Gölgelerin Gölgesi
26 Ocak 2025
Çetin Altan’ın seçilmiş köşe yazılarının toplandığı bir kitabı bulunuyor: “Gölgelerin Gölgesi (İnkılap Kitabevi, 2001)
Çetin Altan, ‘’Gölgelerin Gölgesi’’ adlı bu kitabında, siyasetten, sanata ünlü kişileri ve zaman zaman da sıradan yurdum insanını mizahi bir dil ile anlatıyor. Kitapta biraz da 1950’lerin Türkiye’si ve o dönemin siyasileri anlatılıyor. Kitapta özellikle ünlü isimlerle ilgili anılar büyük bir mizahı dille anlatılıyor.
Çetin Altan’ın, ‘’Gölgelerin Gölgesi’’ adlı bu kitabından bazı alıntılar ardından da bu kitapla yer alan bir hikâyeye yer vereceğim.
Kitaptan alıntılar
‘’Ucuz siyasetçiler kitlelerdeki ezikliği rahatlatmak için, yüzlerce yıldan bu yana sürüp duran tarihsel güdüklüğü ‘ulusal kültür’ diye övüp durmakta, içi boş klişelerle Türk toplumunu çağdaş uygarlık katarından büsbütün koparmaktadırlar. Hem de niçin? Üç beş günlük beleş bir yaşam için. Ulusal kültürü çağdaş uygarlıkla buluşturmak şarttır. Bu da ancak düşünce ve anlatım ufuklarını genişletmekle olur.’’
‘’Araba sürmesini kıvıramamak, helaları kullanamamak, bin altı yüz yıllık başkent olan İstanbul’u kargaşa bataklığına çevirmek, denizde balık, karada orman bırakmamak, otuzaltı padişahtan onunun adını sayamamak, yüzlerce ozandan elli dize bilememek, geçmişle gelecek arasında hiçbir köprü kuramamak, düşünce dünyasına yabancılık, matematikten kopukluk, beyinsel donanımsızlık, hangi öneri ile bir anda düzelebilir ki?’’
‘’Anısız, nüktesiz, renksiz bir toplum, beton ve araba hırsıyla yanıp tutuşsa da, nefes almak için ciğerlerini geliştirememiş sayılır. Ve hırtlığını yaratıcılığın fırınında pişirerek dünya uygarlığına sunamaz.’’
‘’Kimsenin aklına hava atmak yahut caka satmak için Einstein gibi ‘Görecelik kuramı’nı, yahut Kant gibi ‘Katkısız aklın eleştirisi’ni yazmak veya Marconi gibi radyoyu keşfetmek gelmiyordu. Şark üretimde değil, tüketim de istiyordu cakayı. Gömlek cakalı olacaktı, ayakkabı cakalı, araba cakalı ve tavır cakalı…’’
‘’Sabahtan akşama kadar durmadan suyu çıka çıka çalışan insanlar, bir öfkenin gerilimindeydiler. Sadece kime karşı öfkeleneceklerini pek bilemiyorlardı. Kadınlar erkeklere öfkeleniyor, erkekler kadınlara öfkeleniyor, gençler herkes öfkeleniyordu.’’
’’Türkiye gerek tarih gerek edebiyat açısından varmış olduğu boyutların lezzetine hiçbir zaman dönük duramamış toplumlardandır.’’
‘’Birçok şeyi öğrendik, yaşamasını öğrenemedik.’’
Şimdi de kitapta yer alan bir hikâye.
Sen adam değilsin, yoksun dünyada!
Çocukluğuyla gençliği Yeşilköy köşklerinde geçmiş, eski bir İstanbul efendisi olan kırçıl bıyıklı Tarık Bey :
- Her sabah evden çıkarken o gün karşılaşacağım tüm davranışlarla sözlerin bana kişi olarak var olmadığımı, yürüyen kıpırdayan bir insan gölgesi dahi sayılamayacağımı tekrar tekrar ihtar edeceğine, kendimi hazırlayarak adımımı atıyorum sokağa, dedi. Güngörmüş, hoşsohbet bir adamdı Tarık Bey.
- Köşede gazete de satan, emekli, suratsız bir tütüncü var. Gazete almak için önce ona uğruyorum. Paramı hazırlayarak, “günaydın” diye tütüncüden gazetemi istiyorum. Selamımı almadan dükkanının içinde ayran yahut süt şişelerini düzeltmeye devam ediyor. Bir garip tad alıyor, beni görmezlikten gelip adam yerine koymamaktan. Yani tavırlarıyla “sen yoksun, mevcut değilsin” demek istiyor. Ben de içimden tekrarlıyorum. “Ben yokum, mevcut değilim...” Ama yine de gazeteyi uzatmasını bekliyorum. Beni adam yerine koymadığını kanıtlayacak süre kendince geçince, kafasının dağılmasını istemeyen bir atom bilgini özensizliğiyle yüzüme bile bakmadan gazeteyi alıp uzatıyor.
Tarık Bey gözlüklerinin arkasından kıs kıs gülerek, tütüncünün gazeteyi nasıl alıp uzattığını gösteriyordu.
- Elimde gazete, dolmuş durağına gidiyorum. Durak her zaman kalabalık oluyor. Kimsenin sırasını çalmadığımı gösterecek bir yerde duruyorum. Derken bir dolmuş geliyor, bütün bekleşenler kapıya üşüşüyor, binen biniyor, binemeyen kalıyor. Ben sıram gelmediği kanısıyla acele etmiyorum. Bir dolmuş daha geliyor. Benden sonra gelenler de kapılara üşüşenlerin arasına katılıyor. Biliyorum ki kimse bana “buyurun sıra sizde” demeyecek. Bazen artık sıramın geldiği inancıyla ben de yeni gelen bir dolmuşun kapısına doğru seğirtiyorum. Ya sert bir omuz darbesi iniyor göğsüme, ya arkadan gelip içeri girmek için eğilen birisinin kalçası dayanıyor karnıma. Kişiler mekanik bir itip kakmanın ortaklığında bana “sen yoksun, mevcut değilsin” diyorlar. Ben de içimden tekrarlıyorum. “Ben yokum, mevcut değilim.” Sonunda geç de olsa biniyorum dolmuşa. Benden önce inecekler, şoföre “şurada dur” diyorlar. Bu aynı zamanda bana “sen de in de rahat çıkalım” demek. Ben de araba durunca hemen yere iniyorum, yanımda oturanın çıkmasını bekliyorum. Onlar yine yüzüme bile bakmadan çekip gidiyorlar. Yani adam yerine koymuyorlar beni. Bir anlamda “sen yoksun, yeryüzünde var değilsin” demek istiyorlar. Ben de içimden “ben yokum, yeryüzünde var değilim” diyorum.
Tarık Bey, kendisiyle yahut İstanbul’un hoyratlığıyla eğlenir gibi sigarasını yakıyordu ve gözlüklerinin arkasından devam ediyordu kıs kıs gülmeye.
- İneceğim yere gelince “Şoför Efendi, durur musunuz?” diyorum. Bazısı duruyor. Bazısı duymamazlıktan gelerek, müşteri gördüğü yere kadar gidip orada duruyor. Bazısı “haydi yahu acele et, işimiz var“ diyor. Ben hepsine inerken “teşekkür ederim” diyorum. Çoğunlukla cevap vermeden gazlıyorlar. Birini rahatsız ederek inersem, ona da teşekkür ediyorum. O da genellikle cevap vermiyor. Ben daha evden çıkarken yok sayılacağımı bildiğim için asla yadırgamıyorum bunları. Gayet normal karşılıyorum. Sade bana değil, herkes birbirine “sen yoksun, insan olarak bir sıfır kadar bile değerim yok” demekten hoşlanıyorlar. Bayılıyorlar birbirlerini adam yerine koymamaya. Bu arada ben de payımı alıyorum. Ama ben direnip, ille de varım diye inatlaşmıyorum. “Yokum, mevcut değilim” diye devam ediyorum günlük serüvenime.
Tarık Bey, keyifli keyifli tüttürüyordu sigarasını.
-Dolmuştan inince karşı kaldırıma geçerken iki üç taksiyle özel arabadan mutlaka sesler yükseliyor: “Sallanmasana moruk”, yürüsene ulan ihtiyar”, “geç hadi geç teneşir horozu”. Ben hep yaya geçidinden geçtiğim için beklediklerine kızıyorlar. Varmış gibi yürümem sinirlendiriyor onları. Yok olduğumu, var olmadığımı hatırlatmak istiyorlar bana. Ben de “merak etmeyin, yokum, var değilim” diye geçiyorum karşı kaldırıma. Bazen oralarda bir trafik polisi duruyor. Çok seviyorum o polisi. Çünkü o da şoförlerin var olmadığı kanısında. Onlara “bas ulan geri”, “kör müsün ulan ayı” diye bağırıyor. Arada bir de sinek kovalar gibi hiçbirinin suratlarına bakmadan, eliyle, “geç, geç” yapıyor. Yani şoförler beni, polis de şoförleri adam yerine koymuyor. Herhalde komiseri de polisi adam yerine koymuyordur.
Tarık Bey, bir günlük yaşam serüveninin en ince ayrıntılarıyla akide şekeri emer gibi tadını çıkara çıkara anlatıyordu.
- Çalıştığım iş hanına geliyorum. Elektrik kesik değilse asansöre biniyorum. Asansöre binenler gençse, bir elleri pantolon ceplerinde, bir kaşları kalkık oluyorlar. Taşralıysalar pos bıyıklı, tıknaz, pantolonları göbeklerinin altına düşmüş, önleri açık oluyorlar ve kasıtlı biçimde, kimseye önem vermez görünmek istiyor gibi yüksek sesle konuşuyorlar. Ben yine biliyorum ki, herkesin tavrı, kimseyi adam yerine koymama üstünedir ve şişkindir. Ben hemen sigara kâğıdı gibi iyice yapışıyorum asansörün dip duvarına. “Ben zaten yokum, dünyada mevcut değilim” diyorum. Asansörden çıkarken kimse kimseye ne yol ne selam veriyor. Kimse de kapıyı arkadan gelenin suratına çarpmasın diye usturuplu tutmuyor. Ağıldan çıkar gibi çıkıyor öyle.
Tarık Bey, sigarasının izmaritini tablada söndürdü. Akşam eve dönerken de yine aynı şey. Kalabalığın bireyleri, bıkıp usanmadan “sen yoksun, yeryüzünde var değilsin” demeyi sürdürüp gidiyorlar. Ben de “ben yokum, var değilim” diye mırıldanmaya devam ediyorum içimden. Adam yerine konmamak insanın gücüne gider değil mi? Benim hiç gitmiyor. Bir toplumun kendi kendini adam yerine koymamakta inatlaştığı dönemlerde kimleri adam yerine koymaya kalktığını biliyorum çünkü.
Tarık Bey bir sigara daha yaktı:
- İstanbul, bin beş yüz yıllık bir başkenttir, dedi. Gönül, bütün birikiminin Haliç’in dibindekilerden ibaret olmamasını isterdi.
Kitaptaki hikâye bu kadar.
Mario Puzo, ‘’Sicilyalı’’ (1001 Kitap, 2004) adlı romanında, 1940’larda Sicilya’nın İtalya’dan ayrılması için savaşan bir kahramanı anlatıyor. Bu romanda sıkça şu söz tekrarlanıyor: ‘’Sicilya’da hiçbir şey değişmez!’’
Türkiye'de de hiçbir şey değişmiyor!
Çetin Altan'ın, 1950’li yıllarda anlattıklarıyla günümüzü karşılaştırdığınızda geçen 70 yıla rağmen ülkemizde de hiçbir şeyin değişmediğini ve içinizdeki naifliğin, dışınızdaki hoyratlığa bir nasıl tahammül ettiğini de görüyorsunuz.
Osman AYDOĞAN