Melankoli
25 Şubat 2017
Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumuydu: Melankoli. Nükhet Duru’dan başka kimse ruhumuza üflercesine böyle söyleyemezdi zaten bu şarkıyı. Sabahattin Ali 1932'de Konya Hapishanesi’nde yazar bu şiiri ve deli gibi âşık olduğu Ayşe Sıtkı isimli kadına ithaf eder:
‘’Beni en güzel günümde,
Sebepsiz bir keder alır,
Bütün ömrümün beynimde,
Acı bir tortusu kalır.
Anlayamam kederimi,
Bir ateş yakar tenimi,
İçim dar bulur yerini,
Gönlüm dağlarda dolanır.’’
Bu şiiri severek okur, Nükhet Duru'yu da severek dinlerdik değil mi?
Şiirin son dizesinde ''İçim dar bulur yerini, gönlüm dağlarda dolanır’’ derken gerçekten benim içim her daim dar bulur yerini, sığmaz içim içine, çözümü dağlarda bulur gönlüm, gönlüm dağlarda dolanır.
Gönlüm dağlarda dolanırken o dağların bana yadigarı Şehriyar’ı hatırlarım. Ve onun bana nadiren kızdığı o anı anımsarım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi o keskin keskin, o çakmak çakmak gözleri ile bana hiddetle söylendiği o anı anımsarım. O an Celâlâbâd’da, zemheri aylarının o dondurucu soğuğunda, o yüksek rakımda, uzaklarda Hindukuş dağları bir gelin elbisesi gibi o kar örtüsüyle bembeyaz giyinmişken Şehriyar'ın bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarladığı o anı anımsarım: ‘’Anlamadın mı hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana. ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana. Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana.
Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, başımı öne eğerek, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dâhi hiç içimin rahat olmadığını hiç. Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde hâlâ tarifi bir mümkünsüz, anlatılması bir imkânsız sessiz sedasız bir hüzün olduğunu. Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a.
Sonra, ayrılıp giderken Şehriyar, benim duymayacağımı düşünerek kendi kendisine mırıldanmıştı. Keşke duymasaydım dediğim mırıldanmaları benim hakkımdaydı ve yerin dibine girmiştim ben. ‘'Sana verdiğim bunca emeğim demek boşa gitmiş!'' diye mırıldanmıştı. Ve devam etmişti Şehriyar: ‘'Her şeyi bildiğini sanmayı anlarım, toyluktur ama her şeyi anladığını sanmak! Bunu anlayamam çünkü bu salaklıktır.''
Çok utanmıştım çok.
O günler çoook, çok gerilerde kaldı artık.
Kaldı ama sadece ben mi, bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik. Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim. Ve bizlere de hüzün hep mutluluk verirdi. Ve hüzün hiç peşimizi bırakmazdı bizim. Hüzün bir kedinin kuyruğu gibi hep bizimle beraber gelirdi biz nereye gidersek gidelim.
Tacik asıllı, ABD vatandaşı Khaled (Halid) Hosseini’nin "Uçurtma Avcısı" (Everest Yayınları, 2004) adlı romanında geçerdi: "Gerçekle yaralanmak, bir yalanla oyalanmaktan daha iyidir." Bir gerçekle yaralandığımızdan mıdır yoksa bir yalanla oyalandığımızdan mıdır bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?
Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin, bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda bir türlü aşkı beslemeyi bilmeyişimiz nedeniyle miydi bu sebepsiz kederlerimiz, nedensiz hüzünlerimiz?
İşte bu sebep miydi ki Âşık Mahzuni Şerif'e, insana hüzün şırınga eden o ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünde: ''Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizelerini söyleten! İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki? Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlarda bir baykuş gibi ötmeyi istemek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir gitmek isteği? Muhtemeldir ki Mahzuni; kaynağı beslenmediği için ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; hastalanarak, yaralanarak, yorularak, solarak, matlaşarak ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir.
Haldun Taner’in ‘’Yalıda Sabah’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2015) adlı kitabında geçerdi (s. 81): “Sebepsiz mutluluktur asıl mutluluk” diye. Zaten söylerdi bana hep Şehriyar: ‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir.’’ Haldun Taner’in, Şehriyar’ın söylediği gibi mutlu olmak için hep bir sebep, hep bir neden aramamızdan mıydı bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?
18. yüzyılda Afrika’dan gemilerle tıkış tıkış Karayip plantasyonlarına getirilen kölelerin ölümcül duygusuymuş melankoli. Tarihçiler, kölelerin çevreye uyumsuzluk, hastalık ve açlık yüzünden öldüğü kadar, melankoli sebebiyle de de öldüklerini yazarlar.
Sanırım bütün bu anlattıklarım, bu sebepsiz kederlerimizin, bu nedensiz hüzünlerimizin asıl sebebiydi.
Shakespeare, melankolinin insanı nasıl da düşünmeyle birleşerek pasifleştirdiğini anlatırdı eserlerinde.
Yoksa yoksa Shakespeare’in söylediği gibi bu sebepsiz hüzünlerimizin, bu nedensiz kederlerimizin, bu melankolimizin düşünmeyle birleşmesi miydi bu pasifliğimiz, bu yılgınlığımız, bu sessizliğimiz?
Antik Çağ filozofları da melankoli üzerinde düşünürler. Örneğin Aristo, melankoli hakkında şöyle düşünür: ''Kişi melankoli hastalığına sahipse bu durum tehlikelidir fakat kişi melankolik bir mizaca sahipse o zaman bu bir hediyedir, bu mizaç da kişiye yaratıcılık hediye eder.'' Melankolik mizaçtan Hipokrat da bahseder.
Yakın zamana gelirsek; 1800'lü yılların en önemli psikiyatristlerinden olan Alman psikiyatrist Emil Kraepelin melankoliyi manik depresif-delilik olarak sınıflandırır. Ancak Freud, melankoliyi delilik kategorisinden çıkarır. Freud’a göre melankoli; kişinin kayba karşı verdiği cevaptır. Freud’un kastettiği kayıplar sadece maddi kayıplar değildir. Freud’a göre; ülkü, ideal, gelecek, beklentiler de bu kayba dâhil edilir. Freud'a göre, yas doğaldır, doğal olmayan melankolidir. Freud’a göre yas, geçicidir, yas, geçer ve biter ancak melankoli kalıcıdır.
Hüzün, melankolinin ana maddesidir. Zaten her melankolik kişi hüzünlüdür. Aristo’ya hak vermek gerekir; hüzün olmasaydı, sanat, edebiyat ve şiir olmazdı. Derdi zaten Picasso; ‘’sanat, acı ve hüznün çocuğudur.’’ Fransızların en büyük melankolik şairi Charles Baudelaire, ‘’içinde melankoli olmayan bir güzelliği zar zor hayal edebiliyorum’’ der. Bu sayfalarda daha önce anlattığım Charles Baudelaire’in şiiri "Les fleurs du mal" (Elem çiçekleri) (Kadim Yayınları, 2012) ve ‘’Parfum Exotique’’ (Uzak İklimlerin Kokusu) adlı şiirleri başlı başına melankoliyi anlatır. Baudelaire, ‘’Parfum Exotique’’ adlı şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir" der. Yine bu sayfalarda daha önce anlattığım Goethe, ‘’Genç Werter’in Anıları’’ (Can Yayınları, 2007) adlı eserini yayımladığında 1850'lerde Almanya’da melankoli salgınına neden olur. Albrecht Dürer’in, Edvard Munch’un, Paul Gauguin’in, Pierre-Auguste Renoir’in, Pablo Picasso’nun ve Vincent Willem van Gogh’un tabloları melankolinin tuvale dökülmüş hâlidir. Claudio Monteverdi’nin ‘’Combattimento di Tancredi e Clorinda, Lamento della Ninfa ed altri madrigali’, Franz Liszt’in, ‘’Funerailles’’, Dmitri Şostakoviç’nin ‘’13. Senfoni’’, Krzysztof Penderecki’nin ‘’Threnody to the Victims of Hiroshima’’, Rainer Maria Rilke‘nin ‘’Duineser Elegien’’, Igor Stravinsky’nin ‘’Elegy for J.F.K.’’, Joseph-Maurice Ravel’in,‘’Elegy In Memory of Maurıce Ravel’’ adlı eserleri ve Batı müziğindeki requiemler ile Türk Halk Müziğinin çoğu eserleri de hep hüznün notalara dökülmüş halidir.
İşte, işte hep bütün bunlardan dolayıdır ki Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe'nin bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumu beynimizde takılmış bir plak gibi, gece gündüz, gün yirmidört saat bir bitmemecesine döneeeer durur:
"Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde acı bir tortusu kalır.''
Melankoliye sebep, insanın etrafında kimsenin kalmaması değilmiş. Melankoliye sebep, insanın içinde kimsenin kalmamasıymış!
Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye. İşte bu nedenle Sabahattin Ali'yi, bugün, bu doğum gününde (25 Şubat 1907) bu şiiri ile anıyorum. Ruhu şâd olsun.
Osman AYDOĞAN
Nukhet Duru'nun sesinden: Melankoli
https://www.youtube.com/watch?v=qKj8EOuvRcI
Melankoli
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.
Sabahattin Ali, 1932 Kânunievvel (Aralık), Konya