Bir kuruyan sarmaşık
03 Kasım 2019
Hegel 1831 yılında 71 yaşında koleradan hasta yatağında yatarken ziyaretine öğrencileri gelmiş. Hegel öğrencilerini üzüntü ile süzdükten sonra yavaş bir sesle ‘’Beni öğrencilerimden sadece Michael anladı’’ demiş. Sonra bütün öğrencilerini mahzun bir eda ile süzerek devam etmiş; ‘’Ne yazık ki o da beni yanlış anladı.’’
Kendimizi anlayacak, hem de doğru anlayacak insanlar bulmak günümüzde ne kadar da zor?
Diyojen’e atfen söylenir; hani gün ışığında Diyojen mumla bir şeyler arar, sorarlar ne aradığını; ‘’İnsan arıyorum’’ der. İnsan bulmak günümüzde ne kadar da zor?
Yakup Kadri’nin ‘’Yaban’’ında geçerdi; ‘’İnsan, hayvanların en iğrenç olanıdır’’... Katılmak buna mümkün değil ama, gerçek anlamıyla eğitilmediğinde insan böyle galiba...
İnsanları olduğu gibi kabul etmekten başka bir seçenek yok... Değiştirebileceğimiz tek şey; kendimiz. Başkaları değil…
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler?
Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Yapılan bir araştırmaya göre; ilk öğretimi bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise öğrenci ilk öğretimi bitirene kadar 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor... Çağdaşlarından neredeyse onda biri kadar daha az kelime öğrenen öğrencimizin gelecekte onlarla nasıl rekabet edeceğini düşünebiliriz ki?
Kesinlikle eski Türkçe veya Osmanlıca taraftarı değilim, Osmanlıca konuşalım anlamında düşünmüyorum... Çorak Anadolu toprakları gibi kuruttular Türkçeyi...
Safiye Ayla’nın bir şarkısı vardı, şimdilerde hiçbir yerlerde çalınmaz... Şarkının güftesinin birinci veya ikinci kısmı şöyleydi;
‘’Koyda yanan bir ışığım.
Bir kuruyan sarmaşığım.
Kimsesizim, yoktur eşim.
Yandı hayat, söndü emel.’’
Ben bu güftenin altına ‘’Türkçe’’ diye imza atıyorum.
Dilimiz yoksullaşıyor ve yoksunlaşıyor... Esas yoksullaşan ve yoksunlaşan biziz aslında...
Orhan Veli gibi;
‘’Bir yer var biliyorum,
Her şeyi söylemek mümkün.
Epeyce yaklaşmışım,
Duyuyorum,
Anlatamıyorum’’
Param yoksa; istediğiniz bir şeyi alamam... Kelimelerim yoksa; istediğim bir duyguyu anlatamam... Bu bile yeterli değil; kelimelerim yoksa ‘’duygu’’ya bile sahip olamam...
Anlatamadığımız için, kelimelerimiz, kavramlarımız, boyutlarımız, ufkumuz, âfâkımız, düşüncelerimiz, fikirlerimiz olmadığı için; politika üretemiyoruz, sanat üretemiyoruz, kültür üretemiyoruz, strateji üretemiyoruz, insan eğitemiyoruz... Konuşamıyoruz da...
Yazılı ve görsel basına bakıyorum; ‘’Sporcu’’ olarak üç –beş zibidi futbolcu (nedense spor denince hep futbol gelir, hele spora kadın karışmışsa Süreyya gibi, mutlaka başı yenir), ‘’Sanatçı’’ edasında beş para etmez sığ insanlar, ‘’Aydın’’ diye ülkesini aşağılayan, siyasi iktidara yamanan, yurduna düşman intihal müptelası (üretemediğinden) enteller, (daha önce de ‘’Aydın Üzerine’’ diye yazmıştım), bizzat karanlığın kendisi olan insanlar, ‘’Politikacı’’ diye ülkesini etnisiteye ve mezhebe göre bölen sığ, Gözlüklü Sami tipi insanlar... ‘’İşadamı’’ diye ülkesini soyan asalaklar...
Kelimelerimiz, kavramlarımız, boyutlarımız, ufkumuz, âfâkımız, düşüncelerimiz, fikirlerimiz neredeler? Hangi Kaf Dağının ardındalar? Mehlika Sultan’a giden gençler nerede? Neden dönmediler hala?
İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibiymiş... Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı kendi kendisini öğütürmüş... Hepten mi öğütüldü beynimiz?
Gerçekte çok şey anlatmak istiyorum... Ama yok, kelimelerim yok, anlatamıyorum... Bir yer var, epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, anlatamıyorum...
Fransız yazar ve diplomat Jean Giraudoux’un bir sözüydü : “Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”
Yaşananları, içine düştüğümüz girdabı görmüyor musunuz?