05 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü
05 Aralık 2020
5 Aralık 1934 yılında Ulu Önder Atatürk öncülüğünde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verildi. O tarihten bu yana 5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanıyor…
Bu anlamlı gün; kadın ile ilgili sorunların dile getirilmesi, bu konudaki farkındalığın yaratılması, çağdaş, demokratik, ileri bir toplum için kadınların güçlendirilmesi ve cesaretlendirilmesi, söz sahibi olmaları, eğitim, istihdam, sağlık, siyaset, hukuk vb. alanlarda eşit fırsat olanaklarından faydalanmaları açısından çok büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi
Kadınsız bir devrimin giyotine benzediğini düşünen Mustafa Kemal Atatürk devrimini kadın hakları ile taçlandırır… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle eğitim tek sistem altında toplanır ve kadınlarla erkeklere eğitimde eşit imkânlar sunulur. 1925 yılında Kıyafet Kanunu ve 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanun’u ile kadınların yasal statüsü değişir, hem aile içinde hem de bir birey olarak eşit haklar tanınır...
Kadınlara 20 Mart 1930 tarihinde belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verilir... Kadınlara verilen bu haktan sonra yapılan ilk seçimlerde Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde Sadiye Hanım belediye başkanı seçilerek Türkiye'nin İlk kadın belde belediye başkanı olur… Türkiye'nin ilk kadın il belediye başkanı ise çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra 3 Eylül 1950 tarihinde yapılan yerel seçimlerde Mersin Belediye Meclisine seçilen Müfide İlhan ilk kadın il belediye başkanı olur…
Kadınlar, milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına da 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliğiyle kavuşurlar. 8 Şubat 1935 yılında ilk kez meclis seçimlerine katılan Türk kadını 17 kadın milletvekili ile TBMM'ye girer… Ara seçimlerde ise bu sayı 18 olur… Böylece Türk kadınları, TBMM'deki tüm milletvekillerinin yüzde 4,5'ini oluşturur… O tarihlerden itibaren 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanır…
Avrupa'dan önce Türkiye’de kadının sahip olduğu seçme ve seçilme hakkı
5 Aralık 1934'de Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, o dönemde Avrupa'daki bazı gelişmiş ülkelerde bile kadınların bu hakkı bulunmaz… Seçme ve seçilme hakkına kadınlar; Fransa'da 1944, İtalya'da 1945, Yunanistan'da 1952, Belçika'da 1960 ve İsviçre'de 1971 yılında kavuşurlar… Bu şekilde Türk kadınları, Fransa, Hırvatistan, Slovenya ve İtalya'dan 11 yıl, Romanya'dan 12 yıl, Bulgaristan'dan 13 yıl, Belçika'dan 14 yıl, İsviçre'den 36 yıl, Yunanistan'dan 15 yıl önce seçme ve seçilme hakkına sahip olurlar…
Dünya Kadın Hakları Gününün tarihsel temeli
5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü’nün temelini ise Fransız kadın filozof, yazar, kadın hakları savunucusu, aktivist ve oyun yazarı Olympe de Gouges (1748 – 1793)'un 1791 yılındaki ‘’Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi'’’nden alır. Bildirgede kadınların hukuki, politik ve sosyal alanda erkeklerle eşit kılınması gereği anlatılır…
Fransız Devrimi’nde kadınlar sokağa dökülerek önemli rol oynarlar. Fakat devrimin şekillenmesiyle evrensel olduğu iddia edilen hakların belli bir cinsle sınırlanmış olduğu görülür…. Devrimden sonra kadınlar adeta görmezden gelinir, kadınlar insan ve yurttaş kategorisinde görülmezler.
Fransız devrimine olan inancını kaybeden Olympe de Gouges, 1791’de kadınlar için eşit politik hakları talep eden Cercle Social derneğine katılır. Olympe de Gouges’in bu derneğin bir toplantısında söylediği “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” sözü Olympe de Gouges’in ünlenmesini sağlar… Birkaç gün sonra Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesini yayınlanır…
Olympe de Gouges, aynı yıl Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne karşılık kendi Toplum Sözleşmesini kaleme alır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı evliliği savunur. Ona göre ‘’geleneksel evlilik güven ve sevginin mezarıdır. Bu nedenle, evli çiftlerin mülkü ortak olmalıdır.“
1789 Fransız Devrimi’nin öncü gücü Jakobenler iktidara geldikten hemen sonra monarşi yanlılarını sindirmek için yirmi bini aşkın insanı katlederler. Bu dönemi ‘’devrimle tiranlığın yer değiştirmesi’’ olarak tanımlayan Olympe de Gouges de payını alarak giyotine mahkûm edilir. Olympe de Gouges giyotine giderken şu sözleri dile getirir:
“…Titreyin, çağdaş tiranlar! Mezarımın derinliklerinden duyulacak sesim. Cesaretim, sizin daha barbar davranmanıza neden oluyor…”
Türklerde kadın ve toplumdaki yeri
Türklerde kadının sosyal hayattaki statüsü tarihte şimdikinden çok daha ileri idi… Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (İstanbul, 1930) isimli bir eseri var. Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde şunları yazar:
“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”
“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”
“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.”
“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”
Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğini vardı. Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvandı. Selçuklu İmparatorluğunda belediye başkanları kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi... Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi buradan gelir. Gevher Nesibe Hatun Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetmişti, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımı vardır. Gevher Nesibe Hatun döneminde Kayseri'de yaptırdığı han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) ve birçok eser vardır. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin ismi de buradan gelir.
Ayrıca İslamiyet’in Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çoktur. Bunlardan bazıları; Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür, İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun’dur.
Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Araplaşan Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanır. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlar, Osmanlı çöküşün nedenini anlar ve Osmanlı da kız çocuklarının eğitimine ve kadınlara önem vermeye başlar. Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlar ve 1858’de kız rüşdiyeleri açılır. 1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılır. 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak kızlar için en yüksek eğitim kurumu olur. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izler.1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılır.
Arap kültüründe kadın
Girişte bahsettiğim gibi Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statüsü farkı yoktur. Arap kültüründe kadının kendisi de yoktur, ‘’adı’’ da yoktur. Arap kültüründe kadın numaralanır, sıralanır. Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına veya fizyolojik görünümlerine göre verilir.
Doğum sırasına göre örnekler:
Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')
Tilte: Telat veya selaseden türemedir Türkçede üçüncü demektir. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.
Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir. Beşinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.
Sitte: Arapça altı demektir. Altıncı doğan kız çocuğuna verilir. Harran’da yaygın bir isimdir.
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur. Yedinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir.
Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanır. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini verirler.
Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.
Kezzibân: İslam aleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.
Türklerde, Anadolu’da ise kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir. Türk kadını Hanım ağadır, hanım efendidir, ‘’Hatun’’dur. Türk kadını ''Derya''dır, ''Deniz''dir; ''Engin''lere açılır. Türk kadını ''Nergiz''dir, ''Çiğdem''dir, ''Çiçek''tir, ''Gül''dür, ''Gülseren''dir; ''Doğa''ya ''Serpil''ir. Türk kadını ''Sevim''dir, ''Sevigen''dir, ''Sevgi''dir; ''Sevda''dalarda ''Sevi''lir... Türk kadını ''Sevinç''tir, ''Sevin''dir, ''Neşe''dir, insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürür... Türk kadını ''Canan''dır, ''Candan''dır, çevresine, sevdiklerine ''Can'' verir...
Kadın nedir?…
Yıllar önce üstat Çetin Altan’ın kaleme aldığı ‘’Kadın’’ isimli bir makalesi vardı… Daha önceki bir yazımda da bu makaleye yer vermiştim. Özet olarak şunları söylerdi üstat:
‘’Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir ‘eğitim’ sorunu değil, bir ‘anneler’ sorunudur. Çocukların 3-7 yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...
Evde ut, keman, piyano çalan, gazete okuyan bir annenin çocuğuyla; salt inek sağan, tarlada çalışan, pamuk toplayan bir annenin çocuğu; aynı ‘öğrenim’den geçseler bile, - genellikle - eşdeğer bir algılamanın ortaklığında buluşamazlar.
Çünkü ‘eğitim’ okullarda değil, evde anadilini öğrenirken 3-7 yaş arasında mayalanır. Okullar, evdeki mayalanmanın değişik fırınları gibidirler. O mayadan ekmek, francala, kurabiye, çörek, pasta vs. çıkarırlar... Salt okul yetmez, - genellikle - çocuklarda maya oluşturmaya...
Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen ‘sıra dışı biri olarak görünme’ tutkusuna dönüşür...
Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında ‘bilek bükme’ oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...
Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... ‘Erkek millet’ olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.
Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?
‘Erkek millet’ olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Pek benimsediğimiz, ‘biz erkek milletiz’ böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki... Erkekler zart zurtçu, kadınlar ‘bana ne başkalarından be’ci oldu...
Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı ‘adam sende’ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...
Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...’’
Böyle yazıyordu üstat yıllar önce…
Günümüzde Türk toplumunda kadının yeri
Değişen nedir?
Yine dışlanır kadın çalışma hayatından, sosyal hayattan…
Yine Kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…
''Kadın sokağa çıkmasın'', ''kadın gülmesin'', ''kadın konuşmasın'' vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…
Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum yüzündeki hüzün neşidelerinin çığlıkları arş-ı alaya yükselen insanlar topluluğu haline getirilir…
Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…
Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…
Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek, din kisvesi ve sıfatı altında kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…
Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar… Hem de bu konuda önlem alabilecek en yetkili kişi, kurum, bakan ve kadın oldukları halde...
Kadın sosyal hayatın içinde olmaz ise…
Kadınlardaki bu eğitimsizliğin, kadınları çalışma hayatından, sosyal hayattan bu dışlamanın, eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir neslin sonucu ne olur biliyor musunuz?
Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda:
Bir lokma ekmek peşinde koşan gencecik insanları denetimsizlikten, ihmalden maden ocaklarında diri diri gömülür….
Devletin her kademesine ve askeriyenin en zirvelerine yerleşir FETÖ’cüler, darbe yapma kalkarlar, memleketin günahsız 300’e yakın insanı çiğnenir tank paletleri altında…
Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda…
Yine hesapsızlıktan, kitapsızlıktan bir mezhep uğruna gencecik askerlerini kırdırırlar Suriye’nin çöllerinde…
Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…
Yine denetçilerin denetimsizliğinden, ilgililerin ilgisizliğinden 17 küçücük kız çocuğunu beton blokların altına gömerler diri diri… (1 Ağustos 2008, Konya Balcılar Beldesi'nde Süleyman Hilmi Tunahan cemaatine ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu’nda gaz sıkışması nedeniyle yaşanan patlama ve çöken bina..)
Yine cemaatten diye denetimsizlikten, yine ilgisizlikten, yine ihmalden 11 kız çocuğunu yakarlar diri diri… (29 Kasım 2016, Adana Aladağ ilçesi)
İsterseniz başa dönün bir daha okuyun üstat Çetin Altan’ın yazısını…
Ve ben devam edeyim üstadın bıraktığı yerden:
Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz… Bir mezhep uğruna Suriye’nin çöllerinde gencecik insanlarınızı harcarsınız…
Sonra da gözyaşları dökersiniz müstakbel annelerini toplumdan dışlayan, eğitmeyen, kadına hak ettiği hakkını vermeyen her toplum gibi…
Sonuç
Kadın hakları, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına verilen bir isimdir. Ancak kadın hakları sadece kadınlara verilen bir ayrıcalık değildir. Kadın hakları; toplumun istikbalini, geleceğini kurtarmaktır, kadın hakları; çağdaş dünya ile rekabet edebilmektir, bu vahşi dünyada ayakta kalabilmektir, onurlu ve gururlu yaşamaktır.
Halil Cibran haykırırcasına der dururdu zaten: ‘’Toplum hayatının gelişmesinde eğitimli bir kadın bin erkekten daha etkilidir’’ diye… Ziya Gökalp de Malta'da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda işte tam da Cibran’ın söylediği nedenle eşinden kızının okutulmasını ısrarla talep eder. Çünkü kadınını eğitmeyen, kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku, kısaca kadına hakkını vermeyen toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, yozlaşmaya, ilkelleşmeye mahkûmdur…
Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamak demektir... Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek kadını ''Hatun'' olarak eski Türklerde olduğu gibi ''Hakan'' seviyesinde sosyal ve siyasi hayatta eşit kılmak demektir.
Mustafa Kemal Atatürk işte tam da bu nedenle Cumhuriyetin İlanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle der: "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz İlgisizlikten İleri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı İşlemezse, o sosyal toplum felçlidir."
Yaşayarak görüyoruz işte…
Ey Türk kadını! Mustafa Kemal Atatürk sana şöyle hitap ederdi:
'’Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.''
Unutma!
Osman AYDOĞAN