Aşk-ı Memnu
01 Kasım 2015
TV pek izlemem, hele hele dizi hiç mi hiç izlemem. Ancak bu kuralımın dizi yönünden bir istisnası oluyor: O da Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ eserinden uyarlanan - ilki değil de ikincisi- dizi oluyor. Onun da birkaç bölümünü izledim. Tamamını izleyemedim çünkü gözlerimin önünde sevdiğim bir eser yakılıyormuş gibi, sevdiğim roman kahramanları Bihter, Behlül, Peyker, Nihal, Habeş Beşir ve diğerleri katlediliyormuş gibi hissettim.
Romanda her cümlesi, her sözcüğü özenle kaleme getirilmiş betimlemeleri, anlatımları dizide görmek imkânsız. Ve kitapta anlatılan illaki Habeş Beşir. Kitaptaki o gururlu, o onurlu, o içten, o duygusal, o platonik aşkıyla ve o dik duruşuyla özleştiğiniz Habeş Beşir dizide silik bir karakter olarak sahneleniyor, bu haksızlığa isyan ediyorsunuz. Habeş Beşir, veremli o yeniyetme çocuk, doğduğu yerlerin çöl güneşini özleyerek ölüyor. Habeş Beşir’in doğduğu yerleri özleminde Beşir ile özleşip doğup büyüdüğünüz ancak hep ayrı kaldığınız kendi memleketinizin ve memleketinizin güneşinin özlemiyle yanıp tutuşan kendinizi görürsünüz.
Dizide Bihter, hiç anlaşılmadan bir ahlâksızlık abidesi olarak, bir ihanet sembolü olarak sunuluyor. Kitabı okumayanlar için Bihter’e bir haksızlık bu, bir saygısızlıktır bu. Bihter'in safına geçer bu haksızlığa isyan ediyorsunuz.
Kitapta anlatılan Bihter – Behlül aşkının bir benzerini Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ünde Necip ile Suad arasında görülüyor, Franz Kafka ile Milena arasında görülüyor, Goethe'nin ''Genç Werther'in Acıları''nda Werther ile Lotte arasında görülüyor, Halil Cibran ile Mey Ziyâde arasında ve Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ında görülüyor.
Kitapta aşkın soyluluğu anlatılırken dizide aşkın soysuzluğu sergileniyor. Kitapta aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğu anlatılıyor. Kitapta Louis Aragon'un, "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşu okunarak yaşanıyor. Kitapta âşık olan bir insanın kalbi, ruhu ve iç dünyaları tüm çıplaklığı ile görülüyor. Ancak dizide sadece rengârenk giysiler, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve cinsellik sergileniyor.
Dizide, Bihter’in trajik yaşamına –âdeta merhametsizce- kayıtsız kalınıyor. Bihter'e hiç üzünülmüyor. Hatta ''oh olsun!'' deniyor. Ancak kitapta bu trajik yaşama iç parçalanıyor, yürek dağlanıyor, hatta oturup hüngür hüngür ağlanıyor. Kitapta, Bihter’e dizide olduğu gibi ‘’yapma’’ diyen bir Behlül de bulunmuyor. Kitapta her daim Behlül’e kızılıp, Bihter’e acınıyor.
Aşk-ı Memnu; kanımca dil, anlatış, canlandırış açılarından Halid Ziya’nın Türk romanının bugüne kadar yazılmış en değerli eseri oluyor. Gönül, eserin orijinal diliyle anlayarak okunmasını arzu ediyor. Halid Ziya'nın orjinal diliyle basılmış bu eserin ilk baskısını, bir vakitler emlâk komisyonculuğu yaparken bir evde kıymeti bilinmeyip terk edilmiş halde bulan sevgili arkadaşım İlhan Tellioğlu bana hediye ediyor.
Bu eser, neden orijinal diliyle okunması gerekiyor?
Türk Dil Kurumu yeterince çalışmıyor. Türkçedeki yabancı sözcükler karşılığı Türkçe sözcük üretmiyor. Örneğin, Osmanlıca; alenî, bâriz, aşikâr, ayân, bedihî, vâzih, sarîh, müstehcen, üryân ve mübîn gibi sözcüklerin tamamı Türkçe ‘’açık’’ anlamına geliyor. Ancak her bir ‘’açık’’ anlamına gelen Osmanlıca sözcüğünü her birinin farklı ‘’açık’’ anlamları bulunuyor. TDK, bu sözcüklerin hepsini atıp, hepsinin yerine tek bir ‘’açık’’ sözcüğünü koyunca dil yoksullaşıyor.
İşte bu nedenledir ki bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir olmuyor. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermiyor. Çünkü cümlede geçen ''muhtaç'' farklı, ''gereksinim'' farklı anlamda oluyor, ''kudret'' farklı, ''güç'' farklı anlamda oluyor, ''asil'' ile kastedilen ile ''soylu'' ile kastedilen aynı şeyler olmuyor.
TDK, yeterince çalışmayınca Türkçe'de gereksiz yere duran yabancı sözcükler, Türkçelerinin ölümüne neden oluyor. Kimi kök sözcüklerin ölü kalması da pek çok yabancı sözcüğe karşılık bulunmasını engelliyor. Yabancı tek bir sözcük için Türkçe bir kök sözcük ve bu kökten türetilebilecek yaklaşık 400¹² sözcük feda ediliyor.
Ancak İngilizler, Almanlar, Fransızlar böyle yapmıyor. Örneğin İngilizce lisanının temel sözlüğü olan Oxford Sözlüğü yıl yıl eklenerek, her yıl yeni İngilizce sözcükler üretilerek gelişiyor. Oxford sözlüğü bir proje, yaşayan bir süreç haline getiriliyor. Oxford sözlüğü yazımına 1858'de başlanıyor ve 1928’de 70 yıl sonra bitiriliyor. Ancak hala sözlüğe her yıl yeni yeni İngilizce sözcükler eklenerek geliştiriliyor. Oxford Sözlüğünün ilk baskısı 1928 yılında yapılırken ikinci baskı 1989'da yapılıyor. Sözlük her yıl eklene eklene 20 cilt haline geliyor. Sözlük, günümüzde toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşıyor. Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor. Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.
Almanca dili de benzer şekilde gelişiyor. 8. yüzyıldaki Almanca kelimelerin sayısı 3.700 civarında olduğu tahmin ediliyor. Alman dilindeki bu kelime sayısı 10. yüzyılda 7.800’e, 14. yüzyılda ise 37.550’ye, 1691’de hazırlanan ilk büyük sözlükte ise 68.000 kelimeye ulaşıyor. Bugün için en büyük Almanca sözlüğü olan ‘’Duden’’ (Das große Wörterbuch der deutschen Sprache)’de (12 cilt) ise 500.000 kelime başlığı bulunuyor.
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük bulunuyor: ‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’. Bu sözlük Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı sözlük oluyor. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanıyor. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bugün British Museum’da bulunuyor. Bu sözlük, 150.000 sözcük içeriyor.
Günümüzde kullandığımız TDK Türkçe Sözlük tek cilt ve 2244 sayfadan oluşuyor. Sözlük arkasında bu sözlüğün; söz, terim, deyim, ek ve anlamdan oluşan 104.481 söz varlığından oluştuğu yazıyor. Ancak bu söz varlığından yabancı sözcükleri ve teknik terimleri çıkarıldığında geriye kala kala 30.000 sözcük kalıyor.
Dil filozofu Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları (sözcük sayısının çokluğu) ile belirlediğini iddia ediyor.
Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarında oluyor. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese, TDK’nun yeterince çalışmadığını, Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor. Türkçe o kadar yoksullaşıyor ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlükten rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçilip Türkçe anlamına bakıldığında bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak birden fazla Türkçe sözcük bulunuyor. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılıyor. Dünyanın en zengin ve en güzel dili ne yazık ki bu halde gözüküyor. Bu durumu vaktiyle Çetin Altan bir yazısında bir cümleyle anlatıyor: “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına bakmayın, anlamazsınız!”
TDK’nun yeterince çalışmıyor. Türkçe’de, Fransızca'dan alınan ‘’şoför’’ (chauffeur), İngiizce’den alınan ‘’direksiyon’’ (direction) ve ‘’trafik‘’ (traffic) ve Almanca’dan alınan ‘’otomobil’’ (automobil) bulunuyor. Türkçe’de yer alan Arapça ve Farsça sözcükleri saymanın imkân ve ihtimali bulunmuyor.
Türkçede ‘’ak’’ son eki bir ‘’alan’’ı belirtiyor. ‘’Çorak’’, ‘’sulak’’, ‘’ kurak’’ alanlar gibi. Bu nedenle TDK, ‘’uçak’’ sözcüğünü, ‘’havaalanı’’ (‘’hava’’ ve ‘’alan’’ ikisi de Farsça kökenli sözcükler) karşılığı bir sözcük olarak üretiyor. Ancak “uçak” hava alanı olarak değil de ‘’uçan nesne’’ olarak kullanılmaya başlanıyor. Bunu uçurana da Fransızca “pilote” sözcüğünden “pilot” deniyor.
Böylece aynı konu / alan / faaliyet içerisinde dizilen sözcükler arasında bir bağ kurulamıyor ve sözcükleri birbiriyle etkileşime sokulamadığı için de nesneler, olgular ve kavramlar arasında da bir bağ kurulamıyor ve böylece dil yoluyla düşünce sistematiği bozuluyor, muhakeme yeteneği yitiriliyor. Bu şekilde de hem edebiyatta hem eğitimde hem iç politikada hem dış politikada ve hem de stratejide düşünce sistematiği bozuluyor, muhakeme yeteneği kayboluyor, pusula şaşıyor, yön kayboluyor, kafa karışıyor.
Dil bilimci Alman düşünür Wilhelm von Humbolt, ‘’ancak kendi dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir’’ diyor. Humbolt’a göre ‘’dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz’’. Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkıyor. Örneğin; Humboldt’da olduğu gibi: “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer: “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein: “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan söz ediyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Dil Devrimi’’nin gerekçesini anlayabiliyor musunuz? Eğer kullandığınız dilde yabancı sözcükler ne kadar çok varsa o kadar düşünce sistematiğiniz bozuluyor, o kadar muhakeme yeteneğiniz azalıyor, nesneler, olgular ve kavramlar arasında da o ölçüde bir bağ kuramıyorsunuz. Bir başka açıdan da yabancı sözcüklerin varlığı ulustan kopuk bir aydın kesim yaratıyor. Çünkü her yabancı sözcük geldiği dilin kültürel taşıyıcısı oluyor.
Fransız yazar ve diplomat Jean Giraudoux’un bir sözü bulunuyor: “Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”
İşte bu nedenle hem yeni sözcük üretilmediği için Türkçedeki sözcük sayısının azlığı hem de Türkçe içerisinde yer alan yabancı sözcüklerin varlığı nedeniyle; nesneler, olgular ve kavramlar arasında da bir bağ kuramıyoruz, sistematik düşünemiyoruz, doğru muhakeme yapamıyoruz, duygu ve düşüncelerimizi yeterince ifade edemiyoruz.
İşte bu nedenledir ki ‘’Aşk-ı Memnu’’nun günümüz Türkçesine çevrilmiş hali hiç mi hiç orijinal halinin verdiği içtenlik, duygu, anlam ve düşünce derinliğini vermiyor. Kitabın anlamı ile dizinin anlamı nasıl ki birebir örtüşmüyorsa kitabın orijinal hali ile sadeleştirilmiş hali de yine birbiriyle örtüşmüyor.
Yeniden ''Aşk-ı Memnu''
Halid Ziya Uşaklıgil’in hayatının son yıllarında Suut Kemal Yetkin’e yazdığı ve 5 Eylül 1943’te Ulus gazetesinin Güzel Sanatlar sayfasında yayımlanan mektubunda şöyle diyor: "Firdevs Hanım, Nihal, Bihter, hele bedbaht Beşir, şimdi uzaktan bunları düşünürken hepsini ayrı ayrı görüyor zannındayım. Hele Nihal gözlerimin önünde sapsarı, süzgün simâsıyla hep Ada çamlıklarında babasının yanında dolaşıyor gibidir. Beşir'in öksürüklerini işitiyorum..." Ve yazar Selim İleri bir yazısında bu mektup üzerine şunları yazıyor: ''Büyük bir kıskançlıkla ben de görüyor ve işitiyorum. Fakat sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ise bilmiyorum.''
Selim İleri'nin sorduğu gibi sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ben de bilmiyorum ama beni sorarsanız; ben, ülkemde yaşanan her şeyi TV'de bu diziyi izler gibi izliyorum ama içimde Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ kitabının orijinal diliyle akışı; kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa geçiyor, kalbim kafesinde çırpınan yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınıyor ve içimde yağmur yağmış, güneş vurmuş ve ardından sam yeli görmüş bir kar topu gibi her daim ılgıt ılgıt birşeyler eriyor.
Kitabı okurken görürsünüz ki Halid Ziya’nın orijinal halindeki ‘’Aşk-ı Memnu’’ bir kurgu iken, TV dizisindeki ''Aşk-ı Memnu'' sanki günümüzde yaşadığımız gerçek Türkiye'yi birebir anlatıyor.
Beşir’in öksürükleri ise aslında derinden derine Cumhuriyetin öksürükleri gibi geliyor.
Osman AYDOĞAN