Dünyayı Nasıl Görüyorum
Albert Einstein'ın ülkemizde ilk baskısı 1938'de İstanbul'da İlmi Felsefe Neşriyatı tarafından ''Dünyayı Nasıl Görüyorum'' ismiyle yayınlanan (bu kitabı şimdi ancak sahaflarda bulabilirsiniz), şimdi ise 2008 yılında Alfa Yayıncılık tarafından ''Benim Gözümden Dünya'' (Orjinal isim: The World As I See It) olarak yayınlanan çok güzel bir kitabı var. Bu kitaptan bazı bölümleri aşağıda sunuyorum. Uzunluğuna aldanmayın. Sindirerek okuyun derim. Beğeneceksiniz!
***
Biz dünyalıların ne garip bir durumu var! Burada kısa bir süre için bulunuyoruz. Niçin geldiğimizi bilmiyoruz, sezer gibi oluyoruz zaman zaman. Ama, çok derinlere gitmeden, günlük yaşam bakımından başkaları için var olduğumuzu biliyoruz; önce, bütün mutluluğumuzu gülümsemelerine ve rahatlarına bağladığımız kimseler için, sonra da, yakından tanımadığımız ama kaderlerine sevgiyle bağlı olduğumuz bütün insanlar için. İç ve dış hayatımın, ölü ve diri bütün insanların emeğine bağlı olduğunu, aldığım ve hâlâ almakta olduğum şeyleri aynı ölçüde var gücümle vermeye çalışmam gerektiğini her gün durmadan düşünüyorum. Azla yetinmek gereğini duyuyorum ve çok kez başkalarına gereğinden fazla iş yüklediğimi düşünüp üzülüyorum. Bana öyle geliyor ki, toplumun sınıfları arasındaki ayrılıklar haksız ve yersizdir; bu ayrılıklar, aslında, zorbalığa dayanmaktadır. Ayrıca şuna da inanıyorum ki, sade ve kendi halinde bir yaşayış, beden ve kafa bakımından herkes için daha iyidir.
***
İnsanın filozofik anlamdaki özgürlüğüne hiç de inanmıyorum. Her birimizin davranışları, yalnız dış baskıların değil içten gelen bir takım zorunlukların da etkisindedir. Schopenhauer'in «Bir insan istediğini yapar ama, istediğini isteyemez» sözü tâ gençliğimde içime işlemiş ve gerek kendi hayatımdaki gerek başkalarının hayatındaki sıkıntılar karşısında sürekli bir avunma, tükenmez bir sabır ve hoşgörü kaynağı olmuştur. Bu düşünce, insanın kolayca elini, kolunu bağlayan sorumluluk duygusunu yumuşatır, gerek kendimizi gerek başkalarını gereğinden çok ciddiye almamızı önler; humur'a (gülen düşünceye) yer veren bir hayat görüşüne götürür bizi.
***
İnsan hayatının, genel olarak, yaradılışın anlamını ya da amacını araştırmak, nesnel bakımdan saçma gelir bana öteden beri. Bununla birlikte, herkesin davranış ve yargılarını yöneten bir takım ülküler vardır. Bu bakımdan, rahatlık ve mutluluğa, hiç bir zaman birer amaç gözüyle bakmadım. Böyle bir ahlaksal temel domuz sürülerine yaraşır daha çok. Yolumu aydınlatan, bana durmadan yaşama sevinci ve cesareti veren ülküler, İyilik, güzellik ve doğruluk olmuştur. Aynı inançları paylaştığım insanlarla birlik olduğunu duymasam, sanat alanında ve bilim araştırmalarında hiç bir zaman ulaşılamıyacak bir amaca yönelmesem, hayat bana bomboş gelebilirdi. Nice insanların her gün ardına düştükleri mal mülk edinme, kolay başarı kazanma, süslü püslü yaşama, tâ çocukluğumdan beri tiksinti uyandırmıştır bende.
***
Bende coşkun bir toplumsal adalet ve sorumluluk duygusu vardır ama, nedense insanlara ve insan topluluklarına doğrudan doğruya bağlanma isteği hemen hiç yoktur. Ben tek başına düşünen bir insanım, dar anlamıyla hiç bir zaman bütün yüreğimle ne devlete bağlı kalmışımdır, ne ana yurda, ne dostlar çevresine, ne de aileye. Bütün bu bağlara karşı hiç eksilmeyen bir yabancılık ve yalnızlık duygusu beslemişimdir. Bu duygum yaşlandıkça daha da artmıştır. İnsan vahlanarak da olsa, başkalarıyla anlaşma ve uzlaşmanın bir sınırı olduğunu açıkça görür. Bunu gören, gerçi, iç temizliğini, kaygısızlığını azçok yitirir. Ama, buna karşılık, başkalarının düşüncelerinden, alışkanlıklarından ve yargılarından geniş ölçüde bağımsız, kalarak kendi dengesini hiç de sağlam olmayan bir temel üstüne kurmaya kalkmaz.
***
Benim politik ülküm demokratik ülküdür. Herkes saygı görmeli ama, hiç kimseye tapılmamalıdır. Bana karşı insanların gereğinden çok saygı ve hayranlık göstermesi talihin bir cilvesidir. Bunda benim kabahatim olmadığı gibi, hak etmiş de değilim bunu. Bu aşırı saygı, benim cılız gücüm ve ardı arası gelmez didinmelerimle bulduğum bir kaç düşünceyi anlamakta zorluk çekmelerinden gelebilir. Çok iyi biliyorum ki, herhangi bir örgütü gerçekleştirmek için, bir tek kişinin düşünmesi, buyurması ve toptan sorumluluk yüklenmesi gerekir. Ama yönetilenler baskı altında olmamalıdır. Yöneticilerini seçebilmelidirler. Zorbalığa dayanan otokratik bir düzen, bence, kısa zamanda bozulur. Çünkü, zorbalık ruhça aşağılık insanları çeker ve dâhi zorbaların yerine haydutların geçmesi şaşmaz bir yasadır bence. Bu yüzden, bugün italya'da ve Rusya'da gördüğüm böylesi düzenlerin karşısındayım var gücümle. Bugünkü Avrupada demokrasi yolunun gözden düşmesinin nedenini, demokrasinin temel düşüncesinde değil, hükümet başındakilerin kolay değişkenliğinde ve oy mekanizmasının kişileri tek tek hesaba katmayan niteliğindedir. Ama bence Kuzey Amerika Birleşik Devletleri bu bakımdan doğru yolu bulmuşlardır. Uzunca bir süre için seçilmiş sorumlu bir başkanları vardır, ve bu başkan sorumluluğunu etkin olarak taşımasına yetecek güçten yoksun değildir. Buna karşılık, bizim politik sistemimizde insan tekinin hastalık ya da yoksulluk hallerinde gördüğü geniş ilgiyi değerli buluyorum. İnsanlığın çarklarında, bana gerçekten önemli görünen devlet değil, yaratıcı ve duygun insanteki kişiliğidir. Soylu ve yüce olanı yaratan odur. Çoğunluksa düşüncede budalalığa, duygularda şaşkınlığa düşebilir.
***
Bu konu beni sürü haline gelen insan topluluklarının en kötüsünden, hiç sevmediğim ordudan söz açmaya götürüyor.Bir mızıkanın ardından sıra sıra yürümekten zevk alan kimseyi adam yerine koymam. Onda, bir beyin olmasa da olur. Yalnız murdar ilikle bu iş pekâlâ başarılabilir. İnsan uygarlığının bu yüz karasını bir an önce yok etmek ' gerekir. Ismarlama kahramanlık, budalaca oldu bittiler, sözde yurtseverlik palavraları tiksindirir beni. Savaş ne kadar iğrenç, ne kadar aşağılık geliyor bana! Böyle yürekler açısı bir işe girmektense, dilim dilim kesilmeye razıyım. Buna rağmen, insanlara o kadar güvenim var ki, bence bu umacı çoktan yeryüzünden kalkmış olurdu, eğer okul ve basın. Bu satırlar Hitler ordusunun dünyayı kasıp kavurduğu ve 6.000 Yahudiyi zehirli gazlarla öldürdüğü günlerde yazılmıştır.
***
Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanıdır. Sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa, ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın sırlarıyla karşı karşıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır. Ulaşamayacağımız bir şeylerin var olduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek, bu bilgi ve bu gerçek dindarlığın tâ kendisidir. İşte bu anlamda, ve yalnız bu anlamda, derinden dindar olan insanlara katılıyorum. Kendi yarattıklarını cezalandıran ya da ödüllendiren, biz insanlarınkine benzer istekleri olan bir Tanrıyı benim aklım almaz. Bedeni ile öldükten sonra yaşayabilecek bir insan da düşünemem. Zayıf yürekliler, korku ya da gülünç bir bencillikle bu çeşit düşünceleri beslesinler istedikleri kadar. Hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren akım, ne kadar küçük olursa olsun, bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o içten çaba yetiyor bana.
Osman AYDOĞAN