Sihirbazın Çırağı
18 Haziran 2018
“Der Zauberlehrling”, Türkçe adıyla “Sihirbazın Çırağı”, Alman edebiyatının şüphesiz en büyük isimlerinden Goethe tarafından 1797’de yazılan ve sanat ve edebiyat dünyasını derinden etkileyen bir şiirdir. Şiir daha sonra balad haline getirilir. (Balad, şiirin müziğe uyarlanmış hali)
Goethe’nin ''Zauberlehrling'' isimli şiirinde çok özet olarak şu konu işlenir: Sihirbazın çırağı ustasının olmadığı bir zaman ustasının yerine geçmeye kalkar, büyüyü basit bir şey sanır, bütün hayaletleri çağırır, ancak bunlarla baş edemez.
Sonra ustasından medet umar. Sihirbazın çırağı sonunda şöyle haykırır;
‘’Die ich rief die Geister, werd’ ich nun nicht los’’
(Çağırdığım hayaletlerden şimdi kurtulamıyorum.)
İşte bu şiir şimdiye kadar ABD yapımlı dört filme kaynak teşkil eder…
Bunlardan ilki 1940 yapımı efsane Walt Disney klasiği “Fantasia” filmidir
Bu film; çok bölümlü ve çok renklidir. Filmin müziği olarak J. S. Bach, Stravinski, Paul Dukas, Çaykovski, Beethoven, Mussorgski ve Schubert gibi klasik müzik dehalarının eşsiz eserlerin eşliğinde, harika çizimlere ve büyülü bir atmosfere sahip olan görüntülere sahiptir. Filmde; şarap tanrısı Dionysos, çobanların tanrısı Pan, yarı insan ve yarı bedenli düşsel varlıklar olan Centaurlar, sayısız çokluktaki dişi tanrısal varlıklar olan Nympheler, doğurganlık tanrısı Eros ve daha birçok Yunan mitolojik yaratığı çizgilerle canlandırılır ve Mickey Mouse tanıtılarak sihrin ve masal diyarının içine doğru bir yolculuk yapılır. Çizgi filmle klasik müziğin harmanlandığı bir filmdir. Bu film animasyon film tarihinin başyapıtı sayılır.
İkinci film bu filmden 60 yıl sonra Disney’in kuzeni Roy Disney tarafından yeniden çekilen ‘’Fantasia 2000’’dir
Bu film; her bölümü değişik bir yönetmen tarafından hazırlanan sekiz kısa filmden oluşur ve Beethoven’ın Beşinci Senfonisi üzerine uyarlanan aydınlık-karanlık savaşı ile başlar. Bölümler boyunca pek çok farklı kahramanlar bulunur. Filmde Mickey Mouse ve Donald Duck da vardır. Her bölümün başında ünlü oyuncuların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılar...
Üçüncü film ise 2010 senesinde Nicholas Cage’in başrolde oynadığı ‘’Sorcerer’s Apprentice’’ (Sihirbazın Çırağı) filmidir
Masalsı senaryosu, zengin görsel efektleri, esprili diyalogları ile hemen hemen her sahnesi eğlenceli bu filmde Dave başına gelecek olaylardan habersiz, kendi halinde bir üniversite öğrencisidir. Hayatındaki tek sorunu dersleri ve âşık olduğu kız Becky’dir. Ancak hayatına daha sonra dâhil olacak olan Balthazar Blake (Nicholas Cage) sihirbaz Merlin’in öğrencilerindendir ve sihirbazlığı öğretebileceği birisini aramaktadır. Balthazar Blake’nin kötü büyücü Maxim Horvath’a karşı artık tek silahı olan Dave, sihirbazlığı öğrenerek hem şehrini hem de aşkını korumak zorundadır.
Dördüncü ve esas film ise 2002 yılında hayali bir ülkede sahnelenen ve halen devam eden ‘’Ilımlı İslam’’ adındaki ABD Hollywood yapımı bir filmdir
Bu hayali ülkede sanal dizilerle gerçek hayatın çoğu zaman karıştırıldığı bir vakıadır. Bu dördüncü filmde anlatılanların da sanal bir senaryodan oluşan bu filmin bir anlatımı olduğu ve gerçekle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, gerçek bir ülke, gerçek bir kişi ve gerçek olaylarla bir ilişkisinin olmadığını daha baştan beyan etmek isterim. Söylediğim gibi bu dördüncü film bir senaryodur ve gerçeklerle hiçbir ilgisi, alakası ve bağlantısı yoktur.
Bu filmde de öncekiler gibi bölüm bölümdür. ‘’Fantasia 2000’’ filminde de olduğu gibi aydınlık – karanlık savaşı ile başlamakta, her bölümün başında ünlü oyuncuların, kimi liboşların, kimi döneklerin, kimi ‘’Taraf’’ların ve yazarların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılar…
Birinci film olan “Fantasia” içerisinde yer alan Yunan mitolojik varlıklar yerine bu filmde onlardan daha etkin olan gerçek kişiler yer alarak sihrin ve masal diyarının içine doğru bir yolculuk yapılır…
Birinci filmde yer alan klasik müzik yerine bu filmde ilahiler eşliğinde; özelleştirme adı altında devletin yağması, ileri demokrasi adı altında otoriter ve antidemokratik bir rejim ve melez bir demokrasi, bağımsızlık yerine ABD’ye mutlak itaat ve BOP’a eşbaşkanlık, ulusal değerlerden vazgeçme, ülkenin kuruluş felsefesini yok etme, üretim yerine tüketim, bilim yerine hurafe ve sosyal adalet yerine sadaka dağıtan devlet sergilenir. Film içerisinde ülkede yabancılara satılmamış bir milli varlık bırakılmaz…
Daha önceki filmlerde yer alan büyülü sahnelerin yerini bu filmde AVM’ler, lüks tüketim, duble yollar, yüksek binalar ve ülkede hiç olmadığı kadar; TV’lerde renkli diziler, eğlenceler, futbol ve bol miktarda magazin sergilenir… Filmde ülke insanları renkli dizilerin sanal gündemine tamamen bağlı, gerçek gündemden uzak yaşayıp giderler.
Filmde özellikle ‘’Balyoz’’ bölümü görülmeye değer bir sihir bölümüdür. Bu bölümde muhteşem bir kumpasla ülkenin ordusunun güzide subayları ve generallerinin büyükçe bir bölümü uyduruk bir CD ile esir edilir, göreve devam edenlerin ise sesi kısılır…
Filmin ‘’Ergenekon’’ bölümünde ise olmayan bir terör örgütüyle ülkedeki aydın gazeteci, asker, bilim adamı, yazar ne varsa hepsi uyduruk belgelerle, sehven yüklemelerle, terör örgütü artığı gizli tanıklarla hapse atılır ki böyle bir sihri ne David Copperfield ne de Harry Houdini başarabilirdi.
Film içerisinde bu muhteşem kumpasların sonucu olarak eski bir genelkurmay başkanı terör örgütü yöneticiliği ile suçlanarak zindana atılır, gerçek bir terör örgütü liderine ‘’sayın’’, şehitlere ise ‘’kelle’’ diye hitap edilir…
Film içerisinde ülkenin entelijensiyası da yok edilir, ülkenin hukuku siyasi iktidara bağlanır, üniversitelerin öğretim üyesi devlet memurluğuna dönüştürülür, felsefecisi, edebiyatçısı, sosyoloğu, sanatçısı susturulur. Filmde yargı ve üniversiteler siyasallaşır, basın bağımsızlığını kaybetmekle kalmayıp yandaş, liboş, misyon ve beyefendi gazeteciliğine dönüşüp, daha talimat almadan ‘’emredersiniz efendim’’ci hale getirilir. Filmdeki büyücü çırağının savcısı olduğu mahkemelerde ise iddia makamı ile hüküm makamı iç içe geçer…
Filmin akışı içerisine ülkedeki ulus devlet, üniter yapı, çağdaş kazanımlar tasfiye edilerek ülke feodal, federal ve ümmetçi bir yapıya doğru götürülür…
Filmde Yahudi aleyhtarlığı ile İsrail dostluğu harmanlanır. Bir yandan Araplara yanaşıp Hamas dostluğundan, El Nusra desteğine, Yasin El Kadı dostluğuna yelken açılırken diğer taraftan ise 21’inci yüzyılda İslam Dünyası’na yapılan Haçlı Seferleri’ne ise en büyük destek verilir. Matrix filminde olduğu gibi bütün bu dört filme de Masonik karakterlere yer verilir. Filmde dost olması gereken ülkelere düşmanlık, düşman olması gereke ülke ve gruplara da dostluk sergilenir…
Filmde bir anayasa değişikliği oylaması yapılır. Ve bu oylamada dünyadaki tüm sihirbazlara taş çıkartırcasına mezardaki ölülere bile oy kullandırırlar…
Büyücü çırağı filmin başında sıfır sorun diye başladığı komşuluk ilişkilerinde öylesine bir sığlığa düşer ki filmin sonuna doğru tüm komşularla kavgalı hale gelir.
Ustasının gazına gelerek komşu ülkeden dört milyonun üzerinde sığınmacı çağırır, ülkenin her yanını kimi dilenci, kimi kaçak işçi, kimi kuma bu sığınmacılar doldurur, sığınmacılarla baş edemeyince ustasını çağırsa da ustası onu yüzüstü bırakır.
Filmin en önemli karakteristik özelliği hiçbir filmde olmadığı kadar bu filmde ‘’din’’ unsurunun kullanılmasıdır. Bu filmde ‘’din’’ o kadar çok kullanılır ki film içinde sahnelenen sahtekârlıklar, kumpaslar, iftiralar, yalanlar, rüşvetler, yolsuzluklar ve hukuksuzluklar sanki dinin farzı imiş gibi algılanır hâle getirilir. Yine bu filmde dinin bir unsuru olarak her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan camiler yapılır, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camiler ise beton yığınları içine gömülerek siluetleri bozulur…
Yine bu filmde hiç olmadığı kadar milletin anası ile uğraşılır. Gerçekte milletin anası ağlarken, kimi yerde millete ‘’anasını alıp gitmesi’’ söylenir, kimi yerde ‘’şeyimi şey ettiğimin şeyi’’ denir, kimi yerde ise milletin anası bellenir, kimi yerde millete ‘’gavat’’ denir… Milletin anası ile uğraşanlara ise film içerisinde methiyeler düzülür ve onların ‘’g….nün kılı’’ olma arzusu dile getirilir… Filmde daha önce hiç olmadığı kadar kadın cinsi aşağılanır, kadın cinayetleri ve cinsel saldırı ve tecavüz vakaları tarihte görülmemiş bir artışla rekorlar kırar… Bu yönleriyle de filmin ‘’argo’’ ve ‘’müstehcenlik’’ Oscar’ına da aday gösterilmesi beklenir.
Filmin bir ‘’Park’’ bölümü vardır ki, bu bölümde ülkenin gençleri katledilir, hedef gözetilerek atılan fişeklerle gencecik insanların gözleri çıkarılır, ülke insanının en doğal protesto hakkına karşı hukuksuz ve orantısız güç kullanılır, başörtüsüz bacılar bizzat kamera önlerinde güvenlik güçlerince saçlarından tutularak yerlerde sürülür, ancak bunları yapanlar cinayetle ve darpla suçlanacağına büyücü çırağı tarafından ‘’destan yazmakla’’ övülürler…
Bu bölümde; ilk film olan ‘’Fantasia’’ filminde yer alan klasik müzik dehalarının eşsiz eserlerin eşliğinde, harika çizimlere ve büyülü bir atmosfere sahip olan görüntülerin yerine TOMA sesleri eşliğinde tazyikli su gösterileri yapılır, rengârenk biber gazları bütün bir parkı ve şehrin bir bölümünü kaplar. Bu bölümün başkarakterlerini hukuksuz bir gaz saldırısını yiğitçe umursamayan ‘’kırmızı elbiseli bir kadın’’ ve zırhın arkasına gizlenen zorbanın bir tazyikli suyuna yiğitçe göğüs geren ‘’siyah elbiseli bir kadın’’ ile ‘’camide içki içildiği’’ ve ‘’masum çocuklu başörtülü bir kadına saldırıldığı’’ kuyruklu yalanı canlandırılır. Bu yalanlar öyle usturuplu bir şekilde yapılır ki sanal dünyadaki ‘’Yalancılar Krallığı’’ oyununu bile değersiz hâle getirir…
Filmde daha önceki filmlere taş çıkartırcasına bir sihir bölümü vardır ki, bu bölüm muhtemel olarak yönetmenliğini Neil Burger’in yaptığı, 2006 yılı ABD-Çek Cumhuriyeti ortak yapımı ‘’Sihirbaz’’ (The Illusionist) filmine taş çıkartır. Bu bölümde rüşvet ve yolsuzluktan elde edilen ayakkabı kutularında milyon dolarlara, elbise kutuları içerisinde deste deste milyon TL’lere, minibüslerle taşınan valizler dolusu paralara, nazır mahdumları evlerindeki para kasalarına, para sayma makinalarına, ‘’kendi param, üç beş kuruş, o da bana kalan bir trilyon lira’’lara, yedi yüz bin TL’lik saatlere, rüşvet umrelerine, TV kanallarına talimatlara, anketlere müdahalelere, havuzlara, fıskiyelere, tapelere, kayıtlara, salmalara, ihalelere, müteahhitlere, mahdumlara, kısaca tüm rüşvet, yolsuzluk, hayâsızlık ve ahlâksızlıklara karşı öyle bir olağanüstü devlet gücüyle sansür, karartma, kapatma, örtme, gizleme, tehdit, şantaj operasyonları öyle bir propagandayla yapılır ki böyle bir propagandayı Dr. Paul Joseph Goebbels bile başaramazdı.
Filmde bir İranlı bücür vardır ki bu bücürün onca alavere dalaveresine rağmen büyücünün çırağı onu hayırsever bir vatandaş olarak tanıtır…
Yine filmde bir seçim sahnesi vardır ki bu sahneyi hiçbir siyaset bilimci çözmüş değildir. Filmde ülkede seçim yapılır ancak sonucu hâkim irade tarafından beğenilmez. Ülke tekrar seçime götürülür. Ancak iki seçim arasında terör ve katliamlar zirveye çıkar ve sonuçta yenilenen seçimde ilk seçimde kaybeden parti yeniden seçimi kazanır.
Filmin sonlarına doğru ülkede Patagonya ordusunun dahi yapamayacağı bir acemilikte Balyoz ve Ergenekon kumpasları sonucu harcadıkları askerlerin, generallerin yerine yerleştirdikleri Haşhaşici askerler tarafından ''Allah'ın lütfu'' bir ‘’darbe’’ senaryosu sahnelenir… Güpegündüz köprüler kesilir, bir köyün karakolu basılır, darbeyi sözde askerler yapar ama yine üst rütbeli askerler, generaller, hatta genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları tutuklanır, derdest edilir. Güya darbe siyasilere karşı yapılmıştır ama hiçbir siyasetçi tutuklanmaz… Sözde darbe bütün TV kanallarında canlı canlı yayınlanır. Sözde darbeden sonra askerinden polisine, öğretmeninden esnafına yüz binlerce kişi tutuklanır, ancak bir tek siyasilere dokunulmaz… ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurulur, bu komisyon tarafından sözde darbeye kalkışan hiçbir general, hiçbir siyasetçi sorguya çekilmez…
Sözde darbe yargılamaları sonucu sözde darbeye kalkışan askerî rüştiye öğrencileri, erbaş ve erler bol kepçe ağırlaştırılmış müebbet hapsi ile cezalandırılırlar. Ancak teee Amerikalılara kadar gidip de teröristlerin lideri Başhaşhaşicinin salya sümük elini ayağını öpenlere, onunla boy boy fotoğraf çektirenlere, Ankara’yı Haşhacilere parsel parsel peşkeş çekenlere, Haşhaşi ne istediyse verenlere, siyasilere, ağalara hiç mi hiç dokunulmaz… Bir bankada üç beş kuruşluk hesabı olanlar yargılanır, cezalandırılır, işlerinden atılır ancak bu bankadan milyon dolarlarla iş yapanlar, bu bankayı açanlar, bu bankanın faaliyetine göz yumanlara göz yumulur…
Yine filmin sonlarına doğru her seçim öncesi AB ülkeleri ile ‘’Eyyyy!!’’ diye başlayan bir kayıkçı kavgası sahnelenir ki bu kavga yanında Osmanlının eli tespihli, ceketi omuzunda, topuklu ayakkabılı mahalle kabadayıları halt etmiştir.
Bu filmin bir bölümünde ülkenin rejimini değiştirerek ‘’milli egemenliği’’ milletten alıp bir tek adamın emrine verecek olan bir taslak allanıp, pullanıp süslenerek ‘’anayasa değişikliği’’ aldatmacasıyla halkoyuna sunulur. Ve bu teklifin kabul edilmesi için devlet tüm güç ve organları ile halkın üzerine abanır. Ancak halk oylamasının bitimine yakın saatlerde seçim kurulu bir okus fokusla mühürsüz oyları öyle bir devreye sokar ki böyle bir okus fokusu ne David Copperfield ne de Harry Houdini başarabilirdi. Bu okus fokus karşısında muhtemel ki David Copperfield ve Harry Houdini mezarlarında ters dönmüşlerdir. Sonuçta oylama daha resmileşmeden de atı alan Üsküdar’ı geçer...
Bu filmin final bölümüne doğru ülkenin rejimini değiştirerek ‘’milli egemenliği’’ milletten alıp bir tek adamın emrine verecek bir seçime gidilir. Ve bu seçimde aday olmasın diye eski bir cumhurbaşkanının evine helikopterle görevdeki bir genelkurmay başkanı gönderilir, tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı devletin her türlü imkânlarını kullanarak partisi lehine propaganda yapar, bir başka cumhurbaşkanı adayı hapiste tutulur, partili içişleri, adalet ve ulaştırma bakanları seçime rağmen görevde kalırlar. OHAL şartlarında, KHK’lerle, taşıma sandıklarla ve mühürsüz oylarla ve şaibeli bir seçim kurulu ile yapılan bu seçimde ülkenin saf vatandaşları ise adil bir seçim yapıldığını zannederler.
Filmin sonlarına doğru yapılacak olan bir basit muhtar ve şehir eminleri seçiminde bile ülke eşekten düşmüş acem karpuzu gibi bölünme noktasına getirilir. Bu seçimde muhalif partiler ve seçmenleri illetle, zilletle, adilikle, hainlikle, terörle, Haşhaşilikle, ineklikle suçlanır.
Bütün filmin akışı süresinde ülkede bilimin yerini taassup, eğitimin yerini cehalet, sanatın yerini ucubeler, üretimin yerini lüks tüketim alır, cari açık ve dış borç ülke tarihinin rekorunu kırar, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet kanıksanır…
Filmin sonuna doğru ülke; eblehliğin ve paçozluğun girdabına sürüklenerek; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirilir...
Stefan Zweig ''Dünün Dünyası'' (İletişim Yayıncılık, 2019) isimli kitabında şöyle yazmıştı; ''Çoktan unutulup gömüldü sanılanın, eski biçimi ve görüntüsüyle yine karşımıza çıkması kadar ürkütücü bir şey yoktur hayatta.'' Stefan Zweig’ın kitabında olduğu gibi bu filmde de çoktan unutulup gömüldü sanılan; terör, mezhepçilik, cehalet, taassup, modern feodalizm, rüşvet, yalan, riya, iftira, kumpas, yolsuzluk, yalakalık, niteliksizlik, Ortadoğu’ya bulaşmak, Suriye çıkmazı gibi problemlerin eski biçimi ve görüntüsüyle ülkenin karşısına çıkması diğer filmlerden farklı olarak aydınlık ruhlarda ve düşünen beyinlerde bir kâbus yaşatır ve bir büyük korku ve ürküntü yaratır.
Bu filmde büyücüyü ABD, çırağını ise onun eşbaşkanı canlandırır.
Bu filmde büyücü çırağı, filmin başında Cemaat’i, pardon Çete’yi, Paralel Yapı’yı, Başhaşhaşiyi, pardon âlim müsveddesini, yalancı peygamberi Haşhaşileri ve ahtapotun kollarını çağırır, onlarla ortaklık kurarak, bütün faaliyetlerini onların işbirliği ile yapar ve bu işbirliği içerisinde onlara ne isterlerse verir…
Büyücü çırağı şimdi de çağırdığı bu hayaletlerden kurtulamaz. Öyle ki bu ahtapotun kollarını, bu Haşhaşilerin binlercesini her gün tutuklar, hapse atar, oradan oraya tayin eder, sürgüne gönderir ve değiştirirse de yine de onlardan kurtulamaz… Büyük umutlarla daldığı Suriye batağından çıkamaz ve ülkeyi içine düşürdüğü ekonomik kriz ise canını sıkar…
Bu nedenle son zamanlarda bu çırak sürekli gergin bir vaziyette yılları, yerleri, mekânları ve kişileri karıştırır ve Goethe’nin büyücü çırağı gibi şöyle bağırır:
‘’Die ich rief die Geister, werd’ ich nun nicht los’’
(Çağırdığım hayaletlerden şimdi kurtulamıyorum.)
Ancak bu çağrı karşısında ustası koşa koşa imdada gelmediği gibi uzaktan uzaktan çırağına ters ters bakar ve ters ters ‘’twitt’’ler atar…
Filmin ülkede çekimine halen devam edilir. Bu film illüzyon film tarihinin başyapıtı sayılmaya şimdiden aday gösterilir…
Ancak görünen odur ki; filmde figüran olarak rol alan ve filmin başından beri her şeyden bi haber horul horul uyuyan halkın uyanırsa Hollywood yapımı birçok dalda Oscar’lık bu filme yazık olacağı, yok uyanamazlarsa da ülkeye yazık olacağıdır…
Başta da ifade ettiğim gibi bu anlattıklarım Hollywood yapımı, gerçeklerle uzaktan yakından hiçbir ilişkisinin olmadığı bir film senaryosudur ve gerçek bir ülke, gerçek kişiler ve gerçek olaylarla, gerçek kurum ve kuruluşlarla hiç mi hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN