Armani kravatlı faşizm
14 Haziran 2024
Malum ülkemizde büyük bir kavram ve tanım karışıklığı bulunuyor. Hep söylerim ya ‘’her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye. Tanım yanlış olunca araçlar da yanlış olarak yola koyuluyor. Tabii ki bunun çok büyük sebepleri, nedenleri ve gerekçeleri bulunuyor. Toplum olarak daha ‘’hukuk’’ nedir bilmiyoruz. Hukuku, yasa ile karıştırıyoruz. Daha ‘’demokrasi’’ nedir bilmiyoruz. Demokrasiyi seçim ve sandık zannediyoruz. Daha ‘’faşizm’’ nedir bilmiyoruz. Faşizmi, istibdat zannediyoruz. Bu kavram karışıklığı uzayabilir. Ancak konumuz faşizm. Hem de Armani kravatlı faşizm. Öyleyse konumuza geçelim. Bakalım faşizm konusunda da nasıl bir kavram karışıklığına sahibiz. Tanım yanlış olunca araçlar da yanlış oluyor?
Faşizm nedir?
Faşizm konusunda önce şunu söylemem gerekiyor: Sanılanın aksine faşizm, siyasal bir kavram değil, faşizm, sosyolojik bir kavram oluyor. Nasıl ki intihar psikolojik bir vaka değil de sosyolojik bir vaka ise faşizm de sosyolojik bir vaka oluyor. Emile Durkheim, intiharı belirleyen gücün, sanılanın aksine psikolojik değil, toplumsal (sosyolojik) olduğunu söylüyor. (Raymond Aron, ‘’Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınları, 2006, s. 308) Durkheim’ın intiharı psikolojik değil de sosyolojik olduğunu tanımlaması gibi faşizm de sanılanın aksine bir siyaset konusu olarak değil, sosyolojik bir sorun olarak tanımlanıyor.
Bu konuda birkaç örnek vermek istiyorum.
20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın şair ve yazarlarından sayılan Ingeborg Bachmann, ‘’Malina’’ (YKY, 2004) adlı romanında, romana adını veren Malina kadın kahramanın kocası romanda en büyük savaşın ikili ilişkilerde kişiler arasında olduğu vurguluyor: "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar."
‘’Bir Gün Tek Başına'’ (Ayrıntı Yayınları, 2015) romanının yazarı Vedat Türkali, roman, yazı ve söyleşilerinde özellikle 12 Eylül ile birlikte Türk aydınında başlayan erozyonu anlatıyor. Erozyonu da değil, aslında Türk aydınının aydın olmadığını anlatıyor. Vedat Türkali, Türk solunun eleştirdikleri feodaliteyi bizzat yaşadıklarını, sokakta "kahrolsun faşizm" diye bağıranların, eve gelince eşlerine, sevgililerine uyguladığı faşizmini anlatıyor. Özet olarak Vedat Türkali, roman, yazı ve söyleşilerinde sağı ile solu ile ülkenin kocaman bir ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ (Ayrıntı Yayınları, 2014)’ne dönüştüğünü anlatıyor. Ve şöyle söylüyor Vedat Türkali, "Düşündüğünü söylemekten korkarsa kişi, düşünmekten de korkmaya başlar". Aynen öyle oluyor, ülke o hale geliyor.
Benzer şekilde Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli sıra dışı bir edebiyatçı, düşünür ve yazar José Saramago, faşizmin artık günümüzde sembol olarak gamalı haç, siyah giysiler taşımadığını, saç ve bıyık şekilleri ve gülünç hareketlerle karakterize edilmediğini söylüyor. José Saramago, Berlusconi için de şöyle diyor: ‘’Berlusconi'nin İtalya'ya faşizmi tekrar getirmek istediğine dair en ufak bir şüphem yok. 30'lu yılların faşizmi gibi kol kaldırmak gibi gülünç hareketlerle vuku bulan bir faşizm değil fakat aynı oranda gülünç hareketleri var. Siyah gömlekli bir faşizm değil Armani kravatlı bir faşizmdir Berlusconi.’’
Şimdi ben bu faşizm konusunu niye öyle uzun uzun anlatıyorum? Çünkü yukarıda anlatılanları bizzat yaşıyorum da ondan anlatıyorum. Bu konuda yaşadığım üç örnek bulunuyor. Önce ilkini anlatayım:
Sn. Ekrem İmamoğlu’nu eleştirince
Geçen haftalarda sosyal medyamda bir haber paylaşıp eleştiride bulunuyorum. Haber konusu şöyle oluyor:
İBB Başkanı Sn. Ekrem İmamoğlu, 2027 Avrupa Olimpiyat Oyunları’nın imza töreni için yanında 45 gazeteci toplam 73 kişilik kafile ile THY’ndan kiraladıkları bir uçakla Roma’ya gidiyor. 189 yolcu kapasiteli uçakla 73 kişinin uçtuğu seyahatte uçağın kirası İBB tarafından ödeniyor. Gazetecilerin ve refakatçilerin otel, konaklama ve diğer masrafları da yine İBB tarafından ödeniyor. Patronlar Dünyası'nın haberine göre geziye katılanlar, gece, Roma şehir merkezine 2 kilometre uzaklıktaki Parco dei Principi Grand Hotel & Spa’da kalıyor. Beş yıldızlı otelin kendi internet sitesindeki verilere göre gecelik fiyatı iki kişilik odalar için 1.277 Euro’dan (44 bin 670 TL) başlıyor, tek kişilik odalar ise 2800 Euro’ya kadar (97 bin 956 TL) çıkıyor. Gezinin toplam maliyetinin 10 ila 20 milyon TL arasında olduğu tahmin ediliyor.
Aslında bu imza töreni hükümetin görevi oluyor. Çünkü imza töreninde Roma’da muhatap; Avrupa Olimpiyat Komitesi (EOC) Başkanı Spyros Capralos ve İtalyan Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı Giovanni Malago oluyor. Hal böyle olunca bu imza törenine İBB Başkanı Sn. İmamoğlu ile beraber Gençlik ve Spor Bakanı ile Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Başkanının katılması gerekiyor. Ancak bakan ve Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Başkanı bu toplantıya katılmıyor. Bu toplantıya hükümetten en üst düzeyde Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter katılıyor. Neden? Çünkü olimpiyat oyunları 2027 yılında İstanbul’da yapılıyor. 2028 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Sn. İmamoğlu’nun aday olma ihtimali bulunuyor. Dolayısıyla hükumet tarafından bu imza töreninin sönük geçmesi, Sn. İmamoğlu’nun ön plana çıkmaması için en düşük seviyede katılım sağlanıyor.
Ancak bu ayrı konu. Bu nedenle Sn. İmamoğlu’nun hükumet yapmıyor diye böylesi bir geziyi kendisinin da yapması gerekmiyor. Görev, (imza töreni) topu topu üç-beş kişi ile THY’nın tarifeli seferi ile gidip gelinebilecek bir görev olarak gözüküyor. Uçağın kirasını öde, onca gazetecinin, onca refakatçinin (toplam 73 kişi) otel ücretini, konaklama masraflarını öde! Kimin parasından? İBB'nin parasından! Eğer gazetecilere bu gezi hakkında bilgi verilecekse gezi dönüşü bir basın toplantısı yapılır, ne anlatılacaksa gazetecilere anlatılır, onlara gereken bilgi verilirdi. Olması gereken buydu!
Bu eleştiriden maksadım; yıllardır CB uçağına binen yandaş gazeteciler eleştiriliyor, ancak burada da aynısı yapılıyor. İBB Başkanı Sn. İmamoğlu da aynısını yapıyor. Gezinin yasal olması etik olduğu anlamına gelmiyor. Her yasal hak helâl, her yasal hak etik, ahlaki ve her yasal hak da hukuki olmuyor. Örneğin iflas eden kardeşinizin haraç-mezat satılığa çıkarılan evini satın almanız yasal hakkınız oluyor ancak bu durum hiç de helal, ahlaki, etik ve hukuki olmuyor. Konu aynı. Ülke ekonomik krizdeyken böylesi bir gezi düzenlemek, bütün masraflarını İBB'ye ödetmek hiç de ahlaki gözükmüyor.
İşte ben bu geziyi eleştirince sosyal medyada linç ediliyorum. Bana saldırılıyor. Özel hesaplarıma kadar ulaşıp bana üzüntülerini (!) belirtiyorlar. Çünkü hataları karşı mahalle yaparsa eleştirelim ancak bizim mahalleden birisi yaparsa gözlerimizi kapayalım, görmeyelim mantığı çalışıyor. İşte burada Vedat Türkali’nin bahsettiği, José Saramago’nun anlattığı, hem de Armani kravatlısı olan faşizm ortaya çıkıyor. ‘’Benim gibi, bizim gibi düşüneceksin! ’Benim gibi, bizim gibi düşünmüyorsan bile düşünceni açıklamyacaksın!’’ İşte bu da faşizmin Armani kravatlısı ve en alası oluyor.
İkinci konu ise daha fazla eleştirildiğim, daha fazla saldırıldığım bir konu oluyor.
Sn. Özgür Özel’i eleştirince
CHP Genel Başkanı Sn. Özgür Özel, 26 Mayıs 2024 günü '’Büyük Emekli Mitingi’’ düzenliyor. Sn. Özgür Özel bu mitingde konuyu OYAK’a getirip aynen şöyle konuşuyor: ‘’Bütün personelden kesilen %10 ile biriktirilen parayı OYAK bir yıl parayı işletmiş ve diyorlar ki nema %77. Bu portföyü Koç Holding işletse %720, Sabancı Holding yönetse %285. OYAK ise sözde TÜİK enflasyonu kadar nema verip porföy yönettik diyorlar. Bunun adı haksızlık değil bunun adı hırsızlıktır’’ diyor.
Tabii ki ben de bu konuşmayı da verilen bilgiyi de eleştiriyorum. Her şeyden önce verilen bilgi yanlış bilgi oluyor. Hatta bilgide birden fazla yanlış bulunuyor. Şöyle ki: OYAK, her şeyden önce bir portföy şirketi değil. OYAK, mesleki bir emeklilik kuruluşu, bir yönüyle de OYAK, üretim yapan bir sanayi kuruluşu. İkinci konu; Sn. Özel’in konuşmasında verdiği oranlar ilgili şirketlerin yıllık getiri oranlarını değil şirketlerin SPK mevzuatına uygun dağıttığı 1 TL nominal hisseye tekabül eden temettü verimini ifade ediyor. Diğer bir deyişle 1 TL nominal değeri olan ve piyasa fiyatı 240 TL olan Koç Holding hissesi 7,2 TL hisse başına temettü dağıttığında gerçek temettü verimi olan 7,2 / 240=%3 yerine nominal değerler üzerinden hesaplanan 7,2/1=%720 rakamı elde ediliyor. Dolayısıyla burada yapılan OYAK nema oranı ile bahsi geçen oranların mukayese edilmesi finansal anlamda doğru olmayan ve tabiri caizse elmayla armutun karşılaştırılması gibi oluyor.
Doğal olarak ben de diyorum ki CHP Genel Başkanı Sn. Özgür Özel’in hiç mi doğru dürüst bir ekonomi danışmanı yok? Koç Holding’in gerçekte verdiği %3 nire, Sn. Özgür Özel’in bahsettiği %720 nire? Ayrıca OYAK’ı bahsettiğim gibi yanlış verilere dayanarak ‘’hırsızlıkla’’ suçlamak ve yine yanlış verilere dayanarak OYAK üyelerini OYAK’a karşı kışkırtmak yakışıyor mu Sn. Özel’e? Koskoca mitingde ülkeyi ilgilendiren başka konu yok mu da yanlış bilgilerle, ‘’hırsızlıkla’’ itham ederek haksız yere OYAK hedef tahtası yapılıyor, OYAK suçlanıyor?
Ve kendisine CHP’nin İkinci Genel Başkanı İsmet İnönü’nün bir sözünü hatırlatıyorum: ‘’Bir devlet adamı, ne konuştuğunun değil, neyi konuşmayacağının hesabını yapmalıdır.‘’ Sn. Özgür Özel’i bu konuşmasında ‘’cahilce’’ konuştuğunu yazıyorum. Vay sen misin Sn. Özgür Özel’e ‘’cahilce konuşuyor’’ diyen! Burada bir özeleştiri yapmak istiyorum: ‘’Cahilce’’ sözcüğünü kullanmamam gerekirdi. Ancak bu seviyede bu kadar bilgi yanlışı olunca da ne demem gerekiyordu ki?
Sosyal medyada aldığım tepkileri de buraya yazmak istemiyorum.
Üçüncü konu da bir yaptığım bir eleştiri değil de bir destek yazısı üzerine. Bana en çok saldırı da bu yazım üzerine yapılyor.
OYAK’ı savununca
Mayıs ayı sonunda OYAK 64. Olağan Genel Kurulu, çalışmasını tamamlayarak 2023 yılı nema oranı %77,1 olarak açıklıyor. Ben de bu rakamın iyi bir rakam olduğunu belirtip OYAK konusunda OYAK’ı savunan, bilgi ve rakamlarla dolu uzuuun bir yazı yazıyorum. Vay sen misin OYAK’ı savunan! Burada sosyal medyada bana yöneltilen tepkileri sıralamak istemiyorum. Vedat Türkali de José Saramago da yaşayıp bana gösterilen tepkileri duysalardı, bana gelen tepkiler karşısında öyle sanıyorum ki sözlerini daha güçlü söyleme ihtiyacını hissederlerdi.
Bir çizgiyi kısaltmanın en doğru yolu
Bu tepkilere cevap vermeden önce belki de gerçekten de yaşanan bir öğretmen dersinden bahsetmek istiyorum.
Bir derste bir öğretmen masasından kalkıp, eline tebeşir alıyor ve tahtaya 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çiziyor. Ve öğrencilerine dönerek bu çizgiyi nasıl kısaltabileceklerini soruyor. Öğrenciler, çizgiyi birçok parçaya bölerek cevap veriyor. Öğretmen cevapları kabul etmiyor. Öğretmen, tahtaya ilkinden daha uzun çizgi çiziyor. Sonra da öğrencilerine soruyor: "Şimdi birincisi çizgi nasıl görünüyor?" Öğrenciler koro halinde cevap veriyor: "Daha kısa". Öğretmen: "Daha uzun bir çizgi çizmek, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir" diye dersi bitiriyor.
OYAK konusunda benim bilgi ve rakamlarla verdiğim yazımı çürütmenin, bu yazımı çöpe atmanın en basit yolu, bana saldırarak, en basitiyle ‘’Niye OYAK’ı destekliyorsun? Niye OYAK’ı savunuyorsun?’’ diye değil, yazımı yine bilgi, belge ve rakamlarla çürütmek oluyor. Ancak yazılacak bu yazının da enflasyon %180 (farazi), OYAK verdi %77.1 şeklinde, veya anlattığım gibi Koç Holding %720, Sabancı Holding %285 veriyor şeklinde temelsiz olmaması gerekiyor. OYAK ile ilgili yazım oldukça uzun, bu uzun yazım içinde bunun böyle olmadığını yine uzun uzun anlatıyorum.
Yazılarımda kendimden pek bahsetmem. Kendimden bahsetmeyi pek hazzetmem gerek de görmem. Ancak bu konuda kendimden bahsederek, OYAK ile ilgili yazımı hangi bilgi ve birikimimle yazdığımı, onu anlatmak ihtiyacını hissediyorum.
OYAK ile ilgili yazı yazabilecek bilgi ve birikimim
Ben ‘’İşletme Lisans’’ mezunuyum. Yüksek lisansımı da Almanya’da yaptım. Almanya’da iken ekonomi haberlerini daha iyi takip edebilmek için yüksek lisans eğitimim boyunca ‘’Wirtschaftsdeutsch’’ (ekonomi Almancası) kursuna katıldım. Daha sonra Viyana’da iki yıl boyunca ataşelik yaptım. Bu süre zarfında bakanlığın Avusturya’da iş yaptığı şirketler hakkında, Avusturya Ticaret Bakanlığından ilgili Avusturyalı şirketlerin dokümanlarını alıp bu şirketler hakkında rapor hazırlayıp bakanlığa gönderdim.
2010 yılında emekli olduktan sonra dört ticari şirketi olan Türkiye çapında saygın bir kuruluşta beş yıl genel müdür yardımcılığı görevinde bulundum. Bu dört şirketin beş yıl boyunca her ay yapılan yönetim kurulu toplantılarına katıldım. Türkiye çapında kendi alanında ilk beşte yer alan bir şirketin beş yıl yönetim kurulu üyeliği, iki yıl da yönetim kurulu başkan vekilliği görevini yürüttüm. Kendime ait yurt dışına iş yapan bir limited şirket kurdum. Ancak hükümetin politikaları nedeniyle götüremedim, bir süre faaliyet gösterdikten sonra kapatmak zorunda kaldım.
Son olarak da İstanbul’da 2018-2023 yılları arasında bir sanayi şirketinin danışmanlığını yaptım. Danışmanlığını yaptığım bu şirket Kaprolaktam fabrikası kuracaktı. Bu şu demekti: Türkiye’deki sentetik iplik sanayi; PP, PES, akrilik gibi iplik türleri yanında, naylon-6 iplik de üretiyor. Bu iplik, tekstil sanayinde ve özellikle de balık ağları yapımında kullanılıyor. Naylon-6’nın hammaddesi çeşitli kimyasalların üretiminde kullanılan monomer kaprolaktam maddesi oluyor. Kaprolaktam aynı zamanda MDF, lamine reçine tutkalı ve emprenye kağıt üretiminde kullanılıyor. Çok basit bir anlatımla, naylon iplik üreten fabrikalar bu naylon ipliğini kaprolaktam hammaddesinden üretiyorlar. Türkiye, bu ihtiyacını karşılamak için Petkim Yarımca Kompleksi’nde 1976 yılında kaprolaktam fabrikasını kuruyor. Ancak dışarıdan hazır almak daha kolay ve ucuza geldiği için kaprolaktam fabrikası 1993 yılanda kapatılıyor. Fabrikanın tezgâhları da sökülüp hurdaya satılıyor. Ülkesindeki fabrikasını kapatan ve fabrika tezgâhlarını söküp hurdaya satan Türkiye, günümüzde kaprolaktam hammaddesini yurtdışından çeşitli ülkelerden dolar vererek ithal ediliyor. Günümüzde böyle bir tesisi kurmak yaklaşık 500 milyon dolara mal oluyor. İşte danışmanlığını yaptığım şirket bu kaprolaktam fabrikası kurmak istiyordu. İçinde benim de bulunduğum fizibilite ekibimiz, yaptığımız uzun süreli fizibilite çalışması sonunda 500 milyon dolar tutarındaki bu yatırımdan vazgeçtik. Daha doğrusu patrona bu yatırımdan vazgeçmesini teklif ettik. Çünkü artık Türkiye, sadece siyasi ve hukuki sorunlar yüzünden değil, yüksek enflasyon, yüksek maliyet enflasyonu, dövizdeki belirsizlik ve ekonomik belirsizlik gibi sorunlar nedeniyle üretim yapılabilir bir ülke olmaktan 2010 yılından beridir çıkmış durumda oluyor.
Benzer şekilde beş yıl yönetim kurulu üyeliği ve iki yılda yönetim kurulu başkan vekilliği yaptığım şirkete, bir Alman şirketi satın almak amacıyla talip olmuştu. Bu Alman şirketiyle iki yıl boyunca görüştük. Uluslararası bir denetim ve danışmanlık hizmetleri firması olan Ernst & Young firmasını aracı olarak görevlendirdik. Firmaya şirketimiz hakkında bu iki yıl boyunca yüzlerce klasör bilgi gönderdik. Alman şirket Türkiye’ye yatırım yapmaya gelecekti. Türkiye’yi üretim üssü yapıp ürünlerini Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’ya ihraç edecekti. Alman şirketle defalarca yüz yüze görüştük. Almancam nedeniyle de zaman zaman bazı toplantılara da tercümanlık yaptım. Sonuçta, iki yılın sonunda Almanlar, şirketi almaktan vazgeçtiler. Çünkü Türkiye’de üretim yapmayı, sadece siyasi ve hukuki nedenlerle değil ekonomik nedenlerle uygun görmediler.
Bunu şunun için yazıyorum: Sanayinin içindeydim, iş dünyasının içindeydim. Ve bu tecrübeme binaen de aynı zamanda iyi bir finansal tablo okuyucusu oldum. Bu tecrübem nedeniyle; üretim nedir, enflasyon nedir, maliyet enflasyonu nedir, enflasyon muhasebesi nedir, gelir gider tablosu nedir, bilanço nedir, bütçe nedir bunları bilecek ve bunlara yorum yapacak kadar, finansal bir tabloyu okuyacak kadar da bilgi ve birikim sahibi oldum.
Türk sanayicisinin, Türk üreticisinin durumu
Bu tecrübemle şunu söyleyebilirim ki üretim yapan Türk sanayisi bugün için çok çok zor durumda bulunuyor. Kimsecikler farkında değil ama Türkiye’de üretim yapmak artık gittikçe zorlaşıyor. Maliyet enflasyonu had safhada bulunuyor. Vatandaş enflasyonun sıkıntısını nasıl ağır hissediyorsa daha ağırını üreten şirketler hissediyor. Yabancı reel yatırımcı bir bir ülkeyi terk ediyor. Üretimini yurt dışına kaydırabilen yerli şirketler üretimlerini yurt dışına kaydırıyor. Tekstil sektörü üretimini Mısır ve Kuzey Afrika’ya taşınıyor, otomotiv sektörü Romanya, Macaristan ve İspanya’ya taşınıyor. Örneğin Volkswagen, Türkiye’de yatırım kararı almışken, bu maksatla Manisa’da fabrika arazisi alıp, şirket kurmuşken son anda yatırımdan vazgeçip yatırımını Slovakya’ya yapıyor. Daha önce yatırımını Türkiye'de de yapılabileceğini açıklayan Çin otomobil devleri Türkiye’den vazgeçiyor; Chery, İspanya'da, BYD ise Macaristan’da karar kılarak fabrikalarını oralarda kuruyor. TOFAŞ'ın Bursa fabrikasında ürettiği Fiat Doblo'nun üretimini İspanya'ya kaydırıyor. 2021 yılında iki büyük otomotiv devi FCA ile PSA'nın birleşmesiyle kurulan Stellantis Grubu, Doblo'nun 5'inci neslinin 2023 yılının başından itibaren İspanya'daki Vigo fabrikasında üretileceğini duyuruyor. Türkiye'nin en büyük otomotiv şirketi Ford Otosan, Romanya’daki fabrikasının bünyesine katılmasıyla bazı modellerinin üretimini ve elektrifikasyon konusundaki deneyimini Romanya’ya taşıyor. Avrupa’nın ticari araç üretim lideri Ford Otosan, kısa süre önce hattan indirdiği E-Transit üretimini Romanya Craiova’da taşıyor. Honda, Gebze'deki fabrikasını kapatıp Türkiye’den ayrılıyor. Ülker Grubu, merkezini Londra’ya, Godiva’yı da satın alarak sermayesini Belçika’ya taşıyor.
Çünkü Türkiye’de üretim artık nerdeyse imkânsız hale geliyor. Bir yandan dolar kuru baskısı, sabitleşen döviz kuru, diğer yandan Çin mallarının baskısı, bir yandan daralan AB pazarı, küresel çapta yükselen korumacılık, diğer yandan yaşanan Ukrayna sorunu, yüksek enflasyon, artan maliyetler, artan maliyet enflasyonu sanayi şirketlerinin, üretim yapan şirketlerinin belini büküyor. Zannedildiği gibi yüksek enflasyon altında üretim yapan şirketler yüksek kâr elde etmiyor. Enflasyon oranı arttıkça, vatandaşın alım gücü düştükçe üretim yapan şirketlerin karlılığı azalıyor, üretim yapan şirketlerin sermayesi eriyor.
Türkiye’ye dışarıdan hiçbir yeni yatırım gelmediği gibi, var olanlar da üretimlerini dışarıya taşıdıkları gibi yerli yatırım da yapılmıyor. OYAK ile ilgili yazım içinde bunun bolca örneklerini veriyorum. Türk ihracatçısının hedefi olan AB pazarı hükümetin izlediği politikalar, Ukrayna ve Çin faktörü nedeniyle yavaş yavaş daralıyor.
Türkiye’nin genel ekonomik durumu
Ayrıca OYAK'ı değerlendirirken ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulların da dikkate alınması gerekiyor. Bunu OYAK ile ilgili uzun yazımda ayrıntılı bir şeklide anlatıyorum.
Örneğin, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) yayınladığı açılan ve kapanan şirket verileri, 2023 yılının işletmeler açısından hiç de iyi geçmediğini ortaya koyuyor. TOBB’un 2009 yılına kadar uzanan verilerinde 2023 yılına gelene kadar hiç görülmeyen bir durum ortaya çıkıyor. Verilerine sahip olduğumuz 15 yılda ilk kez gerçek kişi ticari işletmelerinde kapanan şirket sayısı, açılan şirket sayısını aşıyor.
TOBB’nin verilerine göre 2023 yılında 19 bin 880 gerçek kişi ticari işletmesi kurulurken kapanan gerçek kişi ticari işletmelerinin sayısı 32 bin 933’ü buluyor. Yani yeni kurulan her 100 işletmeye karşılık 166 gerçek kişi ticari işletmesi kapanıyor. Kurulan gerçek kişi ticari işletmesi sayısı, 2022 yılına göre yüzde 26.63 düşerken, kapananların sayısı yüzde 42.27 artıyor.
Bu durum, aynı oranda olmasa da diğer şirketler için de geçerli oluyor. 2023 yılında 128 bin 528 şirket kurulurken 25 bin 883 şirket kapanıyor. Kurulan şirket sayısı yüzde 8.34 düşerken, kapanan şirket sayısı yüzde 11.71 artıyor. Yeni kurulan her 100 şirkete karşılık kapanan şirket sayısı 16.52’den 20.14’e yükseliyor.
Bütün bu bilgileri görmeden, 25 ayrı ülkede 153 şirket ile faaliyet gösteren OYAK’ın sadece ve sadece bir şirketi zarar etti diye kıyamet koparılıyor. Ve o zarar eden tek şirket üzerinden sanki bütün bir OYAK zarar etmişcesine bilinçli ve kasti bir algı yaratılıyor.
OYAK nasıl bir kuruluştur?
Yazımda bahsettiğim gibi OYAK, bir portföy şirketi, paradan para kazanan bir finans kuruluşu değil, OYAK, üretim yapan bir sanayi kuruluşu oluyor. Yukarıda bahsettiğim zorlukların aynısını da OYAK şirketleri yaşıyor. Bir de üstelik OYAK’ın amiral gemisi olan Erdemir Şirketinin İskenderun Fabrikası 06 Şubat 2023 depreminde ağır hasar alıyor. Fabrika aylarca kapalı kalıyor. Fabrikanın İskenderun’da olması nedeniyle OYAK depremden zarar görmüş bölge halkına elinden gelen yardımı yapıyor.
Sonuç
Ben bir OYAK üyesiyim. Ben de OYAK’ın %180 kâr dağıtmasını isterim. Yine yazım içerisinde Koç Grubu %720 getiri veriyor efsanesinin doğru olmadığını rakamlarla anlatıyorum. Ancak ben gerçekçiyim. OYAK hakkında bir yazı kaleme alabilecek kadar da yukarıda anlattığım gibi Türk sanayisini tanıyorum, finansal tabloları okuyabiliyorum. OYAK ile ilgili yazımı işte ben bu bilgi ve birikimimle yazıyorum. Yazımda bolca bu bilgilerimi ve OYAK ve Türk ekonomisi hakkında bilgileri sunuyorum. Yani ben, renkli ekranlarda bolca gördüğünüz herbokoglardan birisi değilim. OYAK ile ilgili yazımı bilgi, birikimim ve tecrübemle yazıyorum.
2022 yılına göre 2023 yılında; Dolar %57,90, Euro %63,39, Altın %74,8, Borsa %35.60 ve TÜFE’ye göre enflasyon ise %64,77 oranında artıyor. Bütün bu bilgiler, bütün bu ortamlar, bütün bu şartlar ve bütün bu rakamlar altında OYAK’ın 25 Mayıs 2024 tarihinde açıkladığı 2023 yılı %77,1 nema oranının ben iyi bir değer olduğunu düşünüyorum ve bunu da yazımda vurguluyorum. Şahsen bu rakamı öpüp başıma koyuyorum. Bunu da OYAK hakkındaki yazımda ifade etmeyi kendime bir borç hissediyorum.
Şu tahmini de burada yapmak istiyorum: Ülke ekonomisi böyle giderse gelecek sene OYAK’ın bu sene verdiği bu rakamı da mumla arayacağız diye düşünüyorum.
Son söz
Yukarıda anlattığım üç konuda da beni eleştirenlerin girişte bahsettiğim gibi bilgi ve rakamlarla beni çürütmesi, çizdiğim çizgiden daha uzun bir çizgi çizerek benim çizgimi küçültmeleri gerekiyor. Herkesin yazabileceği, seslerini duyurabileceği mutlaka bir ortam, en azından sosyal medya bulunuyor. Ben Sn. Ekrem İmamoğlu’nun Roma gezisini eleştirdiğimde, bana eleştiriler yöneltileceğine, bu gezide hiçbir efektif değer olmaksızın İBB kasasından harcanan 10 ila 20 milyon TL’nin gerekçeleri ortaya konulup savunulması gerekiyor. Ben Sn. Özgür Özel’in, Büyük Emekli Mitinginde sanki Türkiye’nin başka sorunu yokmuş gibi emekli OYAK üyelerini yanlış bilgi ile OYAK’a karşı kışkırttığında ve OYAK’ı hırsızlıkla itham ettiğinde tabii ki Sn. Özel’i eleştiriyorum. Ancak bu eleştirim nedeniyle bana linç uygulanacağına, bana saldırılar yöneltileceğine, bu yanlış bilginin kim tarafından Sn. Özgür Özel’e verildiğinin araştırılması gerekiyor.
Ben yazımda, anlattığım bu bilgi, birikim ve tecrübemle ‘’OYAK başarılıdır’’ diyorsam, beni eleştirenlerin de benden daha bilgili, daha tecrübeli ve rakamlarla ‘’OYAK başarısızdır’’ diye belgelemeleri gerekiyor. Ancak öyle olmuyor. ‘’Benim dediğim doğrudur, biz böyle düşünüyoruz, çoğunluk böyle düşünüyor’’ gibi, bilgi olmaksızın, belge olmaksızın, önyargılarla, sloganlarla, klişelerle ve yüksek seslerle (!) insafsızca eleştiriliyorum. Bana, açık açık ‘’Benden, bizden farklı düşünme!. Benden, bizden farklı düşünüyorsan da düşünceni ifade etme!’’ deniyor. Bu noktada; "Düşündüğünü söylemekten korkarsa kişi, düşünmekten de korkmaya başlar" diyen Vedat Türkali’nin ve “önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur” diyen Einstein’ın kemikleri sızlıyor.
Ve ben bu eleştirilere baktığımda gördüğüm ise ne yazık ki sadece ve sadece Armani marka bir kravat oluyor! Tabii ki bu eleştiriden kastım yukarıda anlattığım türden olan, bilgiye dayanmayan, klişe ve slogallarla yapılan, baskıcı, hatta bana, eleştiri adı altında hakarete varan ifadelerle yapılan saldırılar oluyor. Ben bunların hiçbirisine cevap vermediğim gibi büyük bir çoğunluğunu da sosyla medya hesaplarımdan engelliyorum. Bilgiye dayalı, medeni eleştirilerin ise her zaman için başımın üstünde yeri bulunuyor. Bu yazımı ise bu eleştirilere genel bir cevap olarak yazıyorum.
Türkçe’de ‘’kötü para iyi parayı kovar’’ diye bir deyim bulunuyor. Bu deyim şu anlama geliyor. Örneğin bakkaldan bir alışveriş yapıldığında nakit para öderken genellikle insanlar cüzdanlarındaki en buruşuk, en kirli (yani kötü) parayı bakkala veriyor, gıcır gıcır (iyi) paraları da cüzdanlarında saklıyor. Bakkallar da aynı şekilde müşterisine para üstü verirken kasalarındaki en buruşuk, en kirli (yani kötü) parayı müşteriye veriyor, gıcır gıcır (iyi) paraları da kasalarında saklıyor. İşte bu şekilde piyasada hep kötü para dolaşıyor, iyi paralar cüzdanlarda ve kasalarda saklanıyor.
Bu örnekte para bir metafor oluyor. Anlayanlar da zaten anlıyor…
Arz ederim.
Osman AYDOĞAN