İdam Cezası
29 Eylül 2024
Cumhuriyet Gazetesinin yazarlarından Zülal Kalkandelen, bugünkü yazsında İstanbul’da bir camide cuma hutbesi sırasında imamın Narin Güran cinayeti üzerine, “İslam’da müebbet hapis olmadığını, hırsızın elinin kesilmesini, can alanın da canının alınması gerektiğini” söyleyerek şeriat övgüsünde bulunduğunu ve idamı savunduğunu, bu konuşmanın ardından Ali Erbaş’ın da sessiz kalmadığını ve Narin Güran ile Sıla bebek cinayetleri üzerinden “Ölümse ölüm, idamsa idam” diyerek idamı gündeme getirdiğini, Erbaş’ın devamla “Kanunlarda caydırıcılık olmadığını’’ söylediğini, “O zaman uhrevi müeyyide, ahiret bilinci. Biz onun için günde 40 sefer namazda ‘maliki yevmiddin’ diyoruz” şeklinde konuştuğunu yazıyor.
Zülal Kalkandelen, bahsi geçen yazısında; Erbaş’ın bir ayetten alıntı yapıp “hesap gününün sahibinin Allah olduğu” anlamına gelen ifadeyi kullanarak yargının temelini dine dayandırmak istediğini ve Erbaş’ın açıklamalarıyla laik devlet ilkesini bir kere daha hançerlemiş olduğunu, Ali Erbaş’ın, Diyanet İşleri Başkanı olarak kendi yetki alanındaki konuşmalarında doğal olarak dini referans aldığını, ancak Türkiye’de yargı sisteminin İslami kurallara göre işlemesini, cezalandırmanın dine göre belirlenmesini isteyemeyeceğini yazıyor.
Zülal Kalkandelen, yine bahsi geçen yazısında; Büyük Birlik Partisi (BBP) lideri Mustafa Destici’nin de görevi başındayken öldürülen polis memuru Şeyda Yılmaz ile ilgili olarak ceza hukukunun suçları engelleyemediğini belirterek “İdam bir zarurettir ve mutlaka getirilmelidir” dediğini yazıyor.
Zülal Kalkandelen, bahsi geçen yazısının da başlığı ‘’İdam cezası için zemin yoklanıyor!’’
Bir temcit pilavı: İdam cezası
Zülal Kalkandelen’in bahsettiği ‘’İdam cezası için zemin yoklanıyor!’’ konusu yeni değil. İktidar ve ortakları bu konuyu başları sıkıştıkça temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar. (*)
Daha yenilerde ise (02 Eylül 2020) iktidar ortağı olan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, şöyle bir demeç veriyor; "İdam cezasının hukuk mevzuatımıza tekrar alınması iğrenç ve ilkel suçların işlenmesini caydırabilecektir. Türkiye'nin toplumsal dirliği, insan hak ve güvenliği, ilaveten hukuksal istikrar açısından idam cezası mutlaka gündeme alınmalıdır…"
O zaman bu pasa, pardon demece de iktidar partisinin önemli mevkilerinde bulunanlardan da hemen destek geliyor. İktidar partisinin mensubu olan TBMM Başkanı Mustafa Şentop; "Çok sınırlı olarak belli suçlara mahsus olmak üzere idam cezasının bulunması gerektiği kanaatindeyim" diye (04 Eylül 2020), İktidar partisinin Grup Başkanvekili Cahit Özkan da; "Eğer vatandaşlarımız ülke barışını tehdit eden, huzurunu tehdit eden suçlarla ilgili idam cezası istiyorsa biz de parlamentoda bunun gereğini yapmak zorundayız’’ (05 Eylül 2020) diye açıklamada bulunuyor. Sanki ülke vatandaşının istediği; refah, huzur ve adalet değilmiş gibi.
Bütün bu olanlar bana İtalyan hukukçu -toprağı bol olsun- Cesare Beccaria’yı hatırlatıyor.
Cesare Beccaria
Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist ve edebiyatçıdır. Zaten gerçek bir hukukçunun aynı zamanda bir filozof, bir edebiyatçı, bir sosyolog ve bir psikolog olması gerekiyor. Cesare Beccaria bu sıfatların çoğuna sahip oluyor. (Aman bizim hukukçularımız ve hukuk fakültelerinin dekanları ve Adalet Bakanlığı duymasın! Mahcup olurlar sonra!.)
Cesare Beccaria, o zaman Avusturya İmparatorluğu sınırları içinde kalan Milano’da doğuyor (15 Mart 1738) ve Floransa’da vefat ediyor (28 Kasım 1794).
Cesare Beccaria, 1747-1755 yılları arasında sekiz sene dini eğitim gördükten sonra 20 yaşındayken hukuk doktorası eğitimini tamamlıyor. Ancak hep felsefi konularla meşgul oluyor. Zaten bir hukukçunun da aynı zamanda küçük bir filozof olması gerekiyor!
1763 yılında 25 yaşında iken arkadaşlarının tavsiyesiyle ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene) adlı kitabını yazmaya başlıyor. Kitabını 26 ayda tamamlıyor.
‘’Suçlar ve Cezalar’’ kitabı
Beccaria, bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışıyor. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırıyor. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesi oluyor. Böylelikle Beccaria, meşruluk prensibini de hukuka katıyor.
Beccaria’nun eseri Voltaire ve Diderot gibi aydınların tartışmasını sağlıyor. Beccaria , bu eseriyle beraber ölüm cezasının 200 yıldır tartışılmasına katkıda bulunuyor. Kendisi idamın hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlıyor ve soruyorr: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"
Beccaria’nın eseri 1765'te Fransızca, 1766'da Almanca, 1767'de İngilizce, 1770'de İsveççe, 1772'de Polca, 1774'te de İspanyolca'ya çevrilir.
Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile geliyor. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa olmuyor, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç geliyor.
Cesare Beccaria’nın bu kitabı günümüzde Sami Selçuk’un çevirisi ile 2004 yılında yeniden yayınlanıyor. (İmge Yayınları, 2004)
‘’Suçlar ve Cezalar’’ kitabının içeriği
Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:
”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.” (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer alıyor.)
Beccaria’nın kitabında sanıklara ant içirilmesi üzerine yaptığı değerlendirme de oldukça ilginç gözüküyor: "Susmanın kendisine çok büyük bir yarar sağlayacağı bir anda, sanıktan özü sözü bir, doğru sözlü biri olması istenmektedir. Yasalarla insanın doğal duygularının çatışmasıdır bu." (Bugün bizim hukukumuzda da yemin delil olarak kullanılıyor. Ve bunun delil niteliği Beccaria'nın yaşamış olduğu 1700’lü yıllarda da tartışılıyor ve ne acıdır ki bugün de ülkemizde hala tartışılmaya devam ediliyor.)
Beccaria işkenceyi zorbalık olarak tanımladıktan sonra şöyle diyor: ''İşkence ekseriya zayıf bünyelerin mahkûm olmasına, gürbüz ve mütehammil katillerin masum çıkmasına yarayan meş'um bir vasıtadır.''
Beccaria, kitabında şunları söylüyor:
"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."
‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutuyor.)
"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’
”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”
”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “
Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:
"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."
Bu kitabı kısaca özetleyecek olursak:
Beccaria bir yandan ceza sisteminin, insanların layık olduğu şeffaflık, eşitlik, süratlilik, orantılılık ve önceden bilinirlik gibi unsurlarla bezenmiş olmasını, toplu yaşamın insanlarca çekilir hale gelmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini savunurken, öte yandan da adeta özgürlüğün sınırlarını belirlemekte, yasaların bir gölgenin bedeni takip etmesi gibi insanları takip etmesi gerekliliğinden bahsediyor.
Beccaria, kitabının “Suçluların Sığınma Yerlerinin Bulunması” başlıklı 35. bölümünde. “Cezanın etkisi, onun ağırlığından ve vereceği acıdan çok, cezanın uygulanacağının kaçınılmaz olduğuna ilişkin inançta yatmaktadır” diyor. Yani Beccaria; “Suçu önlemenin en etkin yolu, cezanın ağır olması değil, kaçınılmaz olmasıdır” diyor. Suçun cezasız kalması, sadece suçluyu cesaretlendirmekle kalmıyor, suçu da özendiriyor.'' Ayrıca Beccaria, kitabında; ‘’Suç işlediğinde yargılanmasının önünde hiçbir engel olmamalı’’ diyor.
Baccaria’nın kitabı, tarihin ve hukukun dışına, siyasetin ise içine düşmüş Türk hukukçusu için bir başucu kitabı olması gerekiyor. Beccaria kitabı ile günümüz evrensel ceza muhakemesi hukukuna ışık tutuyor. Bu kitap okunmadan ceza muhakemesi yorumlanamaz kanaatindeyim.
Beccaria’nın üç sözü
Beccaria’nın şu üç sözünü de vermeden geçmeyeyim:
Birincisi: ‘'...Beni okuyup anlasalardı, doğrusu kendilerinden korkum olurdu; lakin zalimler hiç okumazlar!''
İkincisi: "Zulmün nüfuz edilmez kalkanı olan gizlilikle müsellah bir iftiradan kendini koruyabilecek kim vardır? Her tebaasını bir düşman gibi gören ve güya umumun selameti için her vatandaşın huzurunu kaçıran bir hükümdar ve onun hükümeti ne acınacak durumdadır."
Üçüncüsü: Beccaria ‘’Ben bu eseri düşünmesini bilenler için yazdım’’ diyor.
İdam cezası neden gündemde?
Birleşmiş Milletler protokolünün 2. Maddesine göre idam cezasının kaldırılmasına dair imza geri çekilmesi İstanbul Sözleşmesinden bir gece yarısı kararname ile çıkmaya benzemiyor. Birleşmiş Milletler protokolünün 2. Maddesine göre idam cezasının kaldırılmasına dair imza geri çekilemiyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre istisna tanınamayacağını ve imzanın çekilmesi halinde Türkiye’nin Avrupa Konseyinden çıkarılabilme ihtimali bulunuyor.
Albert Camus, idam cezası için şunları söylüyor: ‘’İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez.’’ ‘’Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.’’ Camus’nün sözünün benzeri şeklinde ülkede idam cezasını isteyenler ülkedeki ekonomik ve politik sıkıntıların üstünü örtmek maksadıyla gündeme getiriyor. Ülkede idam cezasını isteyenler, yargının bağımlılığı, iktidar erkinden talimat aldığı konuşulmasın istiyor. Ülkede idam cezasını isteyenler, idi suçlular sokaklarda cirit atarken hapishanelerdeki siyasi suçlular konuşulmasın istiyor. Ülkede idam cezasını isteyenler, anayasayı, Anayasa Mahkemesini ve yasaları tanımadıklarının üstünü örtmek istiyor. Ülkede idam cezasını isteyenler, ülkedeki hukukun per perişan hali konuşulmasın istiyor.
Ve son söz
Tabii ki Ortaçağ kafasıyla siyaset yapanların ve Ortaçağ kafasıyla hukuk icra eyleyenlerin 25 yaşında bir Rönesans düşünürü olan Beccaria’nın muhatabı olmaları beklenmiyor.
İdam cezası, devletin bilerek ve isteyerek işlediği bir cinayet oluyor. Allah kimseyi, yetkili makamlarda olup da idam cezasını isteyecek kadar sersefil ve aciz durumlara düşürmesin!
Yoksulluğun ilacı sanıldığı gibi zenginlik olmuyor. Yoksulluğun ilacı adalet oluyor. Ülkenin bekâsı çağımızda artık toplarla, tüfeklerle, tanklarla, uçaklarla, füzelerle sağlanmıyor, ülkenin bekâsı adaletle sağlanıyor. Adalet ise ancak ve ancak bağımsız hukukla ve devletin tabii olacağı ''Hukukun Üstünlüğü'' ilkesi ile sağlanıyor.
Anlarlarsa eğer devleti yönetenlere duyurulur.
Osman AYDOĞAN
(*) Temcit ve temcit pilavı:
‘’Temcit’’, sözlüklerde; tazim, sena ve dua etmek anlamında kullanılan Arapça kökenli bir sözcük olarak yer alıyor. Temcit, aynı zamanda kutsal üç aylar olan Recep, Şaban ve Ramazan ayları süresince, sabah ezanından sonra minarelerden belli makamlarda okunan bir ilahi olarak da biliniyor.
‘’Temcid’’in Ramazan ayında ayrıca şöyle bir işlevi de bulunuyor: Temcit, Ramazan ayında sabah ezanından yaklaşık on – onbeş dakika önce okunarak sahura kalkamayanların sahura kalkmasına yardımcı oluyor. Daha önce sahura kalkmayı kaçırmış ancak temcidi duyarak sahura kalkanlar –yeni yemek yapmak için vakit kalmadığından- akşamdan kalma yemeklerini alelacele ısıtıp sahurlarını eda ediyor. Bu yemeklerin de başında pilav geliyor. İşte bu şekilde ikinci kez ısıtılarak sahur sofrasına konulan akşamdan kalma pilava da "temcit pilavı" deniyor. Yani ‘’temcit pilavı’’ ayrı, farkı ve özel bir pilav olmuyor.
‘’Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek’’ deyimi de buradan geliyor. Bu deyim aynı zamanda bir olayın veya durumun bıktırırcasına (akşam yemeğini sahurda ısıtarak yemek gibi) tekrar tekrar gündeme getirilmesini eleştirmekte kullanılan bir deyiş olarak kullanılıyor.