Nasihatnâme
21 Temmuz 2014
Toplum olarak çok büyük yanlışlarımız bulunuyor; bizi, önyargı ve duygularımız besliyor, bu nedenle de okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimiz engelleniyor, gelişmiyor, hamasetten bilgi seviyesine gelemiyoruz, rasyonel, metodik ve analitik düşünemiyoruz, bildiklerimize iman ediyoruz, hiçbir şeyi araştırmıyoruz, anlamayı çok basit zannediyoruz, sağıyla, soluyla zihnimiz; önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal ediliyor. Bir de bu kadar zafiyetin üzerine toplum olarak tarihini çarpıtılmış dizilerde, geçmişini masallarda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan dindar ve kindar bir nesil yetiştiriyoruz.
Toplumu bu konuda aydınlatacak aydınların bir kısmı ise Klaus Mann’ın Mephisto (Everest Yayınları, 2019)’sundan Stefan Zweig’ın Joseph Fouché (Can Yayınları, 1996)leri arasında birinden diğerine savrulunca, eğri insanların doğru, doğru insanların da eğri konuşmaları sonucu gerçek de bir türlü anlaşılmıyor.
Tarihin istismarı
Tarihi de istismar ediyoruz. İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ (Agora Kitaplığı, 2009) adlı kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatıyor (s. 6-7):
“Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
İşte geçmişin nasıl istismar edilerek nasıl bir sanal tarih yaratıldığını bir örnekle anlatmak istiyorum: Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye verdiği nasihatini bir örnek olarak anlatmak istiyorum.
Biz bu nasihati şöyle biliyoruz:
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi'ye nasihati
‘’Ey Oğul,
Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.
Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı. Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez.
Gördün söyleme, bildin bilme.
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.
Cahil ile dost olma: ilim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün.
Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz.
Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir.
Kişinin gücü günün birinde tükenir ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı kapalı gözlerden bile içeri sızar aydınlığa kavuşturur.
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme!
Faydalı ile faydasızı ayırt edebilenler, bilgi sahibi olanlardır.
Ukalayla dost olma: çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.
Güceniklik bize; gönül almak sana.
Açgözlü ile dost olma: ikram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün.
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.
Suçlamak bize; katlanmak sana.
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!
Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir.
Hayvan ölür semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil bırakmayanın ardından ağlamalı.
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü zaman yok, süre az!
Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır.
Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki toprağın tavda olduğunu bilebilsin.
Hal bil, ahval bil, gönül bil.
İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!
Mert ol, yürekli ol.
Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.
Kimsenin umudunu kırma.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.”
Koca bir yalan
Biz bu nasihati böyle biliyoruz. Koca koca tarihçiler bu nasihati tarih kitaplarında yazıyor. Koca koca siyaset erbabı bu nasihati mitinglerinde söylüyor, koca koca bürokratlar ve siyasetçiler bu nasihatin metnini koca koca çerçeveler içinde odalarına asıyor. Ancak araştırmayı hiç ama hiç sevmediğimiz için ve de bilgimize iman ettiğimiz için hiç bu nasihatin kaynağını sormak hiç mi hiç aklımıza gelmiyor.
Bu nasihatin kaynağı bulunmuyor. Hiçbir tarihi belgede Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye böylesi bir nasihati bulunmuyor. Dolayısıyla bu nasihat gerçek de olmuyor.
O zaman bu nasihat nereden geliyor?
Akademisyen Tarihçi Y. Hakan Erdem, yazdığı ‘’Tarih Lenk, Kusursuz Yazarlar Kağıttan Metinler’’ (Doğan Kitap, 2019) adlı kitapta Beşir Ayvazoğlu’nun, bu öğütleri hiçbir kaynakta bulamadığını, sonra kullanılan dilden dolayı pek eski olamayacağını düşündüğünü ve üslubu tanıyarak Tarık Buğra’ya ait olduğunu saptadığını söylüyor. (s. 332)
O zaman Tarık Buğra’ya ve onun eseri ‘’Osmancık’’ (Ötüken Neşriyat, 2000) adlı tarihi romana gitmemiz gerekiyor.
Tarık Buğra ve romanı ‘’Osmancık’’
Her roman gibi bu kitap (Osmancık) da bir kurgu roman oluyor. Toplum olarak kurguyu, senaryoyu hep gerçek hayatla karıştırdığımız ve toplum olarak da bu yönde yönlendirildiğimiz için romanda geçen kurgu karakterleri de (Osman Bey ve Şeyh Ede Balı- Tarık Buğra romanında Şeyh Edebali’yi bu adla kurguluyor) gerçek kişiler zannediyoruz. Bu kitap ilk olarak 1983 tarihinde yayınlanıyor. Ardından bu roman, 1988 yılında yönetmenliğini Yücel Çakmaklı’nınn yaptığı ‘’Kuruluş ‘Osmancık’ " adı ile TRT’de 12 bölümlük bir dizi olarak yayımlanıyor. Asıl olanlar da bu dizi yayınlandıktan sonra oluyor. Çünkü okumayan, araştırmayan, sorgulamayan toplum dizi senaryolarını birer gerçek olarak algılıyor.
Tarık Buğra’nın, ‘’Osmancık’’ romanında (ve TRT1’deki dizi de) Şeyh Edibali, damadı Osman Bey’e, şu nasihatlerde bulunuyor:
“Ey oğul, Osmancık; şeyhim Ede Balı’nın sana diyecekleri var. Dinle. Eyi dinle. Beni dinlermiş gibi dinle. Deden Süleyman Şah’ı dinlermiş gibi dinle. Dedene söyleyenler söylermiş gibi dinle. Benim dedeni dinlediğim gibi dinle. Dedenin dedemi dinlediği gibi dinle.
Ey Osmancık; Tanrı gözünü, gönlünü ve yolunu ışıtsın; bileğinin, yüreğinin gücünü pekiştirsin; haktan, adâletten, merhametten, azimden, sebattan garib komasın.
Ey Osmancık; beğsin. Beğliğini bil, beğliğini unutma.
Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde; katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoş görmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar bize, adâlet sana; kötü göz bize, şom ağız bize, haksız yorum bize, bağışlama sana.
Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak, şevklendirmek, gayretlendirmek sana.
Ey Osmancık; yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Tanrı yardımcın olsun; beğliğini kutlu kılsın; Hak yoluna yararlı kılsın; ışığını parıldatsın, uzaklara iletsin; sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürtmeyecek akıl versin.
Ey Osmancık, oğul; kıvancımdın, övüncüm ol; sevincimdin, güvencim ol. Var şimdi ananın duasını dile.”
Tarık Buğra’nın ‘’Osmancık’’ romanında (ve TRT1’deki dizi de) Şeyh Edibali, damadı Osman Bey’e verdiği nasihat bu kadar oluyor. Bu kurgu romanı ve bu kurgu karakterleri ve bu kurgu nasihati gerçekmiş gibi Tarık Buğra’nın romanından aşıranlar bu aşırma ile de yetinmeyip bir de bu nasihatte olmayan “insanı yaşat ki devlet yaşasın” ibaresini de ekliyor. Kaldı ki ''nasihat'' diye her farklı kişi veya kurum da farklı farklı metinler kullanıyor.
Devleti yönetenlere ne güzel nasihatler değil mi? Keşke bu kurgu nasihatler gerçek olsaydı da Osmanlı padişahları ve devlet yöneticileri bu nasihatlere uysalardı değil mi?
Çağımıza dair bir nasihatnâme
Yazımın girişinde bahsettiğim, Klaus Mann’ın Mephisto’sundan Stefan Zweig’ın Joseph Fouché’sine kadar savrulan aydınlarımızdan Alev Alatlı’nın iki kitabında yer alan bir nasihatnamesi (‘’Fesüphanallah! - Nasihatname 1’’, Turkuvaz Kitap, 2019 ve ‘’Hafazanallah! - Nasihatname 2’’, Turkuvaz Kitap, 2019) bulunuyor. Yine yazımın girişinde bahsettiğim gibi bu nasihatler eğri insanların doğru, doğru insanların da eğri konuşabileceklerinin bir örneğini oluşturuyor.
Alev Alatlı’nın bahsettiğim kitaplarında doğru bir nasihatnâmesi bulunuyor. Her bir nasihat üzerinde derin derin düşünmemiz gerekiyor:
‘’Ey, Oğul! Gençsin. Uslanmış ömrün 21.yüzyılın ilk çeyreğine denk geldi. Aklını formatlayan, zamanın hâkim doğruları. Sen sen ol, alâkalı delillerin bütününe vakıf olmadığında, aklının çıkarımlarına güvenme. Her daim gerekli, velâkin yeterli değildir akıl.
Ey, Oğul! Herşeyi anlamaya kalkan, öfkeden ölmeyi göze alır derler. Bilesin ki, akılla anlaşılamaz, pergele, cetvele gelmez bu Ülke. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye sadece iman edilir.
Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde.
Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.
Ey, Oğul! Sen sen ol çağdaş sözcüğünü insanlık tarihinin en ileri aşamasıdır belleme. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir. Tek bir sürgüne takılıp kalma, bütüne bak. Ekolojiyi kolla ki, tarih çalısı sürgün vermeyi sürdürebilsin. Bir şeyden korkacaksan, soğuyan Güneşin seni yarı yolda bırakmasından korkmalısın.
Ey, Oğul! Tarihin olanı değil, ‘olması gerekeni’ kaydetmesi gerektiğini vaaz eden, Aristo. O gün, bugün, tarih yazıcılarının kısmı azamı kendilerini yandaş sürgünlerin geçmişini asilleştirmekle yükümlü hissederler. Eski çamların bardak olmaları da bundandır ne Osmanlı ne de Cumhuriyet tarihinin hakkıyla yazılamamış olması da bundan.
Ey, Oğul! Güneşin balçıkla sıvanmadığı söylemi, zamanın ruhuna yenik düşenlerin avuntusudur. Tarih şahittir ki, güneş balçıkla sıvanabilir, gerçeklerin üstü örtülebilir. Hakikat sükût suikastına kurban gidebilir, hiç söylenmemiş, dile getirilmemiş gibi olabilir. Umumun zihniyetine ters düşen gerçek, öfke uyandırır. Sapkınlıkla, sapıklıkla suçlanır, savunmasız kalır.
Ey, Oğul! Hakikatin bu yüzyıldaki en yaman hasmı, dünyanın yeni düzenine revaç veren ‘doğru’lardır. Dünyaya çeteler hükümran olduğunda evrensel kamuoyuna hitap eden ahkâm, insana dair hakikati yansıtmaz olur. Hâkim kültüre ters düşen toplumlar düşkün ilan edilir, milletler camiasından sürülürler.
Ey, Oğul! Kâfir de olsan Müslüman, değilim desen de Türk sayıldığın bir coğrafyanın çocuğusun. Sen sen ol, 21. yüzyılın şen şakrak ahkâmına yine de kapılma. ’79 İran rehine krizi, Körfez, Somali, Irak, Libya kulağına küpe olsun. Rahmetli Edward Said’i ıskalamayasın.
Ey, Oğul! Medyadan medet umma. Medya özgür olabilemez. Medya’nın başarısı umumun zihniyeti doğrultusunda ürün vermesiyle kaimdir. Gazeteci gerçek düşüncesini bağlı olduğunu gazeteye sokmamak için para alandır. İnsanoğlunun hafifmeşrep, hafızayı beşerin nisyan ile malûl olduğunu bil, bugünün en silisiz gazetesinin, yarının en muteber tarihi vesikası sayılacağını aklından çıkarma.
Ey, Oğul! Sen ki müstakbel bir babasın, hâkim ahkâmın etlerini kılçıklarından ayırmasını öğrenmelisin. Mal, mülk, kılık kıyafet, itibar, sempoziyumlar, paneller göz kamaştırır. Sıkılmış yumruklar, keskin bakışlar, konserler, mitingler gönül çeler. Pop zihniyetin doğru saydığını nihai hedeftir diye belleme. Şaşaalı kabullerin kendi gerçeklerini karartmasına izin verme. Akranlarının aklına ille de uyma. Genelde kabul gören ahkâma saygılı bir mesafede dur. Haktan ayrılma, gerçeklerden kopma ki, hakikat sulbunun yolunu bulabilsin.
Ey, Oğul! Kahraman ‘kahr’dan türeme, kahramanlık konjonktürel. Görkemli törenlerle üstün hizmet madalyaları tevdi eden, umumun zihniyeti. Kahramanlığın hallerden bir hal, umumun ayran gönüllü olduğunu unutmayasın. Oysa yiğitlik içsel bir haslettir. Haysiyetliliktir, erdemliliktir, cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır. Üstün ahlâktır, kârsız sevgidir, ölçülü saygıdır. Dobra ama patavatsız değil, cömert ama savurgan değil, yürekli ama saldırgan değil, inançlı ama yobaz değil, içten ama ahmak değildir yiğit.
Ey, Oğul! Kahraman, gücü yetmediğinde kahraman olmaktan çıkar. Yiğit, gücü yetmese de yiğit kalır. Yiğitlik madalyası yoktur. De ki, takınamadın, ne gam? Sen öyküneceksen, kahraman olmaya değil, yiğit olmaya öykünesin.
Ey, Oğul! Akranıyla uçmayan kuş, semada hu! çeker derler. Sen sen ol, kankalarını sıra dışı zekâlardan seç. Edepsizden edebini satın al. Cehl ile söyleşme ki, konjonktürel ahkâm seni fenersiz yakalayamasın.
Ey, Oğul! Bayağılık geçer akçe olup yüreğini daralttığında, varıp büyük edebiyatçıların kapılarında yatasın. Neş’et Ertaş, her kahramanın yiğit olmadığı en iyi bir bilendir. İnsan serüvenin üç yüz senaryodan ibaret olduğunu sana William Shakespeare hakkıyla anlatır. Manzarayı umumiyi İbni Haldun hocadan sor. Cemil Meriç üstadı ihmal etme ki, özgün sanılan tekliflerin arkasına saklanmış Godot’u bekleyen asıl eserleri gösterebilesin.
Ey, Oğul! Sakın ola ki, kitapları kendi düşüncelerini doğrulatmak için okuyanlardan olmayasın. Okumak gece yolculuğuna benzer, unutmayasın. Kelimeleri Karayollarının karanlık susaların iki yanlarını işaretlemek için yerleştirdiği fosforlu kedigözleri gibi düşüneceksin. Kedigözlerinin kendilerine ait güç kaynakları yoktur. Kitap sayfalarındaki kavramlar misali hayata gelmeleri, parlayabilmeleri için far ışıklarının üzerlerine düşmesi, onları aydınlatması gerekir.
Ey, Oğul! Sürücünün ehil olanı, kelimeleri aydınlatanın kendi farları olduğunun şuurunda olandır. Bırakıp gittiğinde susanın yeniden karanlığa bürüneceğinin, kararan metinlerin gecenin zifrini delemeyeceklerinin idrakinde olmalısın. Bilgiyle gerdeğe girmek isteyen sürücünün ehil olması gerekir.
Ey, Oğul! Direksiyon başındaki o sürücü sensin. Kavramların dile gelebilmeleri için tekeri uygun yönde kırması gereken de sen. Kitap kapaklarını örtme ki sayfalara ışık sızabilsin, kelimeler, kavramlar parlasın. Tekinsiz bir yüzyıla denkleyen ömrün, karanlığa gömülmesin.
Ey, Oğul! Çetelerin topluma hükümdar oldukları çöküş süreçlerinde eşrefi mahlûkat mertebesinin hakkını vermek zor zenaattır.
Ey, Oğul! Bu dünyaya dair senin tecrüben birse, beşerinki bindir. İslâm’ın, Zen’nin, eski/yeni Hıristiyanlığın kendini bilmeni öğütleyen kadim korosuna kulaklarını tıkamayasın. Fikirlerini, inançlarını, duygularını, davranışlarını, türdaşlarınla ilişkilerini, bıkmadan, usanmadan, sürgit irdelemekten geri durma. Kendinle yüzleşmekten korkma.
Ey, Oğul! Herkes yanlış bir ben doğru inancı ne kadar saçmaysa, herkes doğru bir ben yanlış hükmü da bir o kadar saçmadır. Meğer ki, kendinde keşfettiğin fıtri gücü, kabul, itiraf ve ilân etmekten kaçınıyor olasın, sayısız olumsuzlukla bir başına halleşebilecek donanıma sahip olduğundan zinhar kuşku duymayacaksın. Çünkü, insansın ve bu dünya seninle başlar, seninle biter. Ataleti teslimiyyetle karıştırma. Yüreğindeki savaşçıyı uyandırmaya üşenme ki, 21.yüzyılın dayattığı ahval ve şeraitte kendine mukayyed olabilesin.
Ey, Oğul! Zulmet, meçhul karanlıktır, kaostur. Lâkin, içeni Kıyamet’e dek diri kılan efsanevi ab-ı hayat/bengisu da zulmette gizlidir. Her kim ki, bu dünya ile kifayet etmez, Büyük İskender misali dirilik suyunun peşinde, Zulmet’e dalmaktan geri durmayacaktır.
Ey, Oğul! Sibernetik organizmaların çağdaş yaşamın dirilik suyu olduklarını gözden kaçırma. “Cyborg” dediğin, ihtiyar güneş kızıl deve dönüşüp Dünya’yı yutmaya durduğunda insanoğlunu ölümsüz kılacak sonsuzluk tasavvuru, kadim Yaratılış mitlerindeki bengisunun yüksek teknoloji uyarlaması. Heyhat, 21. yüzyılda kimse yatağında ölmeye razı değil.
Ey, Oğul! Sen sen ol, fizikle, matematikle iyi geçin. Bir gözün de hep astronominin üstünde olsun ki yeni bulguları ıskalamayasın. Evren ve Dünya’ya dair algılarımıza, fizik ile matematik ayar verirler. Sosyal bilimler, sanat, edebiyat, hukuk, hatta müzik, bunların yasaları doğrultusunda şekillenir. İtikada dair kaziye ve hükümler dahi fizik kurallarıyla desteklenmez, fen ile terbiye edilmezlerse, ibadet etkisiz kalır.
Ey, Oğul! Kimse Katolik Kilisesi kadar bağnaz olmasın. Unutma ki, onlar bile İncil’in “dünya evrenin merkezinde sabittir, gökcisimleri onun etrafında dönerler” şeklindeki ahkâmını tevil etmek zorunda kaldılar. Dini inançlar söz konusu olduğunda hatayı tevil etmek, yanlışı kılıfına uydurmak yüzyıllar alır. Erken öten horozun başının kesildiğini de unutmayasın.’’
Yazar Alev Alatlı, 02 Şubat 2024 tarihinde vefatının ardından kendi sosyal medya hesabından "Nasihatimdir, vasiyetimdir" diye başlayan ve bu nasihatlerden bir kısmının yer aldığı aşağıdaki yazısı paylaşılıyor.
‘’Nasihatimdir, vasiyetimdir
Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Tarih ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat değil, devirli bir oluşumdur. Gün olur, en gerideki en öndekinden ileride olur. Aristarkus, Kopernik'e "zıpçıktı astrolog" diyen devrimci Martin Luter'den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet'in çok ötesinde. Siz istihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun.
Aziz ülkemize gelince, ille de bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye'yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı adet edinin. Unutmayın ki düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye'nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar. Mademki son temsilcileriyiz Gezegen'in iyiliği için yaşatılması elzem bir medeniyetin, bizi durduracak tek "gerçek", soğuyan Güneş'in dünyamızı yarı yolda bırakması ihtimali olmalı.’’
Sonuç
Bu uzun yazıdan çıkacak sonuç; önyargı ve duygularımızdan kurtulmamız, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizi geliştirmemiz, hamasetten bilgi seviyesine gelmemiz, rasyonel, metodik ve analitik düşünmemiz, bildiklerimize iman etmememiz, her şeyi araştırmamız, her şeyi sorgulamamız, anlamayı basit zannetmememiz ve zihnimizin; önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilmesine izin vermememiz gerektiği oluyor.
Bu kadar uzun yazıdan sonra da bu uzun sonuç cümlesi de benim nasihatnâmem oluyor!
Arz ederim.
Osman AYDOĞAN