Bekâ sorunu (1)
25 Şubat 2019
Son yıllarda ülkede ‘’bekâ sorunu’’ konusu çok fazla kullanılır oldu. Hemen hemen her sorun bu ülkede bir ‘’bekâ sorunu’’ olarak sunulur oldu. ‘’Bekâ sorunu’’ bu ülkede hiç bu kadar ele ayağa düşmemiş idi. Dolayısıyla ülkede bir ‘’bekâ sorunu’’ enflasyonu yaşanıyor. Böylece ‘’gerçek bekâ sorunu’’nun üstü örtülmüş, gizlenmiş oluyor. Hal böyle olunca da gerçek bekâ sorununu açıklamak da bana düşüyor.
Gerçek bekâ sorununu Şeyh Sâdî Şirâzî'nin bir kıssası ve bu kıssadan çıkarılacak bir hisse ile anlatacağım. Ancak önce Fars edebiyatının gücünü ve Şeyh Sâdî Şirâzî’nin derinliğini kısaca anlatmam lazım ki hikmetin ve gazelin üstâdı Şeyh Sâdî Şirâzî'nin ve kıssasının ağırlığını bilip verdiği hissenin değerini anlayalım.
Fars edebiyatı
Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır. Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî Şirâzî ve Hâfız Şirâzî bütün dünyada tanınır.
Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki. İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün Şeyh Sâdî Şirâzî'den gerçek bekâ sorununu anlamak için bir hikâye anlatacağım. Ama önce Şeyh Sâdî Şirâzî'’yi kısaca anlatmam gerekiyor.
Şeyh Sâdî Şirâzî
Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir. Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye medreselerinde öğrenimini tamamlar.
30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlıların elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.
Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır.
Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe ve Lâtince de bilir.
Bûstan ve Gûlistan
Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) adlı eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda ''Bûstan ve Gûlistan'' kitabından alınan bahsettiğim hikâyeyi, yani kıssayı sunuyorum.
‘’Bûstan ve Gûlistan’’dan bir kıssa
Fars Hükümdârı Dâra (III. Dârius)’nın bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duydum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dâra'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa gerek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dâra; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”
Haykırışları duyan Dâra rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”
Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağlamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atları, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellikteki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de benim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”
Bu öğütler Dâra’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllendirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş.
Ve kıssadan hisse
Bir ülkenin başveziri, hem de bu çağda, elinin altında devletin her türlü istihbarat imkânları varken ve devletin uyarılarına rağmen, dostunu düşmanını ayırt edemeyip koynunda yılan besledikten sonra çıkıp da ‘’yok aldandım, yok aldatıldım’’ diye demeçler veriyorsa o ülkede gerçekten bir bekâ sorunu var demektir. Çünkü Şeyh Sâdi Şirâzî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği gibi; ''Bir ülkede hükümdârın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.”
Bu memlekette ikide bir ‘’bekâ’’ sözcüğü konuşuluyor da, bekâ sözcüğü enflasyona uğramadan gerçek bekâ sorunu nedir bir hatırlatayım istedim.
Arz ederim.
Osman AYDOĞAN