Halife El Memûn
14 Nisan 2021
Abbasi Devleti’nin en güçlü ve en bilinen halifesi olan Harun Reşid’in dönemine ait çok hikâye vardır. Bunlardan Bermekîleri de dün bu sayfada anlatmıştım…
Bugünkü hikâyem de Harun Reşid'in oğlu Halife El Memûn ile ilgili...
Ancak bu hikâyeyi anlatmadan önce bu hikâyenin kahramanı Halife El Memûn’u kısaca anlatmam, tanıtmam lazım ki hikâyenin ağırlığı artsın diye düşünüyorum… İşte bu nedenle her zaman olduğu gibi kısa bir tarih turu yapmak istiyorum…
Halife El Memûn
Türkçe’de El Memûn hakkında yazılmış çok az kitap varsa da güvenilir kaynak olarak ben yine İslam Ansiklopedisi'ne (C.29, s.101-104, Prof. Dr. Nahide Bozkurt) başvurmak istiyorum. Oradan da özetle ve eklemelerle şu bilgiyi aktarayım:
El Memûn (Tam Adı: Ebû Abbâs el-Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd) (786 – 833) 786 yılında Bağdat yakınlarındaki Harun Reşit'in 11 erkek oğlundan birincisi olarak dünyaya gelir. 809'da babaları Hârûn Reşîd'den sonra Abbâsî Hâlifesi ilan edilen kardeşi Emin'e karşı yaptığı bir iç savaştan sonra 813'de onu halifelik tahtından indirerek idam edilmesinden sonra 813-833 yılları arasında 7. Abbasi halifesi olarak hüküm sürer. 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür... İlk Abbâsî halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber Memûn'un Tarsus'ta gömüldüğü rivayet edilir…
El Memûn sıradan bir halife değildir.
El Memûn, doğa bilimlerine büyük bir ilgi duyar ve doğa bilimlerini savunur… Akıl ile bağdaşmayan, duyularla kanıtlamayan şeylerin gerçekliğine inanılmaması gerektiğini söyler.
El Memûn, işte bu düşünceyle Bağdat'ta ‘’Beyt'ül Hikme’’ adında bir bilim merkezi açar... ‘’Beyt'ül Hikme’’ hem bir bilim evi, hem bir rasathane, hem çevirilerin yapıldığı bir merkez, hem de bir kütüphanedir. Bu kütüphanede bir milyon civarında kitabın olduğu rivayet edilir. O dönemde Bağdat’ta 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphanenin bulunduğu ve Bağdat’ta entelektüel seviyede kitap okuyanların sayısının yaklaşık şehrin nüfusunun üçte biri kadar olduğu söylenir. El Memûn, burada bilim adamları ile buluşup fikirlerini yarıştırır… El Memûn kendi sentezini tüm fikirleri dinledikten sonra oluşturur…
El Memûn Bağdat’ı bilimin bir merkezi haline getirir. Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı El Hârizmî’yi Bağdat’a davet ederek ona kol kanat gerer. Çünkü bu dönemde âlimler için en kutsal ilim Matematik'tir.
El Memûn, Bizans’ın felsefe, mantık ve matematik bilgini ve gerçek bir Rönesans insanı olan, Matematikçi ya da Felsefeci Leo diye anılan Bizanslı düşünür Leo’yu Bizans İmparatorundan kendilerine bir şeyler öğretebilmesi için bir süre yanlarına yollamasını ister. Karşılığında elli kilo altın ve süresiz barış önerir. Bizans imparatoru 3. Michael'a karşı zafer kazandığında, savaş tazminatı olarak para ve altın yerine eski el yazmalarını talep eder… Bu dönemde felsefe, hendese, mûsiki ve tıp alanlarında yazılmış eserleri getirmeleri için İstanbul’a heyetler gönderir. Bizans’tan getirilen eserler arasında Platon (Eflâtun), Aristo, Hipokrat, Galenos (Câlînûs), Öklid (Euclides) ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait olanları da vardır. Getirilen bu eserler Arapça‘ya çevrilir. Baş çevirmenliğini yapan Suriyeli Hristiyan’a Arapçaya çevirdiği eser başına, kitabin ağırlığı kadar altın verdiği rivayet edilir...
El Memûn, sadece Bizans’tan değil İran, Mısır, Hindistan, Afrika ve Çin başta olmak üzere Dünya'nın çeşitli bölgelerinden bilginleri ve kitapları Bağdat'a getirtir. Bu şekilde dünyanın her yerinden Bağdat'a akın akın bilginler gelir.
El Memûn, Horasan’dan vali iken tanıdığı ve Memûn'un dostluğunu kazanan Musa bin Şakir'in oğulları olan Beni Musa Kardeşler'i (Muhammed, Ahmed, Hasan kardeşler) Bağdat’a getirterek El Hârizmî ile beraber astronomi çalışmalarına yönlendirir. El Memûn, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya'nın çevresini ölçmekle görevlendirir. Dünya'nın çevresini ölçen Beni Musa Kardeşler, sonucu 24.000 mil olarak bulurlar. (Bugünkü ölçümlerin sonucu 24.092 mildir) Yine aynı ekip iki ölçü ekibiyle bir noktada kutup yıldız yüksekliğini ölçerek dünyanın yarıçapını 6595 km olarak tespit ederler. (Bugünkü ölçümlerin sonucu dünyanın yarıçapı r=6371 km'dir.
El Memûn, Cennet ve Cehennemi bir kavram olarak görür. El Memûn, akılcılığı ve özgür iradeyi savunur ve bu düşünceleri halk arasında yaygınlaştırmayı amaç edinir. Bu nedenle de mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlayan ve bu yorumlarında akla öncelik veren ve akılcı bir mezhep olan Mutezile’yi savunur. El Memûn, bu düşüncelerini halka benimsetmeye çalıştığında da her zaman olduğu gibi ve doğal olarak Sünni ulema ile arası bozulur…
Gelecekteki ideal toplumun ancak bilim ve akılcılıkla oluşturulabileceğine inanan ve bu uğurda çaba gösteren El Memûn'u tarihçiler âlim, filozof, zeki, ilme değer veren bir hükümdar olarak nitelendirirler ve El Memûn’un saltanat devrini de İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olarak gösterirler.
El Memûn'dan sonra Abbasiler
Girişte bahsettiğim gibi El Memûn, 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür. El Memûn ölüm yatağında yatarken bir buyruk hazırlatarak yerine kardeşi olan Ebu İshak'ın Mutasım adıyla halife olmasını ister ve ölünce yerine halifeliğe Mutasım geçer.
Mutasim'in hilafeti sırasında Abbasi imparatorluğunun bölünmeye başlar. Irak ve Suriye Arap olarak karakterini korur ancak Horasan ve kuzey doğu bölgeleri gittikçe İranlı karakteri almaya başlar.
Mutasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık’ın (842-847) ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girer. Abbâsî toprakları üzerinde yirmiye yakın devlet ve beylikler kurulur…
İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945 yılında Bağdat'a egemen olurlar. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabilirler… Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkarır ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırır…
Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askerî güçlerine ulaşamazlar... Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamazlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirirler...
Hazin son
Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusu 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirir ve Bağdat Moğollar tarafından yağmalanır…
Bağdat'ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından birisidir… Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip eder. 200 bin ile bir milyon arasında Müslüman nüfus katledilir. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlanır…
Bu yağma esnasında ‘’Beyt'ül Hikme’’ yerle bir edilir… Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılır. Yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bular… Dicle nehri aylarca ve aylarca siyah renkte akar… Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolur...
Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da gelmektedir…
Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) ‘’A History of Civilizations’’ (Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) adlı eserinde bu Moğol istilası hakkında özetle şunları yazar: 13. yüzyıldaki İslam dünyasına yönelik bu Moğol istilasının sadece Bağdat’la sınırlı kalmaz, İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…
827 yılında gerçekleşen akla dayalı, bilimci bu devrim İslam topraklarında bir daha yaşanmaz. Ancak bir benzeri 1100 yıl sonra Türkiye’de Atatürk devrimleri ile görülürse de Atatürk’ten sonra gelenler tıpkı Moğolların yaptıkları gibi bu medeniyeti de tahrip ederler… Bu coğrafyada günümüzde artık TV'lerde açık açık bilim yerine, komşular nasıl fişlenip öldürülür, komşuların eşleri kızları nasıl sahiplenilir, 12-15 yaşındaki kız çocukların evlilik maskesi adı altında nasıl ırzına geçilir, Kur’an kurslarına bir tuğla koyarak nasıl cennete gidilir, depremler, salgın hastalıklar Tanrı’ya ve bir grup insana nasıl bağlanır, salgın hastalık ortamında Ortaçağ’da bile yapılmayan lebaleb kongreler nasıl yapılır, T.C. Devleti’nin kurucularına nasıl hakaret edilir vb. konular tartışılmaktadır… Derdi zaten Fernand Braudel bahsi geçen eserinde; ‘’Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz… Tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzer. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir.’’
Ayyy!... Pardon... Ben unuttum... Tarih denince daldııııım gittim. Halbûki ben El Memûn’un bir hikâyesini anlatacaktım değil mi?
Halife El Memûn ve at
Bağdat Halifesi El Memûn atlara çok meraklıdır. Bu nedenle büyük bir hara kurar, değerli atlar yetiştirir hatta başkalarının yetiştirdiği atları da alır… Bir gün çok güzel bir Arap atı getirirler, El Memûn atı görür görmez hayran kalır, oldukça yüklü bir para verip atı satın alır… Artık hep bu ata biner…
At o kadar güzel ve alımlıdır ki, bütün Bağdat atı izler, atı konuşur… Bağdat'ın varlıklı ve etkili kişilerinden biri olan Ömer de at seviyordur ve El Memûn'un atına tam anlamıyla kafayı takar… Önce gider Halife El memûn’a ödediği paranın iki katını teklif eder ama ret cevabı alır. Bu sefer üç katını önerir… El Memûn'un cevabı yine "hayır" olur… Halife El Memûn atını sever ve satmayı kesinlikle düşünmez… Ömer ise bu atı ele geçirmekten başka bir şey düşünmez olur…
Bir gün Ömer, halifenin tek başına şehir dışına çıkacağını öğrenir… Bir plan yapar.
Halife şehir dışında atının üzerinde keyifle ilerlerken yolun kenarında eski püskü giysiler içinde, yüzü sarılı, hasta gibi kıvrılmış bir dilenci görür.
El Memûn iyi birisidir, aslında Ömer'den başkası olmayan dilenciyi o halde görünce üzülür, atından iner, dilencinin yanına gider; "Haydi, gel" der, "Yakında bir saray var, seni oraya götüreyim, yedirsinler, içirsinler, derdine baksınlar..." Dilenci titrek bir sesle "Sağolun efendim, ama günlerden beri ağzıma bir şey koymadım, yürüyecek takatim yok" diye cevap verir… Bunun üzerine halife dilencinin koluna girer, onu kaldırır ve atının üzerine oturtur. Titrek dilenci oturur oturmaz dirilir, dikilir ve atı mahmuzlayıp koşturmaya başlar…
El Memûn, o anda dilencinin atını almak için uğraşan Ömer olduğunu anlar ve arkasından koşarak durması için bağırmaya başlar. Ömer, bir süre daha atı koşturduktan sonra arkasından koşmaya devam eden El Memûn'un "Dur, sadece bir şey söylemek istiyorum" diye bağırdığını duyar… Merak eder ve uygun bir mesafede atı durdurur…
El Memûn, biraz soluklandıktan sonra konuşmaya başlar: "Atımı çaldın, şu anda seni durduramam, elimden de bir şey gelmez. Ama senden önemli bir şey istiyorum. Atım sende kalsın ve istediğimi yaparsan geri almak için de herhangi bir şey yapmayacağım." "Nedir isteğin?" diye sorar Ömer…
"Atımı nasıl, hangi kurnazlıkla ele geçirdiğini sakın kimseye anlatma, bu olay ikimizin arasında sır olarak kalsın." diye cevap verir El Memûn. Ömer şaşırır, "Neden?" diye sorar. ‘’ İtibarının sarsılmasından mı korkuyorsun?’’ "Hayır’’ der El Memûn ve anlatır:
‘’Ondan korkmuyorum. Sen bu olayı anlatırsan bu olayı bütün Bağdat, hatta çevre şehirlerdekiler bile duyar. Başkaları da seninle aynı kurnazlığı yapmaya kalkar. Ama asıl kötülük yol kenarında bekleyen hasta ve fakir insanlara olur. Korkum şu ki; bu olayı duyanlardan hiçbiri artık yol kenarında bekleyen aç ve hasta insanlara yardım etmek için durmaz. Hatta benim başıma gelen onların da başına gelmesin diye hızlanıp, geçer giderler..."
Hikâye bu kadar...
Gelelim bu kıssadan (hikâyeden) çıkarılacak hisseye!
Günümüzde Halife El Memûn'un değil de; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs edenler; yüce dinimizi siyasetlerine alet edenler; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adaleti katlederek İslam’ın ahlâk boyutunu unutup İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyenler ve o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürenler; cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar ve bu sapıklıklarını da İslam’a bağlayanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi algılatanlar; bütün bu olumsuzluklar karşısında sessiz kalanlar; Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye karşı yapılan Haçlı Seferlerinde Friedrich Barbarossa’nın müttefiki olanlar ve tüm bunların bir sonucu olarak İslam coğrafyasını, insanlarının ülkelerini bırakıp Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürenler keşke Müslüman olduklarını, hele hele bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını söylemeselerdi…
El Memûn gibi benim de benzer korkum şu ki; bunları göre göre, bunları duya duya, bunları yaşaya yaşaya bu gidişle ümmet-i Müslimin İslam'dan, dinden soğuyacak… İşte asıl ben bundan korkarım... Çünkü İslam’a yapılacak en büyük kötülük budur!
Milletin, son zamanlarda neden deizme kaydığını zannediyorsunuz ki?
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN