• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi16
Bugün Toplam679
Toplam Ziyaret3154187

Aslolan hayattır…

Aslolan hayattır…

01 Ekim 2018

Eylül toparlandı gitti işte... Ekim filan da gider bu gidişle derken, güz aylarının, hazan mevsiminin, sonbaharın kapısından aniden, birdenbire girdik içeri. Dışarıda cisil cisil bir yağmur, biraz rüzgâr, ara sıra solgun ama hala sıcak olan güneş fırsat bulduğunda bulutların arasından epil epil parlıyor. Yaprakları sararmış ağaçların altındaysanız eğer bulutların ardından, dalların arasından güneş size üzgün üzgün, mahsun mahsun göz kırparcasına bakıyor…

Ağaçlardan yere dökülen altın sarısı, kıpkırmızı yapraklar renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyorlar. Kulak kabartırsanız bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlıkları duyulmaktadır. Çünkü hala dallarında kalan kıpkırmızı yapraklar da birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Sonyazdan kalan günlerde güz güneşinin hissettirdikleri ruhuma, yazılarıma, seçtiğim şiirlerime de yansıyor. Baharla yenilenen coşkuyla çağlayan duygular, güz aylarıyla birlikte durağanlaşıyor, dinginleşiyor ve nedensiz bir hüzne götürüyor insanı…

Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye'nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten:

Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.

Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…

Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.

Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.

Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı hapishanesinde, bir kısmı da Bursa hapishanesinde tutukludur. Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.

Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor. Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...

Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.

Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948­ - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.

Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir.  

Nazım 1955 yılı sonlarında evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar.

Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde kaskatı kesilmiştir. 

Karıştırırken kitabı bir bölüm çarpıyor gözüme: ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Suret hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''

Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:

“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.

O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.

Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:

''Bu geç vakit 
bu sonbahar gecesinde 
                            kelimelerinle doluyum; 
zaman gibi, madde gibi ebedî, 
                                  göz gibi çıplak, 
                                                 el gibi ağır 
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl 
                                                             kelimeler.'' 

Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki yıldızlar gibi pırıl pırıldı içimden geçen kelimeler... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu sonbahar günü:

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz