Celâlâbâd'da geçen yaz
Celâlâbâd’da yaz gelip geçmişti artık… Alışık olmama rağmen, kışın o soğuklardan sonra yazın bu kadar sıcaklığına aklım almıyordu… O ışıltılı yeşillik birden bire kayboldu… Önce yeşilin rengi soldu… Hindukuş dağlarına doğru olan o yeşil görüntü kayboldu… O muazzam yeşil örtü önce soldu, sonra sarı, sapsarı bir görünüm aldı… Otların boynu büküldü, sonra sarardı soldu… Oluşan seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalandılar, bir bayrak gibi sallandılar, tohumları saçıldı etrafa… Sürüngenler, gelincikler ve o sararan otlar öğleden sonraları oluşan toz fırtınaları ile birbirlerine karıştılar… Toprak özlemle gökyüzüne baktı, nadir zamanlarda gelen bulutlar ise yeryüzüne hasretti hep… Güneş olanca parlaklığı ile ısıttı her yeri… Nadiren zaman zaman esen rüzgâr sanki bir fırından çıkmışçasına alev alev yaladı yüzümü… Bu yaz bana diğer yazlara göre daha bir solgun, daha bir yorgun gözüktü… Bu yaz bana diğer yazlardan daha bir üzgün, daha bir arzusuz, daha bir hevessiz göründü…
***
Bu yaz uzun geçmişti.. Bu yaz hayal gibi geçmişti… Bütün bir yaz sanki gözüm açık rüya görmüş gibiydim… Bütün bir yaz ben hayal görmüş, düş görmüş gibiydim. Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi ‘’ne uykuda’’ geçmişti, ne de ‘’uyanık’’;
''Ne uykudayız ne uyanık''
***
Şehriyar hatırlatmıştı bana Thomas Hobbes'un ‘’Leviathan’’ isimli eserini... ''Leviathan''da şöyle yazıyordu Thomas Hobbes:
‘’Bir kimsenin bir rüyet gördüğünü veya bir ses duyduğunu söylemek ise, uyku ile uyanıklık arasında düş gördüğünü söylemektir: Çünkü böyle durumlarda insan, uyukladığının farkında olmadığı için, gördüğü düşü genellikle bir vizyon sanır. Bir kimsenin doğaüstü ilhamla konuştuğunu söylemek, o kimsenin, güçlü bir konuşma isteğini duyduğunu veya kendisi hakkında, doğal ve yeterli bir neden gösteremediği, iddialı bir görüşe sahip olduğunu söylemektir.’’
Kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyordu Thomas Hobbes:
‘’… ve uykuda ve bazen hastalık veya şiddet nedeniyle organların büyük bir rahatsızlığında, bir düş deriz; …’’
Hobbes’in bu ifadeleri Kâbil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde aylardır yaşadığım ve benim anlamakta zorlandığım olayları bana daha iyi açıklıyordu…
Benedictus Spinoza’nın ‘’Ethica’’ isimli eserini de Şehriyar hatırlatmıştı bana… Şöyle yazmıştı Spinoza ‘’Ethica’’sında:
‘’Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildir.’’
‘’Bununla birlikte rüyada konuştuğumuzu gördüğümüz zaman yalnız ruhun emriyle konuştuğumuzu zannederiz, hâlbuki konuşmuyoruz ve eğer konuşuyorsak, bu yalnızca bedenin kendiliğinden bir hareketiyledir; nitekim insanlardan bazı şeyleri sakladığımızı da rüyada görürüz, bu da uyanıkken bildiğimizi söylememizi sağlayan aynı ruh emriyledir. En son uyanıkken yapmaya cesaret edemediğimiz bir şeyi ruhun emriyle yaptığımızı rüyada görürüz. Ruhun hür emriyle söylediklerini veya sustuklarını ya da herhangi bir hareketi yaptıklarını zanneden kimseler gözleri açık rüya görmektedirler.’’
Spinoza haklıydı… Hobbes de haklıydı… Ben Kâbil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde günlerdir, aylardır gözleri açık rüya görmekteydim… Ben kaç gündür, kaç aydır hâyâl görmekteydim, düş görmekteydim… Anladım; Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildi… Sanki Spinoza benim bu durumumu açıklamak için yazmıştı ‘’Ethica’’sını… Spinoza’nın şu sözleri aylardır gördüğüm rüyanın, hâyâlin ve düşün bir özetiydi sanki:
‘’İnsan bir objenin hâyâliyle duygulanmış oldukça onu var olmasa bile, hazır gibi görür ve onun hâyâli ya geçmiş ya gelecek bir zamanın hâyâline bağlı olduğu zaman da onu geçmiş veya gelecek gibi tasarlar. Bunun için kendi başına göz önüne alınan objenin hâyâli ister gelecek, ister geçmiş zamana, ister hâle atfedilsin, her zaman aynıdır, yani ister hâyâl geçmiş bir objeden gelsin, isterse geleceğe veya hâle ait objeden gelsin, beden yapısı veya duygulanış aynıdır. Bundan dolayı, ya geçmiş ya gelecek, ya da hazır bir şeyin hali ruhumuzda aynı sevinç veya keder duygulanışını doğurur.’’
Yine Asaf Hâled Çelebi’yi hatırladım… Garip akımının çıkardığı gürültü ve toz duman arasında pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled’in çok sevdiğim ‘’Ayna’’ isimli şiiri aklıma geldi:
‘’bana aynadan bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleket-i çînden midir
ya mâçînden mi?’’
***
Şehriyar…Şehriyar’ı anımsadım.. Şiirde olduğu gibi ‘’memleket-i çînden’’ ve '’mâçînden’’ değilse de hemen yakınından Kâbil’de aylardır bana aynada benden başka bir suret görünmüştü…
Asaf Hâled ‘’Cep’’ şiirinde şöyle diyordu:
‘’en güzel oyuncağım sen
bahçelerimin beni eğlendirmediği zamanlarda
gel
ve beni avut’’
Anlamıştım ki; bütün bir yazda, bütün bir kışta, ilkbaharda, sonbaharda en zor günlerimde Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu… Kâbil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde ben sanrılar içindeyken, âteşler içindeyken, hâyâl görürken, düş görürken, rüyadayken Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu…
***
Ve ben sonbaharı yazarken, zemheri aylarını, ilkbaharı yazarken, şimdi yaz aylarını yazarken aynada gördüğüm benden başka bir suretti Şehriyar…
Osman AYDOĞAN