Üç Kız Kardeş
12 Kasım 2020
Anton Çehov,un 1900'de yazdığı “Üç Kız Kardeş” (İmge Kitabevi, 2014) adlı dört perdelik güzel bir tiyatro oyunu var. İlk kez 1901 yılında Moskova’da sahnelenir…
Çarlık Rusya’sının son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarı olan Çehov,un “Üç Kız Kardeş” adlı oyunu Çehov'un en hareketli, buna rağmen en ince ayrıntılarda en derin psikolojik yorumları yansıtan bir eseridir. Oyun, Rusya'da ayrıcalıklı sınıfa ait bir ailenin değişen koşullar ve yeni değerler karşısında yaşadığı çelişkiler ve bireysel çöküşler üzerine kuruludur. Oyunda aile üyelerinin geçmişleri ve özlemleri ön planda yer alır…
Oyunun konusu
Oyun, babaları General Prozorov’un onbir yıl önce Kuzey Rusya’da bir taşra kentine atanmasıyla bu şehre gelen ve babalarının vefatıyla bu taşra kentinde kalan ancak Moskova özlemi ile yanan üç kız kardeşi anlatır. Olga, Masha ve İrina bu generalin kızlarıdır. Bu kızlardan en büyükleri Olga yirmi sekiz yaşında bekâr bir lise öğretmenidir. İkinci kardeş Masha yirmi bir yaşında ve öğretmen olan Kuligin’le evlidir. İrina henüz yirmi yaşında, bekâr ve çalışma hevesiyle yanıp tutuşan üçüncü kız kardeştir. Bir de oyunda bu kızların ağabeyleri Andrey vardır. Andrey, okumaktan hoşlanan entelektüel birisidir… Bu kardeşler, babaları ölüp devir de değişince, değişen yaşam koşullarına uyum sağlamaya çalışırlar. Kardeşler için yaşam yavaş yavaş değişmek zorundadır.
Bu aile artık bu taşra kentinde Moskova özlemiyle yaşamaktadır. Bu aile için Moskova bir idealdir, bir hayaldir, bir ütopyadır. İrina bu kasabada bildiği İtalyanca’sını bile unutmaktadır. Andrey Moskova’daki restoranları hayal eder. Andrey oyunda bir yerde şöyle der: "Moskova'da bir restoranın muazzam büyüklükteki salonunda oturursun, kimse tanımaz seni. Ve sen kimseyi tanımazsın. Ama yine de yabancı hissetmezsin kendini. Burada ise herkesi tanırsın, herkes seni tanır; ama yine de yabancısındır..." Bu nedenle de oyunda sürekli "Moskova'ya, Moskova'ya" repliği tekrar edilir.
Oyun neşeli gibi başlasa da zamanla oyuna hüzün hâkim olur. Çünkü lüks ve şatafatlı bir hayatları olan, mutlu gibi görünen üç kardeşin hayatları aslında hiç de göründüğü gibi değildir. Andrey de iyi bir kariyere sahip olmasına ve sevdiği bir kadınla evlenmesine rağmen onun da hayatının ilerleyen zamanları umduğu kadar mutlu olmadığı görülüyor.
Çehov’un eserlerinin ortak özelliği olan boğucu taşra yaşamı ve toplumsal çevrenin eleştirisi bu oyunda en üst seviyede yer alır…
Çehov, eserinde hayal edilen yaşama ulaşabilmek için yalnızca hayal etmenin yeterli olmadığını hedef ve gaye için de çaba harcanması gerektiğini vurgular. Çehov’a göre insan, hayatın getirdiklerine hapsolursa mutluluğu asla yakalayamaz… Çehov bu fikrini yıllar sonra Freud’un öğrencisi Alfred Adler, ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ (Okuyan Us Yayınları, 2013) kitabında şöyle formüle eder: "Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu."
Oyunda sık sık kendisi de bir subay olan Rus yazar ve şair Mihail Yuryeviç Lermontov (*)’a atıf yapılır…
Umut ve umutsuzluk
Çehov’un “Aksırık”, “Kutlama”, “Bir Evlenme Teklifi” ve “Ayı” gibi oyunlarından sonra bu eser bu haliyle Çehov'un oldukça "umutsuzluk" barındıran bir oyunudur… Ancak içinde hep gelecek umudu barındırır. Aşağıdaki tiratlar hep bu umudu yansıtır:
Moskova'ya gitme umudu bütünüyle yok olduğunda Olga, kız kardeşleri Masha ve İrina'yı kucaklayarak şöyle der: "... zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..."
Andrey': "Yaşadığımız şu hayat iğrenç, ama buna karşılık geleceği düşündüğümde içim öyle rahatlıyor, her şey öyle kolay, öyle engin görünüyor ki... Uzakta bir ışık parlıyor sanki ve özgürlüğü görüyorum. Kendimin ve çocuklarımın başıboşluktan, kvas içip lahanalı kaz eti yemekten, öğle sonrası uykularından, şu aşağılık asalaklıktan nasıl kurtulacağımızı görüyorum..."
Prozorovlar’ın evlerine çeşitli kesimlerden gelen misafirleri onların bu sıkıcı yaşamlarını bir nebze olsun çekilir kılar. Bu misafirlerden birisi de Moskova’dan bu taşra kentine yeni gelen Batarya Komutanı Albay Verşinin’dir. Verşinin yeni geldiği Moskova’yı anlatır, kızlar hayranlık ve özlemle onu dinler. Verşinin’in oyundaki bir tiradı da şu şekildedir: “Ben de sizin okuduğunuz okulda okudum. Harp akademisine girmedim. Çok okuyorum. Ama kitap seçmesini bilmiyorum. Belki de bana hiç gereği olmayan şeyler okuyorum. Yaşadıkça daha çok öğrenmek istiyorum. Saçlarım ağarıyor, artık, hemen hemen ihtiyar sayılırım. Ama bildiklerim çok az ah, hem de ne kadar az! Ama bana öyle geliyor ki, yine de en önemli, en gerekli şeyi biliyorum; hem de iyice biliyorum. Mutluluğun olmadığını, olmaması gerektiğini, bizim için mutluluk olmayacağını size ispat etmeyi ne kadar isterdim. Biz sadece çalışmak zorundayız. Çalışmak. Mutluluk torunlarımızın, bizden çok sonra geleceklerin talihidir.”
İrina’nın hayranlarından birisi de Baron Tuzenbah’tır. Baron Tuzenbah’ın tiradı: “Pekâlâ. Bizden sonra balonlarda uçacaklar, ceketlerin modası değişecek… Belki de altıncı hissi bulup geliştirecekler. Ama hayat o eziyetli; o esrar dolu, mutlu hayat, yine eskisi gibi kalacak. İnsan bin yıl sonra da yine hep öyle içini çekerek: ‘ah yaşamak ne zor’ deyip duracak, bununla birlikte yine, tıpkı şimdiki gibi ölümden korkacak, onu istemeyecek.”
Oyunda kız kardeşlerin ağabeyi Andrey’in şu tiradı acaba bizi mi anlatırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum: “Neden, neden daha yaşam yolunun başlangıcında can sıkıcı, renksiz, silik, tembel, duymaz, yararsız mutlu kişiler olup çıkıyoruz. İki yüz yıllık tarihi var şu şehrin. İçinde iki yüz bin kişi yaşıyor. Ama ne geçmişte ne de şimdi bir tek kişi yok ki diğerlerine benzemesin. Kendini öyle yüce bir amaca adamış tek kişi bile yok. İnsanda kıskançlık duygusu ya da öykünmek için tutku uyandıracak ufacık yetenekli bir sanatçı, bir tek bilim adamı yok. Sadece arabalara kurulup gezer, yer, içer, uyur. Sonra da ölürler… Sonra başkaları doğar bunlar da yer, içer, uyur ve can sıkıntısından aptallaşmamak için, iğrenç dedikodularla, votkayla, kumarla, hileli davalarla hayatlarında değişiklik yaparlar… Karılar kocalarını aldatır, kocalar da yalan söylerler, hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyormuş gibi davranırlar. Çocuklar karşı konulması zor, adi bir etki altında ezilirler, onlardaki tanrısal kıvılcım söner… Ve bu çocuklar da, tıpkı ana-babaları gibi birbirine benzeyen, acınacak bir kadavra haline gelirler. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”
Ancak Andrey’den faklı olarak ben; geleceği düşününce rahatlayamıyorum, ağırlaşıyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlamıyor, uzaklar loş ve karanlık. Hiçbir şey göremiyorum.
Osman AYDOĞAN
(*) Mihail Yuryeviç Lermontov (1814 - 1841), Rus yazar ve şair. Bir subayın oğludur. Lermontov, bir süre Moskova Üniversitesi'ne devam eder. Üniversite yılları Lermontov'a, toplumsal sorunların büyük bir heyecanla tartışıldığı çok canlı bir entelektüel ortamdan yararlanma fırsatı sağlar…
1832 yılında üniversiteden ayrılır, Harp Okuluna kaydolur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olur. 1837 yılında Puşkin'in bir düelloda öldürülmesi üzerine (Bu konuyu Puşkin’i anlatırken yazmıştım) derinden etkilenerek "Şairin Ölümü" adını verdiği bir şiir kaleme alır. Ancak dönem tüm ilerici, özgürlükçü düşünce ve etkinliklerin yoğun baskı altında tutulduğu bir dönemdir. Lermontov da bu şiirinde Puşkin'in bir düello sonucu ölümünü cinayet olarak nitelemekte ve Çarlık yönetimin suçlamaktadır. Bunun üzerine tutuklanarak Kafkasya'daki bir birliğe sürülür.
1838 yılında sürgün cezası kaldırılan Lermontov St. Petersburg'a döner. Kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girer. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov'a, Puşkin'in ardılı gözüyle bakılmaya başlanır. "Çağımızın Bir Kahramanı" adlı romanıyla da büyük bir beğeni toplar.
1840 yılın başlarında St. Petersburg'daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg'dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturur. Çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya'ya sürgüne gönderir.
Lermontov, 1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg'a döner. Ancak izin süresinin bitiminde görev yerine dönerken yolda hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte 27 Ekim 1841 günü, kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda da tıpkı Puşkin gibi yaşamını yitirir...
Yirmi yedi yıllık kısa yaşamına karşın Lermontov, şiirleri, tiyatro oyunları ve romanıyla Rus edebiyatının gelişimi üzerinde derin etkiler yaratır… Kendisinden sonraki pek çok Rus edebiyatçı üzerinde Lermontov'un etkilerini görmek mümkündür. Tıpkı Çehov’un ‘’Üç Kız Kardeş’’ oyununda olduğu gibi… Lermontov, Fransız özgürlükçü düşüncesinden belirgin biçimde etkilenen aydın bir edebiyatçıdır.
Mihail Lermontov, ana dili Rusça’nın yanı sıra Almanca, Fransızca, Azerice ve Gürcüce de bilir. Yani şair ve yazar olmak öyle kolay olunmuyor. Hem de yirmi yedi yıllık kısa bir yaşama karşın..