Babil’in Asma Bahçeleri
Giriş
Hayâlî, Türk Divan edebiyatı şairinin mahlasıdır. Asıl Adı Mehmet'tir. “Bekâr Memi” diye anılmıştır. Hayâlî mahlasını kullanarak eserler vermiştir. Vardar/Yenice'de doğmuş, doğum tarihi bilinmemekle beraber Edirne Sancakbeyi iken 1557 yılında Edirne’de vefat etmiştir. Mezarı Edirne’de Uzunkaldırım Caddesi üzerinde İki Lüleli Çeşme (Şair Hayâlî Çeşmesi) nin yanındadır. Baki'den önceki dönemim en güçlü şairi sayılır. Zengin iç dünyasını güçlü imgeler ve kendine özgü söyleyişlerle birleştirmiştir. İnce ve duyarlı bir üsluba sahiptir. ‘’Divan’’ isminde tek yapıtı vardır. En biline şiiri ''Cihân-ârâ cihân içindedür arayıbilmezler'' mısrası ile başlayan şiiridir. Şiir uzun ama ilk mısrası şu şekildedir:
Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler
(Dünyâyı süsleyen Tanrı dünyânın içindedir, ama insanlar onu aramasını bilmezler.
Tıpkı denizin içinde olup da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibi)
Bu konuda anlatılan bir de masal vardır: Balıklar deryada sakin ve sükûnetle yüzerken içlerinden birinin sorması ile şaşırıp kalmışlar. ‘’Su nedir?’’ Soru oldukça basittir. Ama yıllar yılı içinde sürekli yüzüp yüzgeç attıkları suyun hakikatini hiç biri bilemez. Bunun üzere araya araya balıkların pirini bulur ve ona sorarlar; ‘’Ey pirim, üstadımız, bu su nedir, nicedir?’’ diye sorunca balıkların piri hiç düşünmeden “Ben sudan başka bir şey görmüyorum ki onu size anlatayım” diye muammalı, esrarengiz bir cevap verir.
Bizler de böyleyiz, derya içinde olup deryayı bilmeyen mâhiler gibiyiz.. Hatta mâhilerin piri gibi pirilerimiz bile bilmezler içinde yaşadığımız deryâyı...
Bu yazıdan maksadım; dilimin döndüğünce, dimağımın hatırladığınca, kalemimin yazdığınca içinde yaşadığımız bu deryayı, bu Orta Doğu'yu, bu coğrafyayı, bu kültürü, bu iklimi tanımlayabilmek, anlatabilmek... Tevfik Fikret tahsil için Haluk'u Glasgow'a gönderirken ''Haluk'un Veda'ı'' şiirinde ''Bize bol bol ziya kucakla getir / Düşmek etrafı görmemektendir...'' derdi... Ben de ''etrafı'' görmek ve ve gördüklerimi de göstermek, tanımlamak, anlatmak ve dile getirmek istedim...
Düşmemek için!!!...
Bölge, coğrafya, tarih
Orta Doğu; Akdeniz’den Pakistan’a kadar uzanan, Arap Yarımadası’nı ve Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirlerine yaklaştıkları yerleri kapsayan ve birbirine komşu ülkelerin oluşturduğu bir bölgedir. Orta Doğu kavramı İngilizlerin 19. yüzyılda ortaya çıkardıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri; Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan ve Fas’tır.
Aynı şekilde ‘’Orta Asya’’ kavramı da İngilizlere aittir. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık. Benzer şekilde biz de İngilizler gibi Güneyimizdeki hemen yanı başı komşularımıza çok uzaklarda bir yermiş gibi ‘’Orta Doğu’’ dedik. Hatta hızımızı alamadık Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerini de ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diye adlandırdık. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkeleridir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar.
Orta Doğu; Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticari ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarına, su ve enerji kaynaklarına sahip olması, tarihin, dinlerin ve uygarlıkların beşiği olması nedeniyle sahip olduğu eşsiz jeopolitik değer, Orta Doğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. Bu nedenle de tarihin başlangıcından bugüne Dünyanın en huzursuz bölgesi olmuştur. Bu huzursuzluğun diğer nedenleri de bölgenin karmaşık etnik, dinî, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısından kaynaklanmaktadır.
Önce bölgeye ait bir tarihî bilgi: Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Babil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Babil kralları Keldânî kavminden gelirler ve Nemrut diye adlandırılırlar. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu. Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçeleriyle tanınan Babil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur (MÖ 605-562). O’nun üç kişiyi Babil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir. Bu olay Kur’anı Kerim’de Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71)
Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Babil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek -MÖ 587- halkın devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir.
Rivayete göre Buhtunnasır (Nebukadnezar- Nabucco), bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak Buhtunnasır rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Buhtunnasır’ın ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl -İngilizce kaynaklarda adı “Daniel” olarak geçer, mezarı Kerkük'te Cami avlusundadır-, bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır.
Hz. Danyâl Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan herşeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi -Orta Doğu- egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. (Ki daha sonra Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek -MÖ 587- Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirir.) .Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek, sürekli birbiriyle savaşacak ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek ve halkının tanrılık (büyüklük) iddiasındaki liderlerinin akıbeti de hiç de iyi bir sonla bitmeyecek.’’
Bir rivayete göre tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir başağrısı başlar. Buhtunnasır başağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece başağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık (büyüklük) iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir.
İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun halkı bir daha biraraya gelmemişlerdir. İşte o günden bu güne Orta Doğu'nun halkı etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı ile birbiriyle kavga halindedir. İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun tanrılık iddiasındaki liderlerinin akıbeti Buhtunnasır'ın akıbetinden öteye geçememiştir.
Orta Doğu’nun etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı da tıpkı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Bu katlar aynı zamanda çatışma alanlarıdır. Bu katları bilmeden Orta Doğu’yu anlamak imkânsız gibidir.
Çatışma şiddetleri katlar arasında zaman içerisinde yer değiştirmekle beraber bu katlar özet olarak şu şekildedir:
Orta Doğu’nun birinci katı; etnik yapısıdır.
Bu kadim topraklarda bulunan etnik unsurlar dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar kaynaşmamış bir halde bulunmaktadır. Ana olarak Arabî, Farsî, Türkî, Kürdî ve Yahudi unsurlar bulunmaktadır. Mikro unsurlara bakarsanız içinden çıkamaz hale gelirsiniz: Ermeni, Rum (Grek), Süryani, Keldani, Nasturi, Çerkez, Beluci, Glaki, Lur, Balok vs. say say bitmez. Bu çeşitli etnik yapı bir bütün halinde de değildir. Hemen hemen her ülkede az veya çok bu etnik yapı temsil edilmektedir. Bu etnik yapılar arasında derin problemler bulunmaktadır.
Orta Doğu’nun ikinci katı; dinî yapısıdır.
Bölgede başta Müslüman, Hristiyan ve Musevi olmak üzere üç temel inanca sahip insanlar bulunmaktadır. Esas kadim çatışma bu üç din arasındadır.
Orta Doğu’nun üçüncü katı; mezhep yapısıdır.
Müslümanlar; Şii, Sünni ve Alevi diye alt gruplara ayrılmaktadır. Sünniler geleneksel olarak; Hanefi, Hanbelî, Maliki ve Şafi şeklinde ayrılmakta ve ayrıca mezhep olarak Selefi ve Vehhabiler de bulunmaktadır. Dürzi, Nusayri, Zeydi ve İbadiler de diğer Müslüman gruplardır. Hristiyanlar ise; Marunî Hristiyanlar (Arap Katolikleri), Grek Ortodokslar, Grek Katolikler ve Ermeni Ortodokslardan oluşmaktadır. Bölgede, hem İncil’i hem de Kuran’ı kutsal sayan ancak “Allah’a peygambersiz inanan halk” anlamına gelen “Ezdai” olarak adlandırılan ve yol göstericileri olarak Yezid bin Ezidiyan’ı (Emevi sultanı Yezid bin Muaviye ile sadece isim benzerliği vardır) kabul eden Ezidi’ler gibi mezhepler de vardır. Daha vahim çatışma ise bu mezhepler arasındadır.
Orta Doğu’nun dördüncü katı; siyasi yapısıdır.
Bölgedeki ülkelerin büyük çoğunluğu gerçek anlamda henüz ‘’devlet’’ olamamışlardır. Bölgedeki ülkelerin çoğunun siyasi yapıları hâlâ aşiret düzeyindedir. Bölgede bir ulus organizasyonu yapılamamış, bir ortak toplum projesi de gerçekleştirilememiştir. Bölgedeki liderler, Saddam’dan, Kaddafi’ye, Esad’dan Nasır’a kadar Arap Bismarck’ı veya çağdaş Buhtunnasır olmak istemişlerse de bu nedenle başarmaları mümkün olmamış, başarmaları mümkün olmadığı gibi bu yöndeki çabaları da hüsranla sonuçlanmıştır.
Ayrıca bölge devletleri arasındaki siyasi ilişkilerde ve ittifak yapılarında Emevi kültürü hâkimdir. Bu kültürü en iyi şekilde tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözü yansıtmaktadır: ‘’Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.’’
Bölgede Birinci Dünya savaşı sonrası sınırlar emperyalist güçlerin keyfine göre çizilmiş, ülkelerin devlet yapıları da yine emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yapılmıştır. Savaş sonunda adil bir barış yapılmamıştır. Bu konuyu en iyi anlatan David Fromkin’in ‘’Barışa Son Veren Barış’’ isimli kitabıdır. (Barışa Son Veren Barış, David Fromkin, Orijinal Adı: A Peace to End All Peace, Epsilon Yayınları, 2004) Kitap, Birinci Dünya Savaşı ve sonraki ilk yıllarda (1914–1922) dünyadaki güç dengelerinin panoramasını oluştururken, özellikle de Doğu’da emperyalist güçlerin masa başında bugünkü Orta Doğu’nun haritasını nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatmaktadır. Bu siyasi yapı bir başka çatışma katıdır.
Orta Doğu’nun beşinci katı; demokratik yapısıdır.
Bölge ülkelerinin bazılarının isminde veya devlet yapılarında ’’demokrasi’’ ismi geçiyor olsa da bunun gerçek anlamda demokrasiyle bir ilgisi yoktur. Çünkü demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Bunların hiçbirisi bölge ülkelerinde yoktur. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamıştır, Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulmamıştır. Gerçek demokratik bir düzen için ihtiyaç duyulan demokratik insan da yetiştirilmemiş, insan davranış ve değer yargıları da demokrasiye uygun bir biçimde değiştirilmemiştir. Bu nedenle bütün demokrasi girişimleri bünyeye uymamakta ve bu kat da çatışma sebebi olmaktadır. Ayrıca demokrasi olmayınca mevcut sosyal gruplar kendilerini dışlanmış hissetmekte, dışlanma ötekileştirmeyi, ötekileştirme de düşmanı yaratmakta bu da bir çatışma sebebi olmakta ve şiddeti artmaktadır.
Orta Doğu’nun altıncı katı; sosyolojik yapısıdır.
Modernleşmenin tam olarak sağlanamadığı bu bölgede Avrupa ve Amerika merkezli ideolojik bir yabancılaşma söz konusudur. Bu yabancılaşma bir kültür ikilemini doğurmaktadır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak bölgedeki bütün bu etnik, dini ve mezhep yapısı kendi içinde de değişik sosyal gruplara ayrılmaktadır. Bu ayrışım içinde Batı Dünyası ile kısmen bütünleşmiş veya bütünleşmek isteyen ve Batılı bir yaşam tarzını benimseyenler ile kendi muhafazakâr yapısını korumak isteyen veya radikal düşüncesini gerçekleştirmek isteyen gruplar bulunmaktadır. Bu ayrımı Laik Müslüman - İslamcı veya Ilımlı Müslüman- fanatik Müslüman veya radikal Yahudi- ılımlı Yahudi diye de yapabiliriz. Bölgedeki en tehlikeli ve derin çatışma bu kattadır.
Orta Doğu’nun yedinci katı; bölge ülkelerinin küresel güçlerle olan ilişkileridir.
Bütün bölge ülkelerinin küresel güçlerle çok özel ilişkileri vardır ve bu küresel güçler bütün bölge devletlerinin hücrelerine kadar nüfuz etmiştir. Bölgede küresel güçlerin menfaatlerine uyum sağlayamayan hiçbir iktidar uzun süre görevde kalamamaktadır. Saddam’dan Kaddafi’ye bölge liderlerinin tasfiyesi düşündürücüdür. Bölgede emperyal güçlere ters düşecek, küreselleşme karşıtı, ulusalcı, tam bağımsızlıkçı sivil - asker ne kadar güç varsa hepsi etkisiz hale getirilmiştir.
Bu yapılırken Orta Çağ Haçlı Seferleri gibi Afganistan'dan Libya'ya mazlum halkların üstüne çullanılmış, barbar bir işgal dönemi yaşanmış, mevcut düzen darmadağın edilmiştir. Bu işgale ve işgalcilerin işbirlikçisi gruplara karşı bir tepki olarak da El Kaide, El Nusra, İŞİD (İD) gibi terör örgütleri boy göstermiştir.
Orta Doğu’nun sekizinci katı; sorunu çözülmemiş Filistin’dir.
Filistin sorunu çözülmediği sürece çatışma sebebi olmaya devam edecektir. Sorunun birincil kaynağı İsrail’de yerleşik bir varlık olan ve hep toprak peşinde koşan Siyonizm ve Siyonist siyaseti rehber edinen İsrail yöneticileridir. (Sion; Kudüs’ün eski adıdır, aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir, Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Siyonizm de bu kelimeden gelir.) Sorunun ikincil kaynağı da İsrail’i hepten tanımayan siyasal İslam’dır.
Bölgede Filistin’in en büyük destekçisi ve İsrail’in en büyük karşıtı Saddam’lı Irak idi. Birinci Körfez Krizinde İsrail’e düşen Saddam’ın Scud füzeleri hâlâ hafızalardadır. Bölgede Filistin’in ikinci en büyük destekçisi ve İsrail’in ikinci en büyük karşıtı Kaddafi’li Libya idi. Bölgede Filistin’in üçüncü en büyük destekçisi ve İsrail’in üçüncü en büyük muhalifi Esad’lı Suriye idi. Bu ülkelerden ilk ikisi tasfiye edilmiş, üçüncüsü ise yaşattırıldığı iç savaşla var olma mücadelesi vermektedir. Bu şekilde Filistin’i gerçek anlamda destekleyen bu üç devletin de saf dışı bırakılmasıyla; Filistin’in korumasız, kimsesiz, sahipsiz ve desteksiz, İsrail’in ise kontrolsüz ve muhalifsiz bırakıldığı değerlendirilmektedir. ABD ve AB’nin İsrail’in yanında yer aldıkları malumdur. Bu süreçlerden sonra İsrail’in Filistin konusunda daha bir pervasız ve daha bir frensiz hareket edeceği beklenmektedir. Bu durum ise sorunu daha bir içinden çıkılmaz hâle getirmektedir.
Orta Doğu’nun dokuzuncu katı; doğal enerji kaynakları ve su sorunudur.
Tüm dünyada, fosil kaynaklar denilen kömür, petrol ve doğalgaz, toplam enerji tüketiminin %85’ini oluşturmaktadır. Fosil kaynakların en önemli kesimini de petrol oluşturmaktadır. Orta Doğu, bugün, dünya petrol tüketiminin %60’ını, doğal gaz ihtiyacının ise %25’ini sağlamaktadır. Tahminlere göre dünya petrol rezervi yaklaşık olarak 1200 milyar varildir ve bunun yaklaşık 750 milyar varili Orta Doğu topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca Orta Doğu petrolü kaliteli ve çıkarılması kolay bir petroldür. Bu yüzden, petrol üretimine yatırılan sermayenin kâr oranı, dünyanın diğer kesimlerindeki petrol üretimine göre çok daha yüksektir. Bu durum ise, emperyalist güçlerin iştahını kabartmaktadır.
Dünya yüzeyinin yaklaşık %70’i sularla kaplıdır, fakat insanoğlu bu suyun ancak %3’lük bir kısmını kullanabilmektedir. Bu %3’lük kısmın dünya üzerindeki dağılımı son derece dengesizdir. Bu durum kimi ülkeleri su zengini yaparken, kimi ülkeleri kuraklıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Orta Doğu bölgesi zaten su kaynakları açısından kıttır. Sınır aşan sular vardır. Bu durum Orta Doğu’daki birçok ülke için hayati sorunlar yaratmaktadır. Suya ve su kaynaklarına ulaşmak işbirliği kültürünün olmadığı Orta Doğu’da en büyük çatışma sebebidir. Hızla artan Orta Doğu nüfusu ve küresel ısınma da su sorununun şiddetini artırmaktadır. Dışarıda petrol, içeride su hâkimiyeti çabaları Orta Doğu için büyük bir çatışma kaynağını oluşturmaktadır.
Orta Doğu’nun onuncu katı; kültürel yapısıdır.
Önce bölgeye ait bir hikâye: Yunan mitolojisinde Tanrı Zeus şimdiki Kaz dağında (o zamanki İda dağında) yaşar. İki oğlu vardır. Ne yazık ki bu ikisi de birbirinden kıskançtır. Zeus bunların kıskançlığından bıkar ve en kıskancını karşısına alarak sorar; ‘’Oğul! Dile benden ne dilersen, sınırsız olarak dilediğin her şeyi vereceğim, ancak bir şartım var; benden dilediğinin iki mislini kardeşine vereceğim.’’ Oğul cümlenin ilk yarısında sevinir ancak cümlenin tamamlanmasıyla üzülür, biraz düşündükten sonra cevap verir: ‘’Baba, benim bir gözümü çıkar!’’ Hikâyede olduğu gibi bu özellik bölgenin hâkim kültürüdür; Kaybet – kaybet!
Carl Von Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ tezi bize şimdiye kadar çatışmaların sebeplerini anlamaya çalışmak için temel bir esas vermekteydi. Ancak; hâlen İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan’ın güzel bir kitabı vardır; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (Savaşın Kültürü) (Die Kultur des Krieges, John Keegan, Verlag: Rowolt Tb. 2007) (Bu kitap Türkçeye ‘’Savaş Sanatı Tarihi’’ olarak çevrilmiştir, Doruk Yayınları, Tarih Dizisi, 2007) John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlamaktadır. Keegan’a göre işbirliği özelliğinin ve davranışının ve uzlaşma kültürünün gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz olmaktadır. Babil’in asma bahçelerinde birey ve toplum bazında işbirliği ve uzlaşma kültürünün geliştiğini gösteren pek bir emare bulunmamaktadır. Uyum, ahenk, işbirliği ve uzlaşma kültürünün olmadığı bu bölge, bölgenin hâkim karakteri ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğrulmuştur. Bu da gelecek açısından ürkütücü ve de korkutucudur.
Le Monde Diplomatique isimli aylık çıkan Fransız dergisi yıllarca önce yazar Claude Julien (1925-2005) imzasıyla ‘’Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’’ adlı bir makale yayınlamıştı. Makalenin adı gibi bütün bölge milletleri; feodal yapıları, gelenekleri, orijininden sapmış dini inanışları, kadına bakış açıları, otoriter eğilimleri, güce olan sevgi ve biat anlayışları, uzlaşma ve işbirliği yeteneğinin olmayışı gibi özellikleriyle kendi kültürleriyle hasta olan toplumlardır. Bu kültür onları hem hasta etmekte hem kendileriyle hem de komşu toplumlarla çatışmalarına yol açmaktadır.
Bir söz vardır; ‘‘Yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir.’’ Ne yazık ki ‘’yakınmak’’ Babil’in asma bahçelerine özgü bir alışkanlıktır. Babil’in asma bahçelerinin hâkim kültürü yakınmaktır, hüzündür, feryattır, figandır. Bu bahçelerde insanlara müzik diye genellikle hüzün şırınga edilir. Bu bahçelerde insanların sevinçlerini alenen dışa vurmaları ayıptır ama kederleri ve yasları, feryatları ve figanları aşikârdır. Babil’in asma bahçelerinde bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller yeterince gelişmemiştir. Bu bahçelerde ‘’kin’’, ‘’nefret’’ ve ''intikam'' sıkça rastlanılan kavramlardır. Bu bahçelerin çocuklarına akılları erer ermez beyinlerine, zihinlerine cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramları şırınga edilir. Bu bahçelerde tartışma ve sorgulama kültürü oluşmamıştır, bunun yerine ezber, itaat ve biat kültürü hâkimdir. Bu bahçelerde politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracıdır. Bu bahçeler kargaşa içindedir; bu bahçelerde trafik kargaşası, inşaat kargaşası, insan kargaşası vardır. Bu bahçelerde zekâ yerine şark kurnazlığı, dürüstlük ve liyakat yerine sadakat, görev yerine itaat, hak yerine güç vardır. Bu bahçelerde bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaşmamıştır. Bu bahçelerde; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, ciddiyet adına suratları asılır, kadınları; gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir. Bu bahçelerde ''yaşam'' değil, ''ölüm'' yüceltilir... Bu bahçelerde sevgi Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil güce biat eder, güce karşı bir sevgi yönelimi vardır. Bu bahçelerde güçlü olan her zaman için ve her yerde haklıdır. Bu bahçelerde siyasi iktidarların yetersizlikleri, yeteneksizliklerin ve kötü yönetimlerinin sonuçları hep ''dış mihraklar''a ve ''komlo teorileri''ne bağlanır... Bu bahçelerde “Devlet Organizasyonu” halk için değil, halk “Devlet Organizasyonu” için vardır. Bu bahçelerde liderler hep ulviyet iddiasını güderler...
Bütün bunlar yeni değildir. Mevlânâ Celaleddin Rumi ‘’Bu Ayrılık’’ isimli şiirinde tanımlardı bu bahçeleri: ‘‘Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük, / bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.’’ Sanki Dante’nin şiiri de Babil’in asma bahçelerinin insanlarını anlatır gibidir: “Sizler ki hüzün var / yüzünüzde yere eğik / gözleriniz acınızı gösteren, / nereden gelirsiniz, / renginiz acının rengine dönmüş böyle..!” Shakespeare’in ‘‘Macbeth’’isimli eserinde geçen ifadeler de sanki Babil’in asma bahçelerindeki ülkeler için yazılmıştır: “Ah zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir: Orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; orada ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok, fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler günlük kaygılar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.”
Bu bahçelerde ulviyet iddiasındaki liderlerinde sonu da hep Buhtunnasır gibi olmuştur. (Saddam, Kaddafi vb.)
Babil’in asma bahçelerinin kültürünü ve insan yapısını ve insanının özelliğini arda arda vereceğim şu üç yazısı ile Lübnanlı yazar, şair ve ressam Halil Cibran daha iyi anlatmaktadır:
“Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.
Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.
Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. “
…
‘’Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdelena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin... Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’
…
Halil Cibran’ın ‘’Ermiş’’ isimli kitabından bir bölüm:
‘’Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.’’
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu ‘’Türk Humanizmi’’ (Türk Tarih Kurumu Yayınları / Yirmi Üçüncü Dizi, İstanbul, 1988) isimli kitabında Doğu'yu şöyle tanımlardı “......Doğu'da manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir..... dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis -ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”
Ayrıca şunları yazmaktadır kitabında Sinanoğlu: “Akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir. Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü, bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir. Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir.
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu'nun tespiti gibi Doğu'da manevi evren koskoca bir morga benzemektedir ve Doğu'nun insanları “Akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslenmemektedir.
Muhtemel ki Buhtunnasır'ın rüyası ve Hz. Dânyal'ın tabiri gerçek olmuş ve halen de bir kadermişcesine gerçekliğini sürdürmektedir...
Belki de bu kat bir sonuç değil bütün çatışmaların anası ve sebebidir.
Katlardan arta kalanlar.
Erol Toy’un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: Toprak acıkınca. (Toprak Acıkınca, Erol Toy, Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı. Bu kitapta bir konuşma geçer torun ile nine arasında:
- ‘’Nine ölüm nedir?’’
- ‘’Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?’’
- ‘’Neye nine?’’
- ‘’Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan’ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.’’ Susar nine. Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder…
- ‘’İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.’’
Babil’in asma bahçelerinde ölüm hep ninenin söylediği gibi insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzemektedir ve bu bahçelerde bu topraklar yukarıda anlatılan nedenlerle hep açtır ve hiç doymamaktadır.
İslam Dünyası neden bu haldedir?
Bu katlardan ikinci kattaki (din) unsurların (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) bu hâlde olmasının her birisinin kendine özgü nedenleri vardır. İslam dünyasının ise bu hâle gelmesinin bir nedeni de İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Horasan’ın Tus kentinde doğan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır. Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (El-Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı-Türkçe-Arapça, Çevirenler: Mahmut Kaya - Hüseyin Sarıoğlu, Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır. Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkansızdır.”
Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Gazalî (1058-1111), “İhya-i Ulum ud-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hazırlayan: Mehmet Yavuz Şeker, Işık yayınları) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (İbn Sînâ, Şifa Kitabı, Tıp Kanunu, Felsefe Meseleleri, Müzik / Fikir Mimarları Dizisi, Editör: Hüseyin Gazi Topdemir, Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. (Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.)
İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Kurtubalı İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Çeviren: Muharrem Hilmi Özev, Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.’’
Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”, “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.”, “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”, “Bir saatlik tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır. Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986) Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih Özdemir Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II ) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz. Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.
Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklemişlerdir çünkü Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Gazali’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazali’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazali düşüncesinin hakim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, ihtimali de yoktur.
Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683’de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir.
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”
Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir.
Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD, Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.
2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)
O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.
Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam dünyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam dünyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam dünyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.
Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar Babil’in asma bahçelerinde siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Babil’in asma bahçelerinin de bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler.
İslam dünyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu bahçeler o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle bahçede asma katlar arasında insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir.
Sonuç
Anlatıldığı gibi Orta Doğu’nun yapısı Babil’in asma bahçeleri gibi kat kattır. Ayrıca bu katların da birbiriyle iç içe geçtiği görülmektedir. Çatışma potansiyelinin çok yüksek olduğu bu bahçelerde, bu katlarda ve aralarında bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğu görülmektedir.
İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu bahçelerden elini çekmediği, İslam dünyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam dünyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bölge halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda Babil’in asma bahçelerinde terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya devam edecektir.
Ayrıca bölgede hâkim olan ve bölge için politika belirleyen güçler İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in şu sözünü hiç unutmamalıdırlar: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’
Bölgede barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bölge ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.
Bir de bölgenin ihtiyacı olan Prof. Dr. Suat Sinanaoğlu'nun bahsedilen tespitinde olduğu gibi Doğu'nun manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkararak insanlarına yaşama sevincini aşılatmak ve Doğu'nun insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemektir.
Bunlar olduğu takdirde Babil’in asma bahçeleri cennetin katlarına dönüşecektir.
Bu cehennemden kurtuluşun bundan başka seçeneği yoktur. Aksi takdirde Hz. Danyâl'ın Buhtunnasır’ın rüyasına kehanetinin doğruluğu bir kadermişcesine sonsuza kadar devam edecektir.
Osman AYDOĞAN