde; içi başka dışı başka bir yeni karakter ortaya çıkarıyor ve araftaki bu insanları tarif ediyor. Ki bu insanlar, her gün boyalı boyalı ceridlerde, renkli renkli ekranlarda, sosyal medya denen mecralarda mebzul miktarda görünüyor!
Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Veraset’’ adlı şiirini vermeden önce şiirin anlaşılabilmesi için kısa bir açıklama yapmam gerekiyor.
Bizim tarihçiler pek yazmaz ama hemen hemen 1850’lere kadar İstanbul’da, Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye kapısı dışındaki “Köle pazarı”nda kadınlar bir mal gibi alınıp, satılıyor. Bu köle pazarında zenginler, sebze pazarında karpuz seçer gibi köle kadını seçip satın alıyor. Zengin kişi bu köle kadını birkaç yıl veya üç beş yıl kullandıktan sonra veya çocuğu olduktan sonra, çocuğu alıkoyup bu kadını bu pazarda tekrar satıyor. Üzerine üç beş kuruş daha verip daha genç ve daha güzel bir köle kadını satın alıyor. Köle sahibi olan efendi, mülkü olan kölenin bedeni üzerinde hem hukuka yani şeriata hem de toplumsal kabullere göre “cinsel haklara” sahip oluyor.
Bu köle pazarındaki kadınlar da kendi aralarında ‘’seyyibe’’, ‘’halayık’’ ve ‘’duhter’’ olarak sınıflandırılıyor. Bu köle kadınlardan yaşlıca olanlarına “seyyibe”, genç olanlara ‘’halayık’’ ve bakire olanlara ise ‘’duhter’’ deniliyor. Seyyibeler genellikle hizmet için satılıyor ve fiyatları da diğerlerine göre daha ucuz oluyor. Halayık ve duhterlerin de fiyatı yaşına ve güzelliğine bağlı olarak değişiyor. Avrat pazarının müşterilerini de doğal olarak zengin Osmanlılar oluşturuyor. Bu müşteriler arasında sadrazamlar, vezirler, yüksek rütbeli asker ve bürokratlar ve konak sahipleri bulunuyor. İstanbul dışında da Osmanlının Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında da avrat pazarları kuruluyor. 18OO’lü yıllarda Rusya’nın Çerkes katliamı neticesinde başlayan Anadolu’ya ve özellikle Karadeniz kıyılarına yapılan Çerkez göçü Karadeniz’i boydan boya Çerkes cariyelerin satıldığı Avrat Pazarı’na dönüştürüyor. Bizim yazarlar pek yazmıyor bu kadın köle pazarını, bu köle pazarındaki alınıp satılan bu köle kadınları ancak daha çok İstanbul’a gelmiş yabancı yazarlar yazıyor. Örneğin Osmanlı tarihi uzmanı Prof. Dr. Madeline C. Zilfi, ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar 1700-1840’’, (Türkiye İş Bankası Yayınları, 2018) adlı kitabında bu köle kadınlardan bahsediyor.
İstanbul Mebusu Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1925 yılındaki bütçe görüşmelerinde TBMM kürsüsünde şu bilgiyi veriyor:
‘’Biri Beşiktaş'ta diğeri Çarşamba'da olmak üzere İstanbul'un maruf ve meşhur iki avrat pazarı vardı. Gürcistan'dan getirirler, Çerkez memleketlerinden getirirler. Bir ucu Kafkasya'da, bir ucu Habeşistan'da bir esir ticareti vardı. Bir de istilâ orduları Avrupa'nın içinden Sırbistan'dan, Macaristan'dan Lehistan'dan döndükleri vakit arkalarında renk renk açık koyu saçları ile renk renk gözleriyle kadınlar ve erkekler taşırlardı. Eski ailelerin haremi kadın ve erkek kervansarayı idi. (Doğru sesleri) Efendiler! Hassas ve zahit ruhiyle kuvvetli ahlâk isteyenlere soruyorum. Bu kevansarayların içinde özlediğiniz aile hayatı mümkün mü idi? Odalıklar, müstefreşeler, asıl ve ismini söylemekten haya ettiğim cins köleler bir evin harimine yığılırsa orada esas olan etlerin iştihası mıdır, yoksa aile fazileti, aile endişesi midir?’’ (‘’Türk Parlamento Tarihi, TBMM. II. Dönem, 1923 -1927’’, II. Cilt, TBMM Vakfı Yayınları, 1993, s.230) (*)
Şimdi gelelim Faruk Nafiz Çamlıbel’in bu muhteşem şiire:
Veraset
''Ninem beş yüz altına alınmış bir köleydi,
Dedem beş yüz altını sayan bir derebeyi.
Kurt kanı, köpek kanı birbirine karıştı,
İkisinden ortaya çıktı bir kurt köpeği.
İki zıt cevheri var nabzımda vuran kanın,
Biri elpençe duran, öteki durduranın.
Duygum sana taparken düşüncem bir hayvanın,
Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi.
Ben ninemden kölelik, dedemden kin almışım;
Çini bir kâse kadar başkadır içim dışım.
Elini öpmek için yalvarsa da bakışım,
Isır diye tepinir gözlerimin bebeği.''
Sonuç
Bu şiiri, politikacıların, psikologların, sosyologların, filozofların, antropologların ve tarihçilerin çözümlemesi gerekiyor. Çünkü yaşadığımız olaylar, güncel politik ve ideolojik savrulmalarla açıklanamıyor. Bir de kendilerini ‘’Osmanlı Çocuğu’’ olarak tanımlayan bir kısım zevatın da bu şiir ve verdiğim bilgiler çerçevesinde kimin çocukları oldukları konusunda düşünmeleri gerekiyor.
Osman AYDOĞAN
Faruk Nafiz Çamlıbel, ‘’Veraset’’:
https://www.youtube.com/watch?v=vc9sY6iQ2ME
(*) Türk Parlamento Tarihi Araştırma Grubu Başkanı Kâzım Öztürk’ün hazırladığı ‘’Türk Parlamento Tarihi, TBMM. II. Dönem, 1923 -1927’’ (II. Cilt, TBMM Vakfı Yayınları, Ankara 1993) adlı eserde 221. ve 230. Sayfalarda şu bölüm yer alıyor:
1925 yılı 15 Şubatında Dahiliye Vekâleti Bütçesinin görüşülmesi sırasında Erzurum Mebusu Ziyaettin Efendi (Gözübüyük) söz alarak emniyet ve asayiş kadar toplumun manevi değerlerinin de korunması gerektiğini söyler. Dans salonlarının açıldığını, Müslüman kadınların sahneye çıkarıldığını, fuhuşun yaygınlaştığını, Florya'da çıplak kadın ve erkeğin birlikte denize girdiklerini, hem de buna resmen izin verildiğinden yakınır. Devletin dini İslâm olduğu halde, bir kısım zevk düşkünü zenginlerin laiklikten ve ladinilikten bahsettiklerini belirterek, bunların hangi kahrolası kaynaktan cesaret alıp nereye dayandıklarını sorar. Acımasız ve korkusuzca yapılan bu saldırıları kapsayan konuşmalar aynen alınmıştır. (s.221)
ZÎYAETTtN EFENDİ (Devamla) — Gazeteleri okursan ne gibi olduğunu anlarsın. (Handeler) (Devam sesleri) İşte onu da. ne gibi olduğunu da söyleyeceğim. Rivayete nazaran, İstanbul'da 14 000 meyhane, 800 tane dans salonu açılmış - mektep salonları tabi hesaptan hariç - işret saikasıyle yevmiye vukubulan cinayet şayanı hayret ve tetkik bir surette ilerlemektedir. Asayişin yalnız maddî cihetlerini düşünmek değil, maddi asayişi ihlâl eden manevî haller ne ise, onu da nazarı itibare almak lâzımdır. (Doğru sesleri) Hatla işret beliyesi kadınlara kadar sirayet etmiş. (Maatteessüf sesleri) Gazeteler yazıyorlar. Kucağında çocuğu olduğu halde kadınların da meyhaneye devam ettikleri görülüyormuş! (s. 221)
ZİYAETTİN EFENDİ (Devamla) — Hürriyeti içtimaiye namına yapılan rezaletlere müsamaha etmek, kepazeliklere mümanaat etmemek kifayet etmiyormuş gibi bu yazın İstanbul civarında Filorya denilen yerde hiçbir Hıristiyan hükümetinin müsaade etmediği, çıplak erkek ve kadınlar birlikte deniz hamamlarında icrayı ahenk etmişlerdir. (Handeler) Hem de resmen ruhsat verilmiştir. Gazetelerde belki görmeyen yoktur. (s. 222)
Bu bölüme kaynak olarak ‘’Tutanak Dergisi’’ (C: 13/1, Sa : 413-414, Ta : 14.2.1341, 1925) veriliyor.
Ertesi gün 16.2.1341 (1925) tarihli birleşimde, İstanbul Mebusu Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver), bu konuşmanın hak ettiği karşılığı vererek inkılâpların temel felsefesini açıklar. Tarihi değeri tartışılmaz bu konuşma aynen alınmıştır. (s.223)
HAMDULLAH SUPHİ BEY (İstanbul) — (Uzun uzun olarak başka konuları konuştuktan sonra) Sarhoş mu arıyorsunuz, teceddüt bu mudur diyen mi gösteriyorsunuz? Müsaade buyurun 150 sene evvelki sarhoşları size göstereyim. Fuhuş mu arıyorsunuz? Yazık ki Millet Meclisinin kürsüsündeyim, size memlekette teşkilât haline geçmiş öyle fuhuş yuvalan göstereyim ki onların yetiştirdiği adamlar bu memleketin başına asırlarca musallat olmuşlardır. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar) (.....) Türk kadınları arasında meyhaneye giderek rakı içenler varmış. Elim bir şey, fecî bir şey! Bugünkü Türk münevverleri, Türk milliyet perverleri yani Türk haysiyet ve şerefi üzerine titreyenler bu manzarayı dilsûz bulurlar. Bunu istemezler. Şimdi gözlerin gördüğü bir mevsimdeyiz, kulakların işittiği bir mevsimdeyiz. Eskiyle yeni arasında yeni aleyhine fark var zannediyorlar. Eski devirlerin kör ve sağır olmasından dolayı birçok günahlardan habersiz kaldığımız için maziyi masum bilenler var. Şimdi işiten bir devredeyiz. Bu memleketin bir köşesinde hangi facia olur da siz duymazsınız ve bütün memleket duymaz? Yeni Türkiye teceddüt vasıtaları sayesinde memleketin her köşesini duymanın çaresini bulmuştur. (Bravo sesleri) Muhterem arkadaşlarım! Size eski Türkiye'den bir misal daha alacağım, İstanbul’da Çarşamba tarafında bir avrat pazarı vardı. Biliyorum. Ziya Efendi hazretleri vakitleri olmuş da Üçüncü Sultan Selim zamanında İstanbul'a ait birçok levhalar vücuda getirmiş olan (Meling) in levhalarını seyretmişler midir?
ALİ BEY (Rize) — Tam buldun... (Handeler)
HAMDULLAH SUPHİ BEY (Devamla) — Belki bunun için vakit ve fırsat bulmamışlardır. Arkadaşlar! Biri Beşiktaş'ta diğeri Çarşamba'da olmak üzere İstanbul'un maruf ve meşhur iki avrat pazarı vardı. Gürcistan'dan getirirler, Çerkez memleketlerinden getirirler. Bir ucu Kafkasya'da, bir ucu Habeşistan'da bir esir ticareti vardı. Bir de istilâ orduları Avrupa'nın içinden Sırbistan'dan, Macaristan'dan Lehistan'dan döndükleri vakit arkalarında renk renk açık koyu saçları ile renk renk gözleriyle kadınlar ve erkekler taşırlardı. Eski ailelerin haremi kadın ve erkek kervansarayı idi. (Doğru sesleri) Efendiler! Hassas ve zahit ruhiyle kuvvetli ahlâk isteyenlere soruyorum. Bu kevansarayların içinde özlediğiniz aile hayatı mümkün mü idi? Odalıklar, müstefreşeler, asıl ve ismini söylemekten haya ettiğim cins köleler bir evin harimine yığılırsa orada esas olan etlerin iştihası mıdır, yoksa aile fazileti, aile endişesi midir? (s.230)
Bu bölüme de kaynak olarak ‘’Tutanak Dergisi’’ (C : 13/1, Sa : 54-61, Ta : 16.2.1341, 1925) veriliyor.