• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam793
Toplam Ziyaret3154301

Asaf Hâlet Çelebi


Asaf Hâlet Çelebi


18 Ağustos 2021


Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazıyor: ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir Asaf Hâlet Çelebi…

Türk toplumundaki felsefe eksikliğini şiirleriyle gideren, ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası bir nitelik taşıyan şiirleriyle Türk şiirinde “modern gelenekçi” tavrın temsilcisi olan sezgi şairi Asaf Hâlet Çelebi unutulmasın istiyorum. Ruhu şâd olsun... Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ben de bu kaygıyla Asaf Hâlet Çelebi’yi şiirleriyle anmak istiyorum…

Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde bir garip kalmış şairimizdir Asaf Hâlet Çelebi…

Cumhuriyet devri Türk şiirinde kendine özel bir yer edinen, özgün, eskilerin deyimiyle ‘’nevi şahsına münhasır’’ nadir bir şairimizdir Asaf Hâlet Çelebi…

Benim de en çok sevdiğim bir şairimizdir Asaf Hâlet Çelebi…

Madem en çok sevdiğim şairdir de neden şimdiye kadar kendisini yazmadım?

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.'' Ben de kendimin Asaf Hâlet Çelebi’yi yazacak kadar yetkin olmadığını düşünüyorum.  Asaf Hâlet Çelebi’yi anlamak zordur, çünkü belli bir tarihi ve tasavvufi bilgi olmadan onun şiirlerini okumak güçtür ama hele hele onu yazmak daha da bir güçtür. Yine de deniyorum. Çok sayıda değişik kaynaklardan derlediğim Asaf Hâlet Çelebi ve bazı şiirleri hakkındaki bu yazımı beğeneceğinizi umuyorum.

Ama önce şair hakkında kısa bir bilgi…

Asaf Hâlet Çelebi

Asaf Hâlet Çelebi İmparatorluğun en uzun kışını yaşadığı 1907’de İstanbul’da doğar ve 1958 yılında hayata gözlerini yumar. Babasından Fransızca ve Farsça, tanınmış bir Mevlevi şeyhi Ahmet Remzi Dede ve asıl adı Mehmet Rauf olan besteci ve müzik bilgini Rauf Yekta Bey’den de musiki ve nota dersleri alır.

Mevlâna soyundan geldiği için de ‘’Çelebi’’ soyadını alır. Nüfustaki adı; Mehmet Ali Asaf’tır. Bir süre Fransa’da kalır… Fransa dönüşünde üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim görür.

Şiirlerinde; Doğu ve Batı kültürlerini bağdaştırır, Doğu kültürüne özgü motif ve sembolleri ustalıkla kullanır, ilhamını tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, eski doğu medeniyet ve masallarından alır…

Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kurar… İslam ve tasavvuf edebiyatı yanında Fars ve Hint edebiyatına hâkimdir. İran edebiyatına vâkıftır ve şiir yazacak kadar da Farsça bilir.

Türk Edebiyatında ‘’soyut şiirin’’ ilk tanımını yapmış, şiirlerinde hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem yaratmıştır. (Kendi deyişiyle; ‘’Mesela esasen müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir.’’)

Özel hayatında ise tam bir İstanbul beyefendisidir Asaf Hâlet Çelebi… Haldun Taner bir yazısında Asaf Hâlet’i şöyle anlatır: ‘’Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’yi anımsatıyordu.’’

Eserleri

Sadece şair değil, yazardır da aynı zamanda Asaf Hâlet Çelebi…

‘’Mevlânâ’’ (1939), ‘’Molla Câmî’’ (1940), ‘’Konuşulan Fransızca’’ (1942), ‘’Eşref oğlu Dîvânı’’ (1943), ‘’Pali Metinlerine Göre Gotama Buddha’’ (1946), ‘’Dîvan Şiirinde İstanbul’’ (1953), ‘’Nâimâ’’ (1953) ve ‘’Mevlânâ ve Mevlevîlik’’ (1957) eserlerinin yazarıdır Asaf Hâlet Çelebi...

‘’Mevlânâ’nın Rubaileri’’ (1939), ‘’Seçme Rubailer’’ (1945), ‘’Ömer Havyam’’ (1954) ve ‘’Roubayat de Mevlânâ Djelal-cMIn Roumi’’ (Paris, 1950) eserlerinin tercümanıdır Asaf Hâlet Çelebi...

Ayrıca çeşitli dergilerde kalan ve kitap hâline getirilemeyen makaleleri de vardır. İlk şiir kitabı ‘’He’’yi 1942 yılında, ‘’Lamelif’’i 1945 yılında ve bütün şiirlerinin topladığı ‘’Om Mani Padme Hum‘’u ise 1953 yılında yayımlar. ‘’Om Mani Padme Hum‘’; Sanskritçede Budistler’in kullandığı bir mantradır;  ‘’nilüferin içindeki cevher’’ demektir.

Her bir şiiri üzerine akademik çalışmalar yapılır, onlarca makale yazılır…

Asaf Hâlet Çelebi'nin şiirleri

Asaf Hâlet Çelebi’nin şiirlerinin iki konusu vardır: Birincisi; dini motifler, tasavvuf ve mistisizm, ikincisi ise; masallardır… ‘‘Semâ-ı Mevlâna”, “Cüneyd”, “İbrahim”, “Mârâ” gibi şiirleri  Asaf Hâlet’in mistik şiirleri; “Nûrusiyâh” ve “He” gibi şiirleri de Asaf Hâlet Çelebi’nin masal motiflerini kullandığı şiirleridir.

Asaf Hâlet’in bazı şiirlerini ve açıklamalarını vereceğim… Çünkü Asaf Hâlet'in şiirlerinin açıklanması gerekiyor. Aslında Asaf Hâlet’in her bir şiiri ayrı bir yazı konusudur. Burada birçok şiirine yer vermemin yazımı uzatacağının farkındayım ama böylesine derli toplu bir Asaf Hâlet çalışmasını da bir başka yerde bulamayacağınız için bu mahsuru göze alıyorum… Anlayış göstereceğinizi umuyorum. Asaf Hâlet şiirlerinde hiç büyük harf kullanmaz, hep küçük harf kullanır. Burada verdiğim Asaf Hâlet’in şiirlerini kendisinin yazdığı şekliyle alıyorum.

ibrâhîm

içimdeki putları devir

elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

Asaf Hâlet Çelebi’nin “İbrahim” şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene gönderme yapılarak “gönlü put sanıp da kırandan” şikâyet edilir.

Bu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil’de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır.

Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.

Bu olay kutsal kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71)

Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562). Onun üç kişiyi Bâbil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir.

Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis’in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil’in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur.

Şiirde mitolojiden faydalanılarak “zamansız bahçeleri kucaklamak” ifadesiyle Hz. İbrahim’in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır’ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.

cüneyd

Şiirin başında Arapça karakterlerle şu ifade yer alır: Leyse fi cübbet-i sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)


bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni

cüneyd  nerede
cüneyd ne oldu

sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu

 ‘’Cüneyd’’ Asaf Hâlet’in Türk şiirine kazandırdığı Türk şiirinin yüzakı mümtaz bir şiirdir. Âsaf Hâlet’in ‘’Cüneyd’’ şiiri, tasavvufun mühim simâlarından, Cüneyd-i Bağdadi’nin “Leyse fî cübbeti sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)” tarihî sözünün Arap harfleriyle epigraf  olarak verilmesiyle başlar. Bu söz Cüneyd-i Bağdadi’nin idam edilmesine yol açar. Böylelikle Cüneyd-i Bağdadi tasavvuftaki “bilen söylemez, söyleyen bilmez” düsturuna aykırı hareket ederek sırrını ifşa etmiş olur. Asaf Hâlet bu şiiri ile tasavvuftaki ‘’Vahdetü’l-Vücûd’’ kavramını Cüneyd-i Bağdadi’ye (ve de Hallac-ı Mansûr’a) atfederek anlatır...

Nirvana

karanlığa geçelim

karanlığı geçelim

ne uyku
ne ölüm
hem uyku
hem ölüm

düs içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi
beni
ve seni
ve geceyi yuttu
Nirvana

Asaf Hâlet Çelebi ‘’Nirvana’’ isimli bu şiirinde Buda felsefesini yansıtır… Buda’nın Hint felsefesinde Nirvana’nın çok önemli bir yeri vardır. Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. Nirvana; istek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dâhil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez.

Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar yaratmaması da imkânsızdır. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi için eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor… Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.

Buda’nın öğretisi; bir yandan ben’i yok sayarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. Buda, insanın, toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kimlikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.

Buda, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amalini falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.

Buda, öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varoluşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.

İşte Asaf Hâlet bu şiirinde, ruhî huzura ve saadete ulaşmak için tasavvuf düşüncesinden Budizm’deki Nirvana’dan yararlanır. Fakat, onun Nirvana’sı kendine mahsus bir şekle bürünerek ayrı bir nitelik kazanır. Asaf Hâlet, kendi Nirvanasını şöyle tanımlar; “Benim Nirvana’m Budistlerinkinden ve Tagor’unkinden şu noktada ayrılır ki, Nirvana’da saadet zirvesine erebildiğim anda bile içim rahat değildir.”

Nirvana şiirindeki ‘’karanlık’’, ‘’uyku’’ ve ‘’ölüm’’ şairin bu rahatsızlığını anlatır.

mâra

bilmemek bilmekten iyidir

düşünmeden yaşayalım mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın

tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım mâra

başım omuzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık

Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.

Asaf Hâlet şöyle tanımlamış Mâra’yı: “zihnin safvete (sâfilik, temizlik, pâklık, hâlislik), huzura ve kurtuluşa kavuşması için yapılan bir cihad manzarası gibi görünmüştür. İnsanların bağlarından kurtulmasını reddeden bu kudret mâra papima (habis mâra) Budizmin şeytanıdır. En büyük kurtuluş timsali olan Buddha’nın tamamı ile aksi olan evsafa maliktir.”

15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda...

Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Mehmed’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. Bu kitapta Mâra’nın soluk kesici hayat öyküsünün ekseninde, iç çekişmeler, romantik ya da zorlu aşklar, kanlı savaşlar, tüyler ürpertici katliamlar, karanlık entrikalar, azılı egemenlik çatışmaları yer alır... 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olmuş, Fatih ondan anamız diye söz etmiştir. Bazı kaynaklarda Mâra sultan diye geçmiştir.

he

vurma kazmayı

ferhâaad

he’nin iki gözü iki çeşme
âaahhh

dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâd

ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı

kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad

Asaf Hâlet, “He” şiirinde Allah’ı simgeleyen Arapçadaki “ﻫ” harfinden yola çıkarak beşeri aşktan ilâhî aşka kavuşmayı şiirleştirir. Ayrıca Arapçadaki “ﻫ” harfi Allah kelimesinin son harfi ve “O” manasına gelen Hüve’nin baş harfidir.

Şiir, Ferhad ile Şirin’in hikâyesiyle benzerlik gösterir… “He”nin iki gözünden iki çeşme şeklinde akan gözyaşları, Şirin’ine kavuşmak için dağı delen Ferhad’ın gözyaşlarıdır. Şiirde ifade edilen gözyaşı damlaları da şekil itibariyle “he”ye benzer.

Bu şiirde ‘’ferhâaad’’, ‘’âaahhh’’ ve ‘’ejderhâ’’ sözcüklerinin Arap harfleriyle yazımı da göz önüne alındığında, elif’in -“ve ayaklar altında yamyassı” dizesinde- he’ye vurulan bir kazma olduğu görülür... “Ferhâd öyküsü’’ ile “He” sözcüğü arasında da bir bağlantı kurulur. Bu şekilde Ferhâd ile Tanrı arasında birlik kurmaktadır şiir; daha doğrusu insanla Tanrı arasında.

Ayrıca Arapçadaki hâ/he kelimeleri Divan şairlerince sevgilinin gözüne de benzetilir.

semâ-ı mevlânâ

tennûre giymiş ağaçlar

aşk niyâz eder
mevlânâ

içimdeki nigâr
başka bir nigârdır
içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar

güneşli bahçelerde ağaçlar
halaka’s-semâvati-vel’ard’h
yılanlar ney havalarını dinler
tennure giymiş ağaçlarda

çemen çocukları mahmur
câaan
seni çağırıyorlar

yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar.

Şiir, Mevlevilikte önemli olan “Semâ” kavramı etrafında kurgulanır. Şiirin temelinde tasavvuftaki ‘’devir’’ öğretisi oluşturur. Bilindiği gibi varlıkların Hakk’tan zuhur edip tekrar Hakk’a ulaşmasını izah eden mistik görüş “devir” kavramıyla anlatılagelmiştir. Tasavvuftaki inanışa göre ‘‘âlem-i gayb’’dan (görünmeyen varlıklardan), ‘‘âlem-i şuhud’’a (görünen varlıklara) inen varlık, önce cemâd (cansızlar), sonra nebât (bitkiler), sonra hayvan, en sonra da insan suretinde oluşur.

‘’Devir’’, varlığın maddeden insan mertebesine ve oradan Allah’a ulaşması; ‘’devriyye’’ de bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.

Devir anlayışı, İslâm mutasavvıflarının ledünnî (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmi) anlamını verdikleri şu ayetlerde dayanak bulmaktadır; “sizi topraktan yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız” (Tâhâ suresi, 55), “oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır” (Nuh suresi, 14), “onlar Allah’tan geldiler ve yine Allah’a dönerler”  (Bakara suresi, 156).

Bu anlayışa göre, Hakk’ın zatından oluşan ilahî nûr, madenlerden bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak, yine ilk zuhur ettiği aslına, yani Hakk’a geri dönecektir..

İnsan hâlihazırdaki suretine bürünmeden önce âlemde dağınık bir halde idi. Onlardan önce de, dört unsurda (anasır-ı erba’a), toprak, hava, su ve ateşte ve dört tabiatta (soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk) halinde idi. Bu dört unsur ve dört tabiat ise göklerin dönmesinden meydana gelmektedir. İnsan bütün bu evrelerden geçtikten, insan mertebesine yükseldikten sonra, ‘‘asıl hakikatinden haberdar olmak ve aslına dönmek’’ gereksinmesini duyar. Ondan sonra da derece derece yükselerek, Hakkâ ulaşır. Semâ, bu devri anlatır. Devir kelimesi anlatıldığı gibi varlıkların Hakk’tan gelişini ve tekrâr ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir kavramdır.

Esasen semâ ve devrân da Hakk’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devrân kavramıyla ifade edilmektedir.

Asaf Hâlet bu şiirinde Mevlevî bir semâzenin semâ ederken yaşadığı hâlleri devir öğretisiyle örtüştürerek “mutlak hakikate” ulaşmayı istemektedir.

Asaf Hâlet Çelebi, şiiri kurgularken Kurân’dan da alıntı yapar. Şiirde geçen, ‘’halâka’s-semâvati-ve’l-ard’h” ibaresi ise semâ esnasında ilâhiler arasında okunan ayetlerin kulaklarda çınlaması için yerleştirilmiştir.

Âsaf Hâlet’in şiirde kullandığı “cân” kelimesini Mevlânâ’nın gazellerinden almıştır ve bütün varlıkların üstünde, asıl sahip olan mutlak hakikati işaret eder…

Semâ-ı Mevlânâ şiirinde kâinattaki her şey, semazen/şairle birlikte semâ dönmektedir. Şair, kâinattaki her şeyle birlikte döndüğü / kaybolduğu âlemde göğe yükselir.

‘’yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar’’

Bu bir anlamda tasavvuftaki vecd hâlidir.

‘’içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner’’.

nûrusiyâh

bir vardım

bir yoktum
ben doğdum
selimi sâlısin köşkünde

sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım

nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem sustu
babam küstü

ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh

Arapçada ‘’sâlisin’’ ‘’üçüncü’’ demek. Şiirde ismi geçen ‘’selimi sâlisin’’; ‘’Osmanlı padişahı Üçüncü Selim’’dir.

‘’Süzudilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır.

Selimi Sâlisin (III. Selim) köşkünde doğan da –anlatan-  padişah çocuğudur.

Şiirde ‘’kara sevda’’dan bahsedilir. Bahsedilen ‘’kara sevda’’; III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından bestekâr Sadullah Ağa arasındaki aşktır. Başlangıçta III. Selim âşıkları idam etmek istese de sonra affeder.

Şiirde geçen ‘’annem sustu’’, ‘’babam küstü’’ vurgusu yaşadığımız çağa dönük her türlü değer yargısından, insani değerlerden ve mistik duygulardan uzak bir yaşama karşı yapılan sitem gibidir.

 ‘’Nûrusiyâh’’; Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ isimli eserinde geçen ‘’Aşk’’ın ‘’Hüsn’’e (iyiye, güzele) ulaşmak için ‘’Kalp Kalesi’’ne yaptığı zorlu yolculuktur. ‘’Nûrusiyâh’’ bu anlamıyla bahsedilen bu aşk hikâyesini anlatır.

‘’Nûrusiyâh’’ ayrıca tasavvufi anlamda da kullanılır; ‘‘Nûrusiyâh’’; tasavvufî anlamda bir ilahi varlığa ulaşabilmek için gelinmesi gereken son noktadır.

‘’Nûrusiyâh’’; ‘’nokta-i süveydâ’’dır. ‘’Nokta-i süveydâ’’; kalbin ortasında var olduğu tasavvur edilen siyah noktadır, insan kalbindeki ilahi mazhardır.

‘’Nûrusiyâh’’; insanı kâmil olmak için kat edilmesi gereken aşamalar ve ulaşılması gereken son aşamadır.

Ancak şiirin sonunsa Asaf Hâlet bir feryat halinde çığlık çığlığa ‘’nûrusiyâh’’a erişemediğini ifade eder:

‘’ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh’’

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz