• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi20
Bugün Toplam507
Toplam Ziyaret3154015

TSK’nın yaptığı sınır ötesi harekâtlar üzerine


TSK’nın yaptığı sınır ötesi harekâtlar üzerine

27 Kasım 2016


TSK; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde fiilen savaştığı Kore ve eğitim amaçlı ve müttefiklerle beraber katıldığı Bosna Hersek, Kosova, Lübnan, Afrika ve Afganistan harekâtı hariç sadece 1974’de Kıbrıs Barış Harekâtı’nı ve 1983’den beridir de Irak’ın Kuzey’ine mahdut hedefli sınır ötesi harekâtı yapmıştır. Türkiye; bunların dışında ilk defa sınır ötesi harekâtı 24 Ağustos 2016 tarihinde ‘’Fırat Kalkanı Operasyonu’’ adı altında Suriye’ye karşı yapmıştır.

Bu harekât; 24 Ağustos 2016, saat 04.00'de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığınca, "Türk Silahlı Kuvvetleri ve koalisyon hava kuvvetleri tarafından Suriye'nin Halep kentine bağlı Cerablus bölgesine terör örgütü IŞİD'ten temizlenmesi amacıyla askerî harekât başlatılmıştır" açıklaması ile başladı. Açıklamanın devamında harekâta Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı tankların ve Özgür Suriye Ordusu mensuplarının katıldığı belirtiliyordu…

Yazıma çok kısaca dört konuya yer vererek girmek istiyorum. Bunlardan birincisi ‘’tarih bilinci’’, ikincisi günümüzde oldukça göz ardı edilmiş kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu’nun ve yüzyılımıza damgasını vurmuş Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ düşünceleri ve üçüncü olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatımıdır. Dördüncü konu ise TSK’nın PKK terörü nedeniyle 1983’den beri yaptığı sınır ötesi harekâttır.

Bu dört konuyu anlamadan TSK’nin ‘’Fırat Kalkanı Operasyonu’’ anlatmamız ve anlamamız mümkün değildir diye düşünüyorum.

Tarih bilinci konusunu çok kısa olarak geçmek istiyorum.

Hemen hemen bütün yazılarımda vurgularım; Tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak tabii ki. Einstein’ın bir sözü vardır; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Tarihçiler hep hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını söylerler. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir.


Bu konuda der dururdu zaten millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy:

“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Millî şairimizin söylediği gibi tarih ders alınmadığı için birebir tekerrür etmektedir.

Bunlar kulağımızda küpe olarak kalsın öncelikle…

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden önce en eskisini anlatmak istiyorum.

Sun Tzu

Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2600 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)


Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.

Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.

Sun Tzu, günümüzden 2600 yıl önce imparatoruna şu öğütleri verir:

“Hasmı güç harcamaya sevk ederken kendi gücünü korumayı bilmek gerekir.”

“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”

“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”

“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”

“Sen uyum ve dayanışma ile birliğe yönelirken düşman ona bölündüğünde gücün bire karşı on olur.”

“Bilge önderlerin dirayetli yönetimleri ve zaferleri şans değildir. Zira onlar kazanacaklarından emin oldukları durum, yer ve zamanda harekete geçerler ve çoktan yenilmiş kimseleri yenerler.”

“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’

‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra da toplumu yozlaştırır.’’

Kitapta daha çok öğüt var ama şimdilik burada keselim.

Carl von Clausewitz 

İkinci olarak anlatmak istediğim düşünür Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz (1780-1831) ise günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk Yayınları, 2015) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.

Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.

Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor, karmaşık ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:

‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’

"Kuvvetlerini kötü kullanan ülkenin siyaseti iflasa sürüklenir."

‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’

‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’

‘’Siyaset komuta edilebilir. Komutanlar sivil yetkililere, özellikle uygulanabilirlik konularında tavsiyelerde bulunmalıdırlar, fakat siyasi hedeflerin belirlenmesi onların görevi değildir. Komutanlar uygulanabilir siyasi hedefler konduğundan ve sivil otoritelerin ödenecek bedelin ne kadar ağır olabileceğini anladığından emin olmalıdırlar.’’

‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği “ağırlık merkezi’‘ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’

‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’

‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”

‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’

Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Üçüncü olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatmak istiyorum.

Birinci Dünya Savaşında, Almanya öncülüğündeki İttifak Devletleri karşısında, İtilaf Devletleri (Müttefikler) olarak; Britanya İmparatorluğu, Fransa, Rusya İmparatorluğu bulunmaktaydı.


Savaşın son senesi 1918 yılına girildiğinde durum şu şekildedir: Almanya, Doğu Cephesinde Rusya karşısında kesin bir zafer kazanmış, Rusya Ekim Devrimi ile çökmüş, yeni iktidara gelmiş olan Bolşevikler, Almanya ile bir barış anlaşması imzalamışlardır.

Savaşın kesin sonucunu belirleyecek Batı Cephesinde, ise dört yıldan beri, devam eden siper savaşı, Manş Denizinden İsviçre’ye kadar uzunlukta, Kuzey Fransa üzerinden geçen, çok detaylı ve iyi tasarlanmış statik savunma hatları yaratmış idi.

Almanya, müttefiklerin deniz ablukası ile tamamen kuşatılmış, savaşı yürütebilecek hammadde ve nüfusunu besleyecek ithalat olanaklarına sahip değildi.

Batı cephesindeki siper savaşı, savunan tarafa büyük üstünlük sağlayacak bir şekilde idi. Saldıran taraf, geleneksel olarak en az 1:2 oranında bir silah ve insan gücü üstünlüğü ile taarruz etmesine rağmen, büyük kayıplar vererek sadece kilometrelerle ölçülebilen kazanımlar elde edebiliyor idi.

Örneğin 1916 yılı boyunca devam etmiş olan Verdun Muharebesi insanlık tarihinin en kanlı savaşları içinde yer almasına rağmen, sadece 60 km2 içinde savaşılmış idi. Yaklaşık sekiz ay süren bu muharebe, her iki taraftan toplam 1,000,000 kişinin ölümüne mal olmuştu. İngilizler 1917 sonlarında Passchendaele’de sadece 10 km ilerleyebilmek için yaklaşık 400,000 asker kaybetmişlerdi.    

Batı cephesinde stratejik olarak savunma durumunda olan Almanya’nın toplam kayıpları, Müttefiklerden daha az olmasına rağmen, Almanya artık insan gücünün sınırına dayanmış, savaş sanayiinden ve tarım üretimden, üretim faktörlerini bozabilecek ölçüde kişiyi askere almak durumunda kalmıştı. Almanya’nın bir başka sorunu da ekonomik sisteminde kullanılan sanayi ve yatırım mallarının artık yıpranmış olması idi. Lokomotiflerden, takım tezgâhlarına kadar kapasitelerinin sonuna kadar kullanılmasından dolayı, tüm sanayi ve ulaşım araçları verim düşüklüğü ile çalışır halde idi.

1918 yılında Batılı Müttefiklerin, insan gücünde sayısal üstünlüğünün yanı sıra, dönemin en önemli silah yelpazesinin tamamında (top, makineli tüfek, patlayıcılar ve uçak) niteliksel ve sayısal üstünlüğü var idi. Üstelik bu fark giderek açılıyor idi. 

Son temel sorun ise, 1917 yılında ABD’nin müttefiklerin yanında savaşa girerek, çok sayıda deneyimsiz, ağır silahlardan yoksun ama zinde askerini Batı Cephesine sevk edebilir hale gelmesi idi. 1918 yılında ABD askerlerinin, Fransa’ya ulaşması dengeyi Almanya aleyhine daha da bozacak idi.

1918 senesine girerken, Almanya’nın stratejik anlamda savunma pozisyonu dışında, tüm faktörler aleyhinedir.  Üstelik zaman da Almanya aleyhine çalışıyordu.

Almanya için savaşın kilidini çözen doktrin 1917’nin son aylarında yazıldı. İlk önce cephedeki tüm askerî birliklerin tek tek envanteri çıkartıldı.  En deneyimli ve morali yüksek askerler, iyi eğitimli ve parlak subayların komutası altındaki yeni birliklerde toplandı. Vurucu gücü yüksek ve seçme nitelikte olan bu birlikler Stosstruppen (Vurucu Birlik) olarak isimlendirildi. Bu birlikler cepheden çekilerek, kendilerine penetrasyon yani başarıyı büyütme üzerine özel savaş eğitimi verildi. Bu birliklerin en önemli özelliği, bağımsız karar alma yetkisine sahip olarak, tek başlarına risk alabilme ve başarıyı genişletebilecekleri bir inisiyatife sahip olmaları idi.

Almanların müttefiklere göre yetersiz sayıda ve kalibrede olan, savaşın en önemli silahı olan topçu silahları tek tek yeniden sınıflandırıldı, top atışlarının sapması ve ateş hızları (o günler için mükemmel bir matematiksel modelleme idi.) yeniden hesaplandı. Bu dönemde Alman topları, Müttefiklerin silahlarına  göre  çok daha yıpranmış ve daha çok sapma ile ateş eder durumda idi. Ancak ortaya çıkan modeli kullanarak, sayıca az ve niteliksel olan düşük silah envanteri ile beraber Almanlar, Müttefiklere göre çok daha az sapma ile daha çok ateş gücü üretir hale geldiler. Nitekim Almanların büyük taarruzunun başladığı ilk beş saati içinde 3,500,000 adet mermi 400 km2 alandaki hedefleri başarı ile vurdu.

Stratejik plan şu idi: Cephede sürpriz bir şekilde düşmanının hazırlanmasına fırsat vermeden, yarma noktasında çok yüksek bir ateş gücü yoğunlaştırılacak, bu nokta cepheden izole edilecek ve darbe olanca şiddeti ile vurularak, elit birlikler ile yarılan cephe genişletilecekti.

1918 İlkbaharında, Almanya büyük taarruz için hazır konumda idi. Ve zarlar atıldı. Bu doktrin ile beraber, Batı Cephesinde 1914 yılından itibaren oluşan statik durum kırıldı. Art arda yapılan dört ayrı taarruz ile Alman Orduları Batı Cephesini yardı ve 1918 yaz aylarında Paris’e 70 km'ye kadar yaklaştı. Bu başarı, önceki dört yıldaki savaşta başarıların kilometrelerle ölçüldüğü bir döneme göre bir mucize idi.

Ancak sorun şu idi, Almanya bu taarruz zinciri ile büyük bir taktik başarı elde etmesine rağmen, düşmanını kesin bir şekilde yenebileceği hiçbir stratejik başarı elde edememiş, müttefiklere göre daha az kayıp vermesine rağmen, hiçbir zaman yerine koyamayacağı önemli sayıda ve nitelikte adam kaybetmişti. Almanya, harita üzerinde savaşı kazanmak üzere gibi gözükse de son kozunu oynamış ve tüketmiş idi.

Bu noktadan sonra, deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri ile beraber, Müttefikler 1918 yazından başlayarak 100 gün boyunca devam eden karşı taarruzlar ile savaşı kesin olarak kazandılar.

Batı cephesinde yaklaşık 11 Milyon askerin içinde olduğu ve 8 ay boyunca dünyayı sallayan bu olağanüstü dönemden çıkartılacak iki sonuç vardır:

Birinci sonuç: Az sayıdaki nitelikli insan kaynağı ve eldeki tüm kaynakların yeniden değerlendirilerek harmanlanması sonucunda oyunun kuralları tamamen yeniden yazılabilmiş idi. Almanya az sayıdaki nitelikli insan kaynağını, sonuç alabileceği, iyi modellenmiş donanım ve kaynak ile donatarak savaşın kurallarını değiştirebildi. Öyle ki Müttefikler, Almanya’nın Bahar Taarruzunda aldığı sonuçlar ile Paris’in düşebileceğini dahi hesapladılar.

İkinci sonuç ise: Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir.

Kısaca: Taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.  Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.

Son olarak da kısaca TSK’nin 1983 yılından itibaren yaptığı sınır ötesi harekâtlara kısaca bir göz atmak istiyorum.

TSK 1983 ‘den beri bu sınır ötesi harekâtları neden yapmıştı? PKK terörünü önlemek için... Peki, PKK ne istiyor terör yaparak, siyasi amacı nedir? Bölgede sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Peki, bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek... Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak... Bunda bir tereddüt var mı? Yok... Tereddüt ediyorsanız açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara...


Eeee… PKK’nın amacı bu ise... Size öncelikle politik olarak hangi görev düşer? Bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak değil mi?

Peki, Türkiye’deki son yılların siyasi iktidarları ne yaparlar? Tam tersini... Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar, Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kurarlar. Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımızı harcarlar...

1983’den beridir bakıyorsunuz Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyonlara:

1983, 1984, 1986  ve 1987 yıllarında küçük çaplı operasyonları geçiyorum...

Süpürge Harekâtı (05-13 Ağustos 1991), 2 şehit,
1992 sınır ötesi harekâtı ve Hakurk Operasyonu  (05 Ekim – 15 Kasım 1992), 12 şehit
 Çelik Harekâtı (21 Mart -02 Mayıs 1995), 64 şehit,
Atmaca Harekâtı (Nisan 1996), 40 şehit
Tokat Operasyonu (14 Haziran 1996 – Ocak 1997), 11 şehit,
Çekiç Harekâtı (12 Mayıs – 07 Temmuz 1997), 114 şehit,
Şafak Harekâtı (25 Eylül -15 Ekim 1997), 31 şehit,
 Murat Operasyonu (Nisan – Mayıs 1998), 3 şehit,
Güneş Harekâtı (21 Şubat – 29 Şubat 2008), 24 şehit,
2011 yılı sınır ötesi harekâtları (17 Ağustos – 24 Ekim 2011),
Şehit Yalçın Operasyonu (24 -25 Temmuz 2015)

(Bu tabloya yurt içi operasyonlarda veya pusu ile mayın ile verilen şehitler dâhi edilmemiştir.)

Bu harekâtlara tek tek girmeyeceğim… Hepsi de TSK personelinin olağanüstü gayretlerinin ve fedakârlıklarının ürünüdür. Yazsanız her birinden ne kahramanlıklar, ne destanlar çıkar. Bu harekâtlarda TSK kendisine verilen görevleri hakkıyla yerine getirmiştir. 

Ancak konumuz bu değil... Soru şudur: Bu harekâtların siyasi hedefi ne idi? Ne yazık ki cevap koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir. Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’ 

Bu sınır ötesi harekâtlar başlı başına birer taktik başarı ürünüdür... Peki bu harekâtların stratejisi ne idi? Cevap yine koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir. Başka bir ifade ile burada eksik olan siyasi iktidarların siyasi hedefleri, politik direktifleri ve bu hedef ve direktifleri karşılayacak olan strateji eksikliğidir.

Yine tekrar edelim; taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.  (Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.)

Tekrar soruyorum. Her birisi mükemmel taktik başarıları içeren bu harekâtların bir stratejisi, bir politik hedefi var mıdır?

Ne diyordu Clausewitz: ‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

Irak’ın kuzeyinde o tepeleri o kadar şehitler vererek ele geçirdiniz... Peki, bu PKK’yı imha etti mi? Cevap ne yazık ki yine koskocaman bir ‘’hayır’’dır.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın politik bir hedefi vardı (ENOSİS’e engel olmak) ve TSK bu politik hedefe ulaşmak için bu harekâtı yaptı ve amacına da ulaştı…

Tekrar tekrar soruyorum: Bu sınır ötesi askerî harekâtların politik hedefi, siyasi bir maksadı var mıydı? Yoktu! Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Şimdi başa dönün ve Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun…

İsterseniz daha da başa dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin...

İsterseniz en sona gelin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın…

Ne idi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesinden bizim için çıkaracağımız ikinci sonuç? ‘’Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir.’’

Bu sınır ötesi harekâtlarla da aynısı yapılmadı mı? Taktik hedefler olmayan bir stratejinin ve olmayan bir politik hedefin önüne çekilerek PKK’yı imha da edemeden muazzam kaynaklar (insan, zaman, para, güven) harcanmadı mı?

O halde olması gereken neydi?

Yine tarihe döneceğiz…

Afganistan’a bakın... Burası bir imparatorluklar mezarıdır. Buradan İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi burada, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin arazisinin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıydı...

Dağlarda savaşmak zordur… Hele hele bir de teröristlerle savaşıyorsanız o dağlar size cehennemin ta kendisi olur. Bir tugay askeri salsanız küçücük bir dağlık araziye, dağlar, tepeler, kayalar yutar önce bu askerleri.

Şeyh Şamil efsanesini hepimiz biliriz...  Şey Şamil Kafkas Dağlarında cirit atarken Ruslar pek dokunmadan dağlara inmiştir ovalara, etrafından dolaşarak aşmıştır Kafkas dağlarını, gelmiş Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı almış, Erzurum’u işgal etmiştir.

Siz de fetih maksadı olmaksızın gönderirsiniz dünyanın o en güçlü ordunuzu, gider oturursunuz bir zamanlar kırmızı çizginiz olan Kerkük’e, kurarsınız komuta çadırınızı, atarsınız bacak bacak üstüne, alırsınız yorgunluk çayı bardağını elinize ve dersiniz ki düveli muazzamaya ve Barzani’ye; ‘’Kandil’den çıkarın PKK’yı, ben de buradan çıkıp gideyim.’’

Boşu boşuna da fidan gibi gencecik Anadolu evlatlarını harcamazsınız, kırmazsınız o dağlarda...

(Tabii ki ülke içinde bir daha böylesi bir sorun olmaması için alacağınız ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirler ayrı bir çalışma konusudur.)

İsterseniz, Sun Tzu’yu, Clausewitz’i bir daha okuyun…

Gelelim şimdiki Suriye'ye ‘’Fırat Kalkanı Operasyonu’’ harekâtına…

Başlangıçtaki 70 km genişlik ve 35 km derinlikte, Şırnak'taki Bestler - Dereler ebadındaki bu harekâtta ilk sorum şu: ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ İkinci sorum da şu: ‘’Bu politik hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir? Taktik hedefleriniz nedir?’’


Bölgeyi İŞİD’den temizlemek midir politik hedefiniz? Öyleyse eğer hiç zahmet etmeseydiniz bu harekâta Adıyaman’daki çay ocaklarından, Antep’teki hücre evlerinden başlasaydınız, İstanbul’daki, Ankara’daki İŞİD yuvalarından devam etseydiniz, sınır geçişlerini kontrol etseydiniz…

PYD’nin Fırat batısına Afrin’e koridor açıp geçmesini engellemek mi amacınız? Peki, o zaman Salih Müslim’i Ankara’ya davet edip devlet protokolü ile karşılayanlar kimlerdi? PYD’yi vazgeçtim Suriye’de Fırat’ın batısına geçmelerini altlarına uçaklar otobüsler vererek, yemek ücretlerini de ödeyerek ülke topraklarından Kobani’ye geçirenler kimlerdi? Peki, bu harekâtın 35 km güneyinden sonrası ne olacak? PYD oradan geçmeyecek mi? Eğer PYD ise hedefiniz bu size Suriye rejimi ile işbirliğini gerektirmiyor mu? Eğer PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde koridor oluşturmasını engellemekse hedefiniz bu durum sizin Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunmanızı gerektirmiyor mu? Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunacaksanız eğer bu sizi Rusya ile işbirliğine götürmüyor mu?

Sınır güvenliği midir amacınız? 911 km’lik sınırdan geri kalan 876 km ne olacak? Suriye'nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman ÖSO’nu nereye koyacaksınız? Tampon bölge mi yaratmak amacınız? Elinizdeki iki milyon Suriyeliyi bu daracık alanı mı sığdıracaksınız?

Amacım harekâtı eleştirmek değil. Amacım bu harekâtın politik hedefini ve askerî stratejini anlamak, anlamaya çalışmak...

Askerî teknik açıdan da değerlendirecek olursak dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman tank birliği tek başına ve taktik hedefler için muharebeye sevk edilmemiştir. Edilmez de… Tankın gözü ve kulağı piyadedir… Piyade olmaksızın tank tek başına hiçbir şeydir. Piyade olmaksızın tank tek başına kördür, sağırdır… Piyade olmaksızın tank tek başına düşman tanksavar roketlerine karşı kolay bir hedeftir.  Eğer ÖSO’yu piyade gibi düşünüyorsanız yanılırsınız… Tank birliğinin kendi piyademizle bile uyum, ahenk ve işbirliği içinde çalışması için çok detaylı ve ciddi bir eğitim gerekirken bu işbirliğinin lisanı da askerî kültürü de farklı ÖSO tarafında yapılabileceğini düşünmek fazla iyimserlik olur. Sınırlarınızdan uzaklaşır, daha derinlere inerseniz ve düz ovada, Suriye çölünde orada keklik gibi kalırsanız bu durum daha vahim bir hal alır. Daha çok tank kaybeder, daha çok şehit verirsiniz. Bu mahzurdan farklı olarak ÖSO denen bu güruha ne kadar asker ve askerî bir güç olarak bakacaksınız? Bir ordunun teşkilinin, eğitiminin ve harbe hazırlığının bu kadar basit mi olduğunu düşünüyorsunuz? Bu güruh ile ortak bir savaşa girecek kadar mı aklınızı peynir ekmekle yediniz? İlk kurşun geldiğinde bu güruhun çil yavrusu gibi dağılacağını, kendi askerinizin cephede yalnız, yapayalnız bırakılacağını hiç mi hesaba katmıyorsunuz?

Zıhlı birlikler taktik değil, stratejik birliklerdir. Eğer stratejik hedefiniz Şam ise kullanırsınız zırhlı birliği. Zırhlı birliğin darbe ve baskın etkisinden, süratinden, menzilinden, ateş gücünden faydalanırsınız. Eğer taktik hedefiniz Cerablus ise bu taktik hedef için zırhlı birliği kullanmak büyük hatadır. Zayiat verirsiniz.

Ayrıca sınırlarınızdan uzaklaşır ve daha derinlere inerseniz, yani El Bab’a, Rakka’ya uzanırsanız en azından ikmal, lojistik, emniyet ve güvenlik amacıyla daha fazla en azından kolordu çapında bir kuvvete ihtiyaç duyarsınız.

Böyle bir durum ise Türkiye’nin kaynaklarını ve kuvvetlerini parçalaması, dağıtması anlamına gelir. Harp yönetiminde ‘’sıklet merkezi’’ diye bilinen bir prensip vardır. Bu prensip kesin sonuç yerinde ve zamanında üstün muharebe gücünün toplanması esasına dayanır.

Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşında çok cephede birden savaşmamak için önce Doğu Cephesini emniyete almış (Ruslarla yapılan anlaşmalar, Kars, Gümrü anlaşmaları), sonra Güney Cephesini emniyete almış (Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması) sonra mücadele için Batı cephesine dönmüştür.

Osmanlı da Birinci Dünya Savaşını ağırlıklı olarak bu prensibe uymadığı için kaybetmiştir. Osmanlının Birinci Dünya Savaşında sıklet merkezi Kafkasya ve Basra olması gerekirken bu cepheler ihmal edilerek Kanal Cephesinden (Mısır) Galiçya Cephesine, İran Cephesinden Makedonya Cephesine kadar dağıtılmıştır Osmanlı ordusu… Bu cephelerde fidan gibi gencecik Anadolu evladı Enver Paşa’nın hesapsız kitapsız hırsına heba edilmiştir…

Değişen nedir? İçeride PKK tehdidini çözememişsiniz… Yaklaşık 35 yıldan beridir PKK ile mücadele ediliyor. Bu amaçla devletin harcadığı her türlü kaynağın haddi hesabı yoktur. Bu sorunun kısa sürede çözüleceğine dair bir belirti de yoktur. Bir de üstüne İŞİD tehdidi oluşmuş… Yetmemiş bir de ne istedilerse vererek FETÖ tehdidi yaratmışsınız... Dışarıda Irak’ta Başika nedeniyle Irak Devleti ile neredeyse savaşacaksınız, Rusya ile uçak krizi tam anlamıyla çözülmemiş, AB ile köprüleri atmışsınız, ABD de Trump’un sözcülerinin hakkınızda ne dediklerine kulaklarınızı kapatıyorsunuz, İran ile aranız limoni, Mısır ile hala küssünüz… İçeride Dolar olmuş 3.5, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, turist gelmiyor, cari açığı kapatacak para yok, döviz yok, yatırımlar yok, yabancı sermaye gelmiyor, fetih söylemleri almış başını gitmiş… Ve ‘’sıklet merkezi’’ diye bilinen bir prensibi dikkate almaksızın Suriye’de El Bab’dan, Rakka’dan bahsediyorsunuz…

Bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Bütün Batılı akademisyenler 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan savaşlar dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl sürecek mezhep savaşlarına girmekte olduğunu yazmaktadır... Bütün Batılı gazeteler Ortadoğu'nun 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazmaktadırlar... Ki gelişmeler de bu görüşü doğrulamaktadır. 

Böylesine bir ortamda El Bab’a, Münbiç'e, Rakka’ya uzanacak ve asgari bir kolordu çapında güç gerektirecek uzun süreli bir harekât ise beraberinde maliyetinin yanında bir yığın belirsizlikleri de beraberinde getirecektir. Kendi ülkenizde Gabar'da, Cudi'de, Bestler - Dereler'de operasyon yapmıyorsunuz ki bahar gelmeden girip kış gelince çıkasınız... Haklı gerekçelerinizle girdiğiniz Kıbrıs'tan hâlâ çıkabildiniz mi? Daha derinlere indikçe, El Bab'a, Münbiç'e, Rakka'ya uzandıkça çıkış süreciniz de o kadar uzayacaktır. Harekât uzadıkça da sorunları geometrik bir dizi ile artacaktır... Önce bu harekâtta verdiğiniz şehitleriniz artacaktır... Harekât derinlere indikçe ülke içinde İŞİD kaynaklı terör azacaktır... Şehitler ve ülke içinde terör arttıkça kamuoyu desteği azalacaktır... Uluslararası siyasi baskı artacaktır... Maliyeti artacaktır... Bedeli artacaktır... Bu bedel ülkeyi bekâ sorununa kadar götürebilecektir... 

Bu noktada iki savaş düşünürünü tekrar hatırlamamızı gerekiyor: Ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’ Suriye’de uzun sürecek bu harekât içinde İŞİD, PYD derken yarın Suriye ve onları destekleyen ABD ve Rusya ile de mi savaşacaksınız? İçeride PKK tehdidini çözemeden Suriye’de dağılacak ve yayılacak bu uzun süreli bir savaşı nasıl yürüteceksiniz? Çinli düşünür Sun Tzu’yu tekrar hatırlayalım; ‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra da toplumu yozlaştırır.’’

Muhtemel Suriye savaşı 1974 Kıbrıs Harekâtına benzemeyecektir.  Savaş uzadığında birden karşımızda Rusya'yı, İran'ı, Irak'ı, bütün Arapları ve hatta Çin'i bile bulabiliriz. Arkamızda da kimse bulunmaz... Muhtemel bu savaş Türkiye'yi bölebilir, parçalayabilir, bin yıllık bir kinin ve nefretin tohumlarını ekebilir...

Bu noktada yine geriye gidip Almanya’nın Birinci Dünya Harbini kaybetmelerinden çıkan sonucu tekrar hatırlayalım: Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonuç felakettir. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmişti.

El Bab’a, Rakka’ya inerek muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirebilirsiniz, (taktik başarı), ancak düşmanının (İŞİD mi?, PYD mi? Suriye rejimi mi? Onları destekleyen ABD ve Rusya mı?) savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarınızı tüketmez misiniz? (stratejik başarısızlık)

Yine başa dönüp baştaki sorumu yenileyim: ‘’Fırat Kalkanı Operasyonu’nda ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ ‘’Bu politik hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir? Stratejik hedeflerini nedir? Taktik hedefleriniz nedir?’’

Hani diyordu ya Clausewitz: "Kuvvetlerini kötü kullanan ülkenin siyaseti iflasa sürüklenir." Yine derdi ya Clausewitz: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Girişte kısaca geçtiğim ''Tarih Bilinci'' konusunda bahsetmiştim ya Mehmet Âkif Ersoy'un dizelerinden: ‘'Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diye... Birinci Dünya Savaşında Almanlar kullanmıştı Osmanlıyı harbin tüm cephelerinde Osmanlı Ordusunu dağıtarak, Anadolu evladını savurarak, harcayarak... Değişen ne ki? Etrafınız bir bakın! İŞİD'e karşı savaşan bir tane bile Batı askeri görüyor musunuz? Ruslar bile Suriye'de sadece Hava Kuvvetlerini kullanıyor...

Devleti yönetenlere duyurulur… Benden söylemesi… Her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.

Son söz:

‘’Tanım’’ ve ‘’siyaset’’ sözcükleri arka arkaya gelince iki tanıma yer vermeden geçemedim: ''Siyaset'' ve ''Diplomasi'' sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır… 


Her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.

İsterseniz şimdi tekrar başa dönün ve Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun… İsterseniz daha da başa dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin... İsterseniz en sona gelin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın… Sonra da Suriye'de ne yaptığınıza bakın!

Ünlü Rus oyun yazarı, ozanı Anton Çehov; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” derdi… Suriye’ye gönderdiğiniz o silahlar orada mutlaka patlar, o askerler orada mutlaka çatışmaya girer…

Asıl adı Amos Klausner olan çağdaş İsrail edebiyatının önemli bir yazarlarından romancı, gazeteci, yazar ve barış yanlısı aktivist olan Amos Oz bir röportajında şöyle demişti:

“İki tür trajedi vardır. Shakespeare ya da Çehov tipi. Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Herkes hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur.’’

Suriye harekâtı ne yazık ki Türkiye için hem Shakespeare hem de Çehov trajedileri ile beraber sonuçlanacağını gösteriyor.

Sonunu düşünmeyen bir insan kahraman olabilir. Ancak sonunu düşünmeyen bir devlet felakete dûçâr olur...

Benden söylemesi…

Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım… Dost acı söyler!...

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Devleti yönetenlere duyurulur…

Sürçü lisan ettiysek de affola…

Osman AYDOĞAN




Yorumlar - Yorum Yaz