Türkiye’de siyaset!
09 Nisan 2023
Türkiye’de siyasetin nasıl yapıldığını anlamamız için öncelikle Türkiye’de siyasetin hangi zeminden beslendiğini ve nasıl bir kültürde filiz verdiğini görmemiz gerekiyor.
Türkiye’de siyasetin filiz verdiği kültür
İnsanın politik zihin yapısını belirleyen bazı kavramlar bulunuyor. Ne yazık ki bu kavramların çoğu ‘’çatışma’’ alanına giriyor.
"Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel, ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve ’'savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ tezi ile Carl Von Clausewitz’in bize şimdiye kadar çatışmaların sebeplerini anlamaya çalışmak için temel bir esas veriyor.
Ancak; İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan (1934 - 2012), ‘’Die Kultur des Krieges’’ (Savaşın Kültürü) (Verlag: Rowolt Tb. 2007) adlı kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine ve diğer düşünürlerin tezlerine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlıyor. Keegan’a göre işbirliği özelliğinin ve davranışının ve uzlaşma kültürünün gelişmediği toplumlarda ‘’çatışma’’ kaçınılmaz oluyor.
Türkiye’de siyaset, birinci paragraftaki gibi politikayı, savaşın başka araçlarıyla devamı olarak görüyor… John Keegan'ın bahsettiği ''uzlaşı kültürü'' bu coğrafyada bulunmuyor. Dahası bu coğrafyada birey ve toplum bazında işbirliği ve uzlaşma kültürünün gelişeceğini gösteren pek bir emare de bulunmuyor. Uyum, ahenk, işbirliği ve uzlaşma kültürünün olmadığı bu coğrafya, bölgenin hâkim karakteri olan ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğruluyor…
Kendi kültürleriyle hasta olan toplumlar
Le Monde Diplomatique adlı aylık çıkan Fransız dergisi yıllarca önce yazar Claude Julien (1925-2005) imzasıyla ‘’Kendi kültürleriyle hasta olan toplumlar’’ adlı bir makale yayınlıyor. Makalenin adı gibi bütün bu coğrafyadaki insanlar; feodal yapıları, gelenekleri, orijininden sapmış dini inanışları, kadına bakış açıları, otoriter eğilimleri, güce olan sevgi ve biat anlayışları, uzlaşma ve işbirliği yeteneğinin olmayışı gibi özellikleriyle kendi kültürleriyle hasta olan bir toplum haline geliyor. Bu kültür de bu toplumu hem hasta ediyor hem kendileriyle hem de kendilerinden farklı her şeyle çatışmalarına yol açıyor.
Bu kültürü hepimiz tanıyoruz ve yaşıyoruz. Bir söz vardır; ‘‘Yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir.’’ Ne yazık ki ‘’yakınmak’’ bu coğrafyaya özgü bir alışkanlık oluyor. Bu coğrafyanın hâkim kültürü yakınmak, hüzün, feryat ve figan oluyor. Bu kültürde insanlara müzik diye genellikle hüzün şırınga ediliyor. Bu kültürde insanların sevinçlerini alenen dışa vurmaları ayıp oluyor ama kederleri ve yasları, feryatları ve figanları aşikâr oluyor. Bu kültürde bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller yeterince gelişmiyor. Bu kültürde ‘’kin’’, ‘’nefret’’ ve ''intikam'', ‘’düşman’’, ’’hain’’ ve ‘’ihanet’’ sıkça rastlanılan kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu coğrafyanın çocukların akılları erer ermez beyinlerine, zihinlerine nefret, kin, intikam, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramları şırınga ediliyor. Bu kültürde tartışma, sorgulama ve uzlaşma kültürü asla mı asla oluşmuyor. Bunların yerine ezber, itaat ve biat kültürü hâkim hale geliyor. Bu kültürde politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracı haline getiriliyor. Bu coğrafya kargaşa içinde bulunuyor; bu kültürde trafik kargaşası, inşaat kargaşası, insan kargaşası bulunuyor. Bu kültürde zekâ yerine şark kurnazlığı, dürüstlük ve liyakat yerine sadakat, görev yerine itaat, hak yerine güç hâkim oluyor. Bu kültürde bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaşamıyor. Bu kültürde; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanıyor, ciddiyet adına suratları asılıyor, kadınları; gelenek adına aşağılanıyor, cinsel obje olarak görülüyor, baskı altına alınıyor, tekmeleniyor, yetmedi katlediliyor. Bu kültürde ''yaşam'' değil, ''ölüm'' yüceltiliyor. Bu kültürde sevgi Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil güce biat ediyor, güce karşı bir sevgi yönelimi bulunuyor. Bu kültürde güçlü olan her zaman için ve her yerde haklı oluyor. Bu kültürde siyasi iktidarların yetersizlikleri, yeteneksizliklerin ve kötü yönetimlerinin sonuçları hep ''dış mihraklar''da ve ''komplo teorileri''nde aranıyor. Bu kültürde “Devlet Organizasyonu” halk için değil, halk “Devlet Organizasyonu” için kullanılıyor. Bu kültürde liderler hep ulviyet iddiasını güdüyor. İşte Türkiye’de siyaset de bu kültürde filizleniyor.
Claude Julien’in söylediği gibi (Kendi kültürleriyle hasta olan toplumlar) işte Türk toplumunu da Türk siyasetini de bu kültür hasta ediyor.
Bu noktada bu kültürü daha iyi anlamamız için bu kültürün hâkim bir özelliğini bu coğrafyaya ait bir hikâye ile anlatmam gerekiyor:
Yunan mitolojisinde Tanrı Zeus, şimdiki Kaz Dağı’nda (o zamanki adı olan ‘’İda Dağı’nda) yaşıyor. Zeus, tanrıların tanrısıdır ancak insan görünümünde bulunuyor… Zeus’un iki oğlu bulunuyor. Ancak oğullar tanrı olmuyor. Normal insan oluyor. Ne yazık ki bu ikisi de birbirinden kıskanç oluyor. Zeus bunların kıskançlığından bıkıyor ve en kıskancını karşısına alarak soruyor; ‘’Eyyyy Oğul! Dile benden ne dilersen, sınırsız olarak dilediğin her şeyi vereceğim, ancak bir şartım bulunuyor; benden dilediğinin iki mislini kardeşine vereceğim.’’ Oğul cümlenin ilk yarısında seviniyor ancak cümlenin tamamlanmasıyla üzülüyor, biraz düşündükten sonra cevap veriyor: ‘’Baba, benim bir gözümü çıkar!’’
Hikâyede olduğu gibi bu özellik bu bölgenin, bu coğrafyanın hâkim kültürü halinde yaşıyor: Kaybet – kaybet! (lose–lose)
Bu hikâyeye geri dönmek üzere şimdi burada bırakalım…
Kurumsallaşmamış siyaset
Ne yazık ki Türkiye’de siyaset bütün bu olumsuz kültürel özelliklerinin üzerine bir de bir türlü kurumsallaşamıyor. Siyaset kurumsallaşamayınca da Türkiye’de devlet adamı ve siyaset adamı yetişmiyor, devlet adamı ve siyaset adamı yetişmeyince de terör dâhil, uzlaşı, ittifaklar, komşuluk ilişkileri, dış politika dâhil hiçbir soruna çözüm üretilemiyor. Sorun Türkiye’nin geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini, '’Siyaset Felsefesi'’sini ve '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmamış olmasından kaynaklanıyor.
Türkiye’nin geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini, '’Siyaset Felsefesi'’sini ve '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmamış olması da doğal bulunuyor. Çünkü Türkiye’nin kendi Sokrates’i, Platon’u, Aristo’su hiç olmuyor. Çünkü Türkiye’de Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Vilfredo Pareto, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger vb. düşünürler yetişmiyor. Diyelim ki böyle düşünürler yetişmedi Türkiye’den, ama More, La Boétie, Machiavelli, Spinoza, Kant, Proudhon, Marx ve Nietzsche yeterince anlaşılmıyor. Çünkü Türkiye’den bir Thomas Hobbes bir ‘’Leviathan’’ yazmıyor. Çünkü Türkiye’de Wittgenstein, Dewey, Merleau-Ponty, Arendt, Lévinas, Derrida, Foucault, Bourdieu vb. düşünürler yeterince bilinmiyor. Hepsi bir tarafa; dün ve bugün Türkiye’de ülkeyi yönetenler, devlet adamları, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler siyaset biliminin temelini oluşturan yukarıda sayılan isimleri bilmiyorlar, bilenler varsa bile onların ne demek istediklerini anlamıyorlar, anlayanlar varsa da anladıklarını içselleştirmiyorlar.
Belki yukarıda saydığım siyaset felsefecilerini Batılı diye anlamadılar diyelim. Hep Doğu ile öğünen Türkiye’yi yönetenler, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler; Konfüçyus’dan, Zen bilgelerinden, Budha’dan, Brahma’dan, Vişna’dan, Şiva’dan, Lao Tzu’dan vazgeçtim, vazgeçtim bunlardan, bunlar Müslüman değillerdi, en azından Müslüman olan Hayyam’ı, Şirazlı Şadi’yi, Hafız’ı, İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü, İbni Haldun’u, Ahmet Yesevi’yi, Firdevsî’yi, Mevlânâ’yı, Şems-i Tebrizi’yi, Muhyiddin İbn-i Arabî’yi, İmam-ı Rabbanî’yi, El Kindi’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi, Akşemseddin’i ve Nizamülmülk'ü tanımıyorlar. Tanımışlarsa da onları anlamıyorlar. Anlayanlar varsa da bunların düşüncelerini içselleştirmiyorlar.
Türkiye siyasetini kurumsallaştıramayınca da siyaset, ‘’sınıf temelli’’ bir siyaset yerine ‘’feodal’’, ‘’etnik’’ ve ‘’mezhep’’ temelli bir zemine oturuyor. Feodal, etnik ve mezhep temelli bir siyaset ise hem Türkiye’yi dünyada ve bölgesinde yalnızlaştırıyor hem de Türkiye’yi kendi içinde parçalıyor, uçuruma sürüklüyor.
Ayrıca Türkiye'de siyaset kurumsallaşamayınca da Türkiye'de siyasi gelişme de olmuyor. Türkiye'de siyasi gelişme olmayınca da siyaset ''sandık demokrasisi''ne hapsolup kalıyor. Bu ise siyasi çürümeye yol açıyor. Türkiye'de son yetmiş yılda olan biten bu oluyor: Siyasi çürüme!
Türk siyasetçisinin bir başka hâkim özelliği
Türk siyasetinin ve Türk siyasetçisinin bir başka özelliği daha bulunuyor. Bu özelliği anlatabilmem için Amerikalı profesör Russel Gough, "Karakteriniz Kaderinizdir" (HYB Yayıncılık, 2002) adlı kitabında geçen şu sözüne gitmemiz gerekiyor: "Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır." Yani Russel Gough diyor ki eğer karakter gelişmemişse tahsil işe yaramıyor. ‘’Bu kültürde politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracı haline getiriliyor’’ demiştim ya. İşte bu sözü doğrulayacak şekilde karakterden ve ilkelerden yoksun bu kadar tahsil ile siyaset; para, rant, çıkar, menfaat, yalan, talan, ikbal ve santaj ile besleniyor. Bu özelliği ise Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahip, İşrete ve kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve menfaatperest ''Gözlüklü Sami Bey'' ve Gözlüklü Sami’nin sağ kolu, dostu, dalkavuğu ve has adamı olan ''evet efendim, sepet efendim'’ci, uşak ruhlu, rüzgârgülü karakterli, paraya düşkün, ahlaksız, namussuz, arlanmaz bir tip olan ''Sürmegöz İhsan Bey'' çok güzel anlatıyor. Türk siyasetinin bir türlü yenilmeyen makûs talihini işte bu Gözlüklü Sami Beyler ve Sürmegöz İhsan Beyler belirliyor. Ne güzel gözlemlemişsin Türk siyasetini be Turhan Usta!
Türk siyasetinde akıl dışı bir olay yaşanıyorsa bunun nedeni olarak anlattığım bu kültüre has, bu kültürüne özgü ve bu kültüre ait olan ''para'', ''rant'', ''çıkar'', ''menfaat'', ''yalan'', ''talan'', ''ikbal'' ve ''santaj'' söz konusu oluyor!
Türk siyasetinin bu özelliği ise ''Gerici Sol'' (Çağdaş Yayınları, 1970) adlı kitabın yazarı, yazar ve senarist Jérôme Deshusses'in bir sözünü doğruluyor: “İnsanlık var olduğundan beri, ne ideal sahipleri iktidar olabilmiştir ne de iktidarlar ideal sahibi...”
Türkiye’de karşı devrim
Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra ‘’bir devrim ülkesi’’ olma özelliğini yitiriyor. Türkiye’de karşı devrim 10 Kasım 1938 tarihinde başlıyor. Türkiye’de karşı devrim; artan bir şekilde her on yılda 1950 -1960, 1970-1980, 1980 – 1990, 2002 ve sonrasında zirve yapıyor. Türkiye, özellikle 1980 sonrasında tektonik bir biçimde din ağırlıklı sağ cenaha doğru itiliyor. Bütün bunların sonucu olarak da bugün için Türkiye’nin %75-80 civarında seçmeni sağ partilere oy veriyor. Bugün için CHP’nin oyu %25 -30 civarında bulunuyor. Daha fazlasını geçmiyor. Seçim barajının %51 olduğu bu şartlarda CHP’nin bu haliyle herhangi bir seçimi tek başına kazanma imkân ve ihtimali bulunmuyor. Zaten rejimin de değiştirildiği 2017 anayasa değişikliği ile de bu %51 barajı; bir daha sol tandanslı birisinin bu ülkeye CB olmasını ve bir daha sol düşüncenin ülkeyi yönetmesini engellemek için getiriliyor…
Türkiye’de sol düşünce
Türkiye’de sol düşünce hiçbir zaman gerçek anlamda bir sol düşünce olmuyor. Türk solunun ne Marx’tan, ne Kautsky’den ne de Bernsteın’den haberi oluyor. Sadece adı sol oluyor. Türk solu hiçbir zaman sınıf siyaseti gütmüyor. Türkiye'de sol hiçbir zaman stratejik düşünemiyor, kişisel hırslar uğruna bölündükçe bölünüyor. Türkiye'de sol; CHP, SHP ve DSP adı altında üst üste aynı seçimlere (1994 ve 1999 yerel seçimleri) girerek ülkeyi ''demokrasiyi hedefe ulaşınca inilecek bir tramvay olarak gören'' bir zihniyete iktidarı altın tepside sunacak kadar siyaset biliminden ve uzlaşma kültüründen yoksun bulunuyor. Hatta Türk solunun bir kısmı ''Hukuk''u böylesine bir zihniyetin emrine verecek bir anayasa değişikliğine ''yetmez ama evet'' diyebilecek kadar kullanılışlılık ve idraksizlik örneği sergiliyor. Türk solunun bir kısmı da askerî darbeleri ''iyi darbe'' ve ''kötü darbe'' diye tasnif edebilecek kadar demokrasi bilincinden, ''Enverist'' karakterdeki darbeleri de ''Kemalist'' karakterde zannedecek kadar da tarih bilincinden yoksun bulunuyor. Solun bir kısmı da liboş, bir kısmı da dönek, bir kısmı da ilkesiz hale geliyor. Ve Türk solu her daim pratiği teoriye kurban ederek darbe üstüne darbe yiyor, yenilgi üstüne yenilgi yaşıyor ve halen de bocalaaaayıp duruyor.
Ancak bu anlattığım sol, gerçek bir sol olmadığı için, gerçek bir sosyal demokrat olmadığı için, gerçek bir sosyalist olmadığı için bunları yaşıyor. Türkiye’de sol, solun edebi, kültürel, felsefi, siyasi ve ekonomik altyapısı ve derinliği olmadan solculuk yapıyor. Türk solu ‘’milli’’ olamadan ‘’evrensellik’’i yaşıyor.
Günümüzde sol düşünce
Son yirmi yıldır yaşanan deneyimlere rağmen Türkiye’deki sözde sol bir türlü akıllanmıyor. Ülke hayati bir seçime gidiyor. Bu seçimde ülke ya Ortadoğu’nun karanlığa saplanıp kalacak, bir Talibanistan haline gelecek ya da ya da aydınlığa çıkış umuduna tutunma imkânı bulacak. Hal böyleyken kendisini solda gören ve seçimde kazanma imkân ve ihtimali olmayan birisi oyları bölme pahasına seçime katılıyor. Hani Kaz dağlarındaki Zeus’un oğullarını anlatmıştım ya. Tekrar o hikâyeye dönüyorum: ‘’Baba, benim bir gözümü çıkar.’’ Çünkü diğer kardeşinin iki gözü çıkacak. Tipik bir kaybet – kaybet kültürü…Türk Solu, ‘’win-win’’ (kazan-kazan) stratejisini değil de ‘’lose-lose’’ (kaybet-kaybet) stratejisini benimsiyor. Türk Solu, trajik bir şekilde kendi cenahından birisi kazanacağına rakibinin kazanmasını tercih ediyor.
Ünlü Çinli askeri stratejist Sun Tzu’nun iki önemli strateji ilkesi bulunuyor (‘’Savaş Sanatı’’, İş Bankası Yayınları, 2014):
’’Eğer düşmanınızı yenemiyorsanız kazanmasına engel olacaksınız’’ ve "akıllı savaşçı birleşik enerjiyi kullanır…"
Bu karanlıktan kurtulmanın başka bir çaresi bulunmuyor. Önce pencereyi açıp odaya ışığın girmesine imkân vermeden karanlık bir odayı düzene koymanın imkân ve ihtimali bulunmuyor. Kendisini solda gören kişi ve gruplar uzlaşamıyor, her parti ayrı bir aday çıkarıyor sanki Türkiye'de normal bir demokrasi varmış gibi. Çatışma kültürü ile yoğrulmuş bu coğrafyada bir ‘’uzlaşı’’ kültürü filizlenmiyor, bir ''ittifak'' kültürü boy salmıyor. Alevler binayı sarmış, arkadaş ocaktaki yemeği düşünüyor.
Çoğu yazımda olduğu gibi bu yazımı da Mussolini tarafından katledilen İtalyan sosyalist Milletvekili Giacomo Matteotti'nin kulağımızda küpe olması gereken bir sözü ile son veriyorum:
"Özgürlük içinde yanlışlık yapılabilir, ancak tutsaklık bir ulusu ölüme sürükler."
Durumu arz etmek de bana kalıyor...
Osman AYDOĞAN