• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam547
Toplam Ziyaret3154055

Züleyhâ


Züleyhâ

25 Kasım 2019

Ülkede sanal gündemler birbirini kovalıyor.  Örneğin ‘’mektup’’ konusu… Örneğin ‘’saraya giden gitmeyen’’ tartışması... TV’lerdeki açık oturumların ülke gündemiyle hiç mi hiç ilgisi yok… Ülkede bütün bu yaşananlar bana Uğur Mumcu'nun 1980 öncesi ve sonrası ülkenin içine düştüğü siyasal, toplumsal bunalımları anlatırken kullandığı bir tanımlamasını hatırlatıyor: “Burası Türkiye Tımarhane Cumhuriyeti” (TTC) Korkuyorum, gidişatın buraya doğru olmasından korkuyorum… Fatih Erkoç’un kulakları çınlasın; ‘’Oynatmaya az kaldı!’’

Şimdi bırakın mektubu, Saray’a gideni girmeyeni, minarelerin olmayan şerefeleri için hükumete yapılan ağır (!) eleştirileri… Bakın Kasım ayı da gidiyor usul usul, yavaş yavaş, ağır ağır… Artık ağaçlarda sayılı yapraklar kaldı... Onlar da düştü düşecek yerlere…

Gelin ben size bu ortamda bu sayfamda daha önce anlattığım, Goethe'nin o büyük eseri ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’’ (West–östlicher Divan)ında ‘’Buch Süleika’’ bölümünde geçen hikâyeyi anlatayım... Aslında ''Süleika'' bizim bildiğimiz bir isim ve bildiğimiz bir hikâye: Züleyhâ

Ama önce hikâyeyi bizim bildiğimiz şekliyle anlatayım…

Kutsal kitaplara geçen, eskilerin deyimiyle "ahsen ül kıssa" denilen, yani "öykülerin en güzeli" unvanına sahip efsanevi bir aşk hikâyesidir ''Züleyhâ''

Zeki Bulduk ‘’Züleyhâ, Hüzün Bulutlarından Ağlayan Kadın’’ (Hayykitap, 2010) isminde anlatımı şiir tadında olan güzel kitabında işte bu hikâyeyi anlatır. Kitapta Züleyhâ şöyle anlatılır:

‘’Bir kadın vardı; kınanmış. Bir kadın vardı; âşık. Bir kadın; sabır taşı çatlamak üzere olan. Bir kadın vardı; dünyanın en güzel erkeğine sevdalanmış. Bir kadın vardı; adı güzelin yanına yazılan. Bir kadın vardı; hikâyesi bin yıllardır anlatılan. Bir kadın vardı; günahının karanlığına hapsedilen ama ruhundaki izlerden haber verilmeyen. Bir kadın vardı; aşkın dört halini de yaşadığı halde günahkâr diye damgalanan. Bir kadın vardı; sevdiğinin yalnızlığında. Öyle ya, insan sevdiğine benzerdi. O kadın savunma yapmayı ve temize çıkmayı hak ediyordu. Çünkü Yusuf’u sevmişti. O kadın Züleyhâ'ydı.’’

Ve kitapta Züleyhâ şöyle tanımlanır: '’Bir rüya ecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın lacivert gecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın tam ortasından seker gibi geçen ahulara bakışlar vermişti Züleyhâ.'’

Aslı Zelicka'dır. Züleyhâ Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise Zelihâ'dır. Potifar (Kıftir)'in eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyhâ'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğludur... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümündedir.  Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de yer alır (Yusuf Suresi). Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Girişte de bahsettiğim gibi eskilerce ''hikâyelerin en güzeli'' (ahsen ül kıssa) diye tanımlanmıştır.

Kenan ülkesinde yaşayan Yakup peygamber ''bereketli buğday tanelerim'' diye sevdiği çocukları arasında ayırım yaparak Yusuf’u hepsinden çok sever. İşte bu sevgi Yusuf’un yazgısını çizerek, bedelini hem Yakup’a hem Yusuf’a ödetir. Kıskanç kardeşleri Yusuf’u çöl ortasında bir kuyuya atarlar ve babalarına, ''kardeşimizi kurt yedi'' diye anlatırlar. Yakup’un ağlamaktan gözleri görmez olur. Yusuf bölgeden geçmekte olan kervancılar tarafından kuyudan kurtarılarak köle olarak Mısır'da satılır. "Mısır Azizi" Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Potifar (Kıtfir)'in karısı Züleyhâ çılgınca âşık olur Yusuf'a. 

Züleyhâ'nın Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır. Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığı vardır ancak hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış…

Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş Züleyhâ, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyhâ'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece... Oysa Züleyhâ kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş. 

Züleyhâ'ya demişler "bak ay çıktı", Züleyhâ demiş ki ‘’Yusuf göğe mi baktı?"

Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyhâ, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş... Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş... Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyhâ. 

Çok zordu Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı anlaması!

Çok kolaydı Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı kınaması!

13. yüzyılda yaşamış Fars şair ve İslam âlimi Şeyh Sadî Şiraziî'nin ''Bostan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli kitabında da Züleyhâ şu şekilde yer alır:

Bir gün Züleyhâ aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmıştı. Züleyhâ’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmazdı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapa­mış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyhâ; el­lerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan ke­silen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kâinatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”

(Kur'anı Kerim, Yusuf Suresi, 23. ''Evinde bulunduğu kadın (Züleyhâ), onun (Yusuf) nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve 'haydi gel!' dedi. O da '(hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!' dedi.'')

Fakat Züleyhâ'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Bir Arap şair şöyle demiş Yusuf zindana giderken:

‘’Herkes, Yusuf'un yırtılmış gömleğine bakıyor.

Kimse, Züleyhâ'nın paramparça olmuş kalbine bakmıyor.’’

Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyhâ'yla evlenmiş.

Büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe de yazımın girişinde bahsettiğim gibi Batı - Doğu Divanı (West-östlicher Divan) üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’e benzeterek en güzel şiirlerini ''Süleika'' (Züleyhâ) ismiyle Marianna için yazar.

Goethe bu derin aşkı yaşarken yazdığı Dîvân’ın “Züleyhâ Kitabı’’ (Buch Süleika) bölümünde ve aynı adlı şiirinde bir destanla eş değer tutulacak kadar uzun soluklu aşkını dile getirir. Ünlü şair, bir şiirinin sonunda ilahi aşka vurgu yaparak Marianne’ye şöyle hitap eder:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,

Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam

Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.) 

(Konu bütünlüğü bozulmasın, konu dağılmasın diye ilgilenen okuyucular için Goethe’nin Batı - Doğu Dîvânı’nda geçen ‘’Buch Süleika’’ (Züleyha Kitabı) bölümünü çok özet olarak yazımın sonuna aldım).(*)

Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’nun ‘’Yusuf ile Züleyhâ (Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün)’’ isimli yine şiir gibi anlatımı olan bir kitabı var. Bu kitapta geçerdi: ''…İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyhâ mı? Zindan kimin kaderi, Yusuf'un mu, Yakup’un mu yoksa Züleyhâ'nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyhâ yok aslında. Hepsi bir, hepsi o bir, hepsi tek bir...’’

Bu kitaptan üç bölüm aktaracağım.

Birincisi: ''Züleyhâ’nın Yusuf’a mektup yazması''; 

''Yusuf" yazdı Züleyhâ, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyhâ devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyhâ Yusuf'a bir mektup yazmaya başlayınca "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın nâmesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyhâ'nın lügatinde "Yusuf’’tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."

İkincisi: ''Tasavvuftaki 'varlık' kavramının anlatılması'';

Bir gün Yusuf’un güzellik şöhretini duyan bir bedevi, çöller aşıp seraplara kanmadan, vahalarda duraklayıp hiç yolundan sapmadan Yusuf’u görmek için Kenan iline varmıştı. Yanına vardığı zaman, Yusuf, o güzellik güneşi, çocukça bir sevinçle gülümsedi. Ve dedi: "De bakalım ey bedevi, bunca yolu aştın ve geldin. Bir yükün olmalı. Sözün hazinesinden ya da meta denizinden ne getirdin bana?"

Yoksul bedevi gülümsedi. Ve dedi ki: "Yusuf, ey Kenan'a doğan dolunay! Ey varlığı varlıklara sebep olandan nişane olan! Gülümsedin, içim aydınlandı. Baktın ve konuştun ya benimle artık yitmem, eskimem. Lakin güzelliğin denizinde yekta inci iken sen, benim gibi yoksul bir bedevi sana ne verebilir ki? Sende olmayan, bende, ne olabilir ki?"

Böyle diyerek bedevi, sırtındaki deve tüyü heybeden bir ayna çıkardı usulca. Küçük, yuvarlak bir el aynası, kıymetsiz bir şey. "Sana" dedi, "en uygun armağan bir ayna olabilir yine de. Bir ayna ki baktığında kendi güzelliğini görebilesin. Ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya, nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir şey değildir senin de güzelliğin. Sen suretsin, o asıl. Sen fersin, o mana. Sen bedensin, o ruh. Sen gurbetsin, o yurt. Sen parçasın, o bütün. Sen gölgesin, o ışık."

Böyle söyleyip de geldiği uzun yolları aşmak üzere geri dönerken bedevi, Yusuf baktı elindeki aynaya. Ve "bildim" dedi. "Her şey o'ndan, sen de o'ndan, ben de o'ndan! Bunu söylemek istiyorsun. Ve ben bunu biliyorum.''

Üçüncüsü de: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi’';

Bir gün Züleyhâ, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyhâ'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyhâ gibi takamazdı. 

Birden bir meczup, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyhâ'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyhâ tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyhâ'nın yüzüne bakmaya başladı meczup, "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni!" Züleyhâ kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczup oralı bile olmadı. "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem." Züleyhâ bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczup sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi. 

O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi."

Ve siz, ey gözleri olanlar! Bir gülümsemenin bir nasıl sadaka olduğunu bilir misiniz?

Ve siz, ey kalpleri olanlar! Sevmenin bir nasıl duygu olduğunu Züleyhâ gibi bilir misiniz?

''Züleyhâ...'' dedi, ''sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem.''

Osman AYDOĞAN

(*) Konu bütünlüğü bozulmasın, konu dağılmasın diye ilgilenen okuyucular için Goethe’nin Batı - Doğu Dîvânı’nda (West–östlicher Divan) ‘’Buch Süleika’’ (Züleyha Kitabı) diye Züleyhâ’nın anlatıldığı bölümü çok özet olarak buraya aldım.

Goethe, büyük eseri ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı İslam felsefesi ve tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan, Doğu şiiri incelemelerinden yıllar sonra, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra yazar. Bu dönemde Goethe, genç bir kadına, Marianne von Willemer’e hayranlık duymaktadır. Divan’ın iki önemli karakteri olan ‘’Suleika’’ (Züleyhâ) Marianne’yi; ''Hatem'' de şairin kendisini temsil etmektedir….

Goethe’nin 1814 yılında yazdığı ve Batı – Doğu Dîvânı’nın temel taşı olan ‘’Buch Süleika’’ (Züleyhâ Kitabı) Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlüğü ile başlar:

‘’Ich gedachte in der Nacht                   (Gece düşünüyordum

Dass ich den Mond sähe im Schlaf:     Uykuda ayı görebilsem diye
Als ich aber erwachte;                          Uyandığımda;
Ging unvermutet die Sonne auf.’’          Aniden güneş doğmuştu.)

Şiirin özgün Farsça hali şu şekildedir:

Fikr mî-kerdem şebî k’ân-mâ-râ bînem be-h’âb

Men der’în bûdem ki nâgeh şod tulû’-ı âftâb

(Bir gece o mâhı rüyâda göreyim diye tefekkür ediyordum. Ben bu fikrde iken ansızın âftâb tulû’ etdi.)

Günümüz Türkçesiyle:

‘’Gece ay gibi güzeli rüyada görebilsem diye düşünüyordum. Bu düşüncedeyken ben ansızın güneş doğuvermez mi?’’

Jakop Willemer, Goethe’nin büyük aşkı Marianne’yi 1800 yılında evine alır ancak Willemer, Marianne ile 1814 yılında aniden evlenir. Goethe ve Marianne birbirilerine âşıktırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar. Willemer’in, Marianne ile bu ani evliliğinin sebebi olarak Willemer’in bu ilişkiyi sezmesi üzerine olduğu rivayet edilir. Willemer dürüst, çalışkan ve zengin birisidir tıpkı Züleyhâ’nın kocası Potifar (Kitfir)  gibi.

Goethe, Batı – Doğu Dîvânı’nın ‘’Süleika Buch’’ bölümünde şiirlerinde Yusuf yerine ‘’Hatem’’ ismini kullanır ve Hatem ile Süleika karşılıklı olarak şiirleşirler. 

Goethe, Hatem adı altında Marianne (Süleika)’ya yazdığı şiirin ilk düzesinde şöyle yazar:

‘’Nicht Gelegenheit macht Diebe          (Fırsat hırsız yaratmaz

Sie ist selbst der grosste Dieb              Fırsat en büyük hırsızdır)

Burada Goethe ‘’Fırsat hırsız yaratır’’ (Die Gelegenheit macht Diebe) Alman atasözüne atıf yapar.

Dîvân’da daha sonra Marianne (Süleika), Goethe (Hatem)’e şiirle cevap verir. Bu şiirin de ilk iki dizesi şu şekildedir:

‘’Hochbeglück in deine Liebe                 (Aşkınla mutluluktan uçarken

Schelt ich nicht Gelegenheit’’                Yakınmam fırsattan)

Goethe, Dîvân’ında Süleika (Züleyhâ) şiirinin bir yerinde şöyle der:

‘’Süsses Dichten, lautre Wahrheit          (Nefis şiirlerden, gürültülü hakikatle

Fesselt mich in Sympathie!                     Zincirlerle bağlar beni gönlüme!
Rein verkörpert Liebesklarheit                Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
In Gewand der Poesie.’’                         Çıkar şiir kılığında önüme)

Ve bu uzun destanımsı şiir ilahi aşka vurgu yapılarak şöyle biter:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,

Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam

Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.)


Yorumlar - Yorum Yaz