Mevlevî Nâzım Hikmet Ran
Sararken alnımı yokluğun tacı
Silindi gönülden neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlânâ
Edebe set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlânâ
Nâzım Hikmet Ran
Ölümünün üzerinden tam elli beş yıl geçmesine (03 Haziran 1963) rağmen ismi üzerindeki tartışmalar dinmedi. Fakat Nâzım’ın Mevlevi olduğunu söylesem ne dersiniz?
1902 yılında Selanik’te doğdu. Babası Hikmet Bey, İttihatçılar zamanında bir süre Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Almanya’da konsolosluk etmiş, mütareke döneminde İstanbul’da Matbuat Müdürlüğü yapmıştı. Annesi Celile Hanım, güzelliğiyle ün salmıştı.
Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmedi. Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrıldılar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gitti. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığındılar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirdi. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardı.
Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazar olmuşlardır. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te Genç Kalemler ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermişti. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazdı;
Şöyle diyordu kendisi için: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”
1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.
Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdı ve Mevlevi tarikatına bağlıydı. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordu. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılırdı. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir ederdi.
Özellikle Mevlevihane’ye gidip Mevlevilerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılırdı. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyiciydi. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevi tarikatından etkilenmemesi mümkün değildi. Bir şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:
Mevlânâ
Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ
Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde şöyle anlatır:
“Delikanlılık çağına ulaşmış Nâzım Hikmet, o gün arkadaş bulup tek kale futbol oynayamadığı için, duvara şut çeker dururmuş. Dedesi, eski Konya Valisi şair Nâzım Paşa’nın yaşıtı ve kafadarı emekliler ve tarikat arkadaşı Mevleviler kameriye altında oturmuş, konuşurlarmış.
Nâzım, topu, arasıra kameriyeye doğru kaçtığından, almağa gidermiş. Bir seferinde kulağına tuhaf bir konuşma çarpmış. Misafirler dedesine diyorlarmış ki;
- Niçin gizlersiniz, Paşa hazretleri? Bu şiiri sizden başka hangi Mevlevi yazabilir?
- Emin olunuz, ben yazmadım.
- İmzası da Mehmet Nâzım.
- Aynı isimde başka biri de bulunabilir.
- Tevazu göstermeyiniz, böyle bir nefise efendimizin kaleminden çıkmadıysa kimin eseridir acaba? Mecmua henüz basılmış, okur okumaz toplanıp arz-ı tebrikat için mübarek ellerinizden öpmeğe geldik. Nurola.
Paşa ısrar etmiş:
- Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Maamafih merak ettim. Bir kere daha okuyunuz da dinleyelim.
Şiiri baştan itibaren okumağa başlamışlar. Nâzım Hikmet artık dayanamayıp kucağında futbol topu, çilli yüzü kıpkırmızı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasından başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş:
Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.
Misafirler kaç yönden şaşırmış. Evvela kameriyenin (çardak) hemen oracığında çiçekler arasından çatallaşmış bir çocuk sesinin duyuluşuna... Fakat asıl yeni basılıp o gün satın alınmış olan bir mecmuadaki şiiri torun Nâzım’ın ezberlemiş bulunuşuna. İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş.
- Sübut buldu efendim. Demek ki, hâfid (evlât, oğul, torun) küçük bey eseri zat-ı alinizin evrakınız meyanında görüp hafızasına nakl eyleyivermiş.
Bir taraftan Paşa itirazlarına devam ederken, öbür yandan Nâzım Hikmet haykırır dururmuş:
- Benim de ismim dedeminki gibi Mehmet Nâzım. Bahçede oynarken konuştuklarınızı dinliyordum. Mevlevi şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim. Basmışlar işte, “Dergâh” mecmuasında başka şiirlerim de basıldı. Basılacak tabii. Kitaplarım da çıkacak tabii.
Misafirler şaşırıp kalmışlar. Kalkıp saygıyla Nâzımı alnından öpmüşler. Büyük babası da dayanamamış, torununu kucaklamış ve alıp elini öpmüş.”
Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde dini hassasiyet görülür. Bir başka şiirinde Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ni anlatır. Ağa Camii’nin Beyoğlu’nun her türlü gayrimeşru hayatının içinde kalmış garip hali ona çok dokunur. Ve hislerini şöyle mısralara döker:
Ağa Camii
Havsalam almıyordu bu hazin hali önce,
Ah, ey zavallı mabet, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım,
Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki anası can verirken
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var;
Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini.
Üstünde aşifteler yükseltiyor sesini...
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor;
Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor!
Ancak bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:
Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...’’
(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)
(Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.)
Yukarıdaki satırlar Aksiyon Dergisi’nin 24 Ocak 1998 tarihli sayısındaki Şamil Kucur’un yazısından geniş bir özet olarak alınmıştır. Parantez içindeki açıklamalar bana aittir.
Osman AYDOĞAN