Kar taneleri ve kelimeler
Aradan bir süre zaman geçti...
Sonbahar çoktaaan geçmişti, kış gelmişti…
Havalar oldukça soğumuştu…
Kaç gündür kar yağıyordu buralara...
Tane tane...
Usul usul...
Her yer nasıl bir beyazdı...
Kar taneleri nasıl bir indi gökyüzünden yeryüzüne...
Kim bilir kar taneleri içlerinden hangi müziğin ritmine uydular da o muhteşem dansı yaptılar...
İçimden bildiğim bütün müzik ritimlerini geçirdim...
Hayır, hayır, hayır…
Bu hiç duyulmamış, hiç tanınmamış bir başka harikulade bir müziğin ritmi olmalıydı...
Kelimeler, kelimeler, kelimeler...
İçimden kelimeler de uçuştu kar tanelerini seyrederken...
Yan yana getiremediğim, yan yana getirip içimden geçenleri anlatamadığım, içimden bir nehir gibi şırıl şırıl akan kelimeler, sözcükler...
Bir çağlayandan çağıl çağıl akan bir su gibi içimden akıp akıp giden kelimeler...
Kelimeler, kelimeler, kelimeler...
Kar taneleri gibi içimde hiç bilmediğim bir müziğin ritmi ile dans ede ede yağan, akan, geçen, giden kelimeler…
Gün boyu yağan kardan sonra gökyüzü bir ufuktan öbür ufka lekesiz, tertemiz, pırıl pırıldı...
Gökyüzünü daha önce hiç bu kadar berrak, hiç bu kadar lekesiz ve hiç bu kadar aydınlık görmemiştim…
Gökyüzünü daha önce hiç bu kadar kendime yakın hissetmemiştim…
Gökyüzünde yıldızlar soğuktan tir tir titriyorlardı...
Işıl ışıl parlayan yıldız ışıkları ve uçsuz, bucaksız ve sonsuz bir beyazlığın altında uzaklarda Hindukuş Dağları kıpırdamadan bir heykel gibi o büyük heybeti, görkemi, ihtişamı ve azameti ile duruyordu...
Kutsal kitaplarda bahsedilen Cennet herhalde böyle bir yer olmalıydı...
Zaten Dante’nin şöyle bir sözü vardı;
‘Üç şey cennetten kalmıştır: yıldızlar, çiçekler ve çocuklar.’
Herhalde bu yıldızlar Dante’nin bahsettiği Cennetten kalan o yıldızlardı…
Gün boyu kar yağarken Cenap Şahabettin’ın Elhan-ı Şita isimli şiirini anımsamıştım…
Elhan-ı Şita kış ezgileri, kış musikisi demekti…
‘’Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, (lerze: titreyiş)
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar (gaip eyleyen: kaybeden)
Gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar.. (eyyâm-ı nevbahar; ilkbahar günleri) ‘’
Şiirin bir başka yerinde de şöyle derdi Cenap Şehabettin;
‘’Kapladı bir derin sükûta yeri
Karlar
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar. (Ki sessizce ara sıra ağlar)’’
Kar bitse de içimden hâlâ kelimeler geçiyordu...
Tane tane geçiyordu...
Bir nehir gibi şırıl şırıl akıp geçiyordu...
Bir çağlayandan akan su gibi çağıl çağıl akıp geçiyordu...
Bir sonbaharda dökülen yapraklar gibi usul susul, salına salına düşüp geçiyordu...
Bir ilkbahar yağmuru gibi, sağnak sağnak yağıp geçiyordu...
Kelimeler, kelimeler, kelimeler...
İçimden bir sonsuzluğa doğru usul usul, sessiz sesiz, yayaş yavaş akıp giden kelimeler...
Ufkumun, âfakımın, dünyamın sınırları olan kelimeler…
Ufkumuzu, âfakımızı, dünyamızı sınırlandıranın kelimeler olduğunu bana; dili kullanmanın, dili anlamanın, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan doku olduğunu ifade eden Alman filozof Wittgenstein öğretmişti…
17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başında yaşamış ve Berlin Üniversitesi kurucularından (Humboldt Universität zu Berlin) olan Alman düşünür Wilhelm von Humboldt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' (Toplu Yazılar) isimli kitabını anımsadım…
Bu kitap dil konusunda temel bir eserdi.
Humboldt özet olarak der ki;
İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı.
Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir.
Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir.
Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir.
Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dili insanın ruhu meydana getirmiştir.
Dile gelen insan ruhudur.
İnsanın konuşurken (ve de yazarken ) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar.
Dil konuşanın içini gösterir.
Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur.
Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.
Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir…
'Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.' diyor Humboldt eserinde..
Martin Heidegger de ‘Dil varlığın evidir’ demez miydi...
Mitolojik görüşe göre de her nesnenin özü adlarda saklıymış...
Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanırmış...
İsimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları varmış...
Mitolojide geçerdi sanırım; ‘sözün gücü Tanrı'nın gücüne yakındır.’
Yine mitolojide bir başka söz:
‘İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi, değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’
Bir Japon atasözü geldi aklıma bu noktada:
‘Kelimeler doğanın titreşimidir. Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa, yaratır.’
Yine içimden geçen kelimelere takıldım…
Ezelden ebede, bir sonsuzluğa doğru içimden bir yağmur gibi sağnak sağnak, bir çağlayan gibi şırıl şırıl, kayan bir yıldız gibi ışıl ışıl, pırıl pırıl akııııııııp giden kelimeler…
Ruhumu yansıtan, içimi gösteren, benliğimi yaratan kelimeler …
İçimden geçenleri anlatacak cümleleri kuramadığım kelimeler….
Kelimeler, kelimeler, kelimeler…
Kelimelerim içimden kar tanecikleri gibi düşerken yine Şehriyar’ı anımsadım…
O’nun sözleri geldi aklıma arda arda, ardı sıra;
‘‘Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.’’
‘’Gözü açık rüyanızda, sustuğunuz ve derindeki kendinizi dinlediğiniz zaman, düşünceleriniz kar tanecikleri gibi düşer ve telaşla kanat çırpar ve boşluğunuzun bütün seslerini beyaz sessizlikle örter.’’
Cenap Şehabettin’in Elhan-ı Şita’sını anımsıyorum yine;
‘’Başladı parça parça pervâze (pervâze; altın kırıntıları)
Karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!’’
Şehriyar’ın söylediği gibi içimdeki kelimelerim ve düşüncelerim dışımdaki kar tanecikleri gibi düşmekte ve telaşla kanat çırpmakta ve içimdeki boşluğumun bütün seslerini beyaz sessizlikle örtmekteydi…
Bir yerde Şehriyar şöyle bir örnek vermişti:
‘’Yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere ve düşüncelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde de benzer bir sonuçla karşılaşırız.’’
Bir keresinde de şöyle bir söz söylemişti Şehriyar:
‘’İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı, kendi kendisini öğütür.’’
Şehriyar, Mevlânâ’nın şu sözünü de sık sık tekrar ederdi:
‘’Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek, şereflenecek odur.’’
Mevlânâ’nın ve Şems’in burada ne kadar çok tanındığını ve sevildiğini hiç bilmezdim…
Hemen herkes tanırdı Mevlânâ ve Şems’i buralarda…
Hemen herkes severdi Mevlânâ ve Şems’i buralarda…
Osman AYDOĞAN