Abdurrahim Karakoç ve Mihriban
07 Haziran 2017
Bugün ‘’Mihriban’’ın yazarı Abdürrahim Karakoç’un vefat yıldönümü… Abdurrahim Karakoç beş yıl önce bugün 07 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da vefat etmişti… Allah rahmet eylesin…
Abdürrahim Karakoç’un ölümsüz eseri ''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...
Bugün Abdürrahim Karakoç’u anmak için hem kendisini anlatacağım hem de onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatacağım… Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Anlatacağım ama önce bir sitem!...
Bir sitem!...
Daha yenilerde Vedat Türkali’yi anlattım diye bana sataşanlar oldu…
Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.
Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…
Nazım’ın söylediği gibi; ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.’’ Bu memleket, bu şairler bizim… Bu kader bizim, bu cennet, bu cehennem bizim… Biz sahip çıkmazsak bilin ki pusuda bekleyen akbabalar gelip elimizden alacaklar…
Görüyorsunuz, bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar… Yerleri doldurulmadan... Bizler de yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu söyleye söyleye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengârenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan...
Bu gidişle, rengârenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; gittikçe susuz, gittikçe verimsiz, artan bir şekilde çorak ve kurak bir çöle dönüştüğünü anlamadan...
Bu gidişle, ‘’bir gün tek başına’’; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aşksız, sevgisiz, sevdasız, duygusuz, sonuçta kelimesiz kalacağımızı anlamadan…
Bu gidişle, dipsiz kuyuların kör karanlıklarda; susuz, gıdasız, fersiz, nefessiz, havasız kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…
Bu gidişin sonunu Nietzsche şöyle hatırlatırdı:
‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’
Ellerin yurdunda çiçek açarken
Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:
Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un o eşsiz dizeleri olan ''Mihriban''ı Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, söylemiş olması, meşhur etmiş olması… ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ türküsünü de Selda Bağcan’ın söylemiş olması, meşhur etmiş olması…
İkincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı iki özel şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın içerisinde veriyorum.
Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu ve Selda Bağcan… Ne güzel bir kompozisyon değil mi?
Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız, severiz, onları anlarız.
Aksi halde Abdurrahim Karakoç'un ‘’Kara Haber’’ isimli şiirinde söylediği gibi ellerin yurdunda çiçek açarken bizim illere kar gelecektir… Eller yurdunda güler oynarken, düğün yaparken, bu coğrafya bize dar gelecektir...
‘’Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!’’
Ülkenin manzara-i umumiyesi ortada.... Daha ne diyem, nasıl diyem ben? Dün bu sayfalarda büyük yazar ve şairimiz Vedat Türkali’yi andım diye bana laf çakanlar utansın…
Bu konudaki umudumu Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım:
''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''
Abdurrahim Karakoç
Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş Elbistan’da doğar. Dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sarar… İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yakar… 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlar…
Şiirleri mücadele şiirleridir… Bunun nedeni de yaşadığı şartlardan kaynaklanır… 27 Mayıs hiciv şiirlerine kaynaklık eder… Bu nedenle de otuz kez mahkeme kapılarını aşındırır… Ancak bütün suçlamalardan beraat eder… Bu davalarda hiç avukat tutmaz, hep kendi kendini savunur… Hiçbir iktidarla barışık olmadan yaşar…
Hiçbir sorun karşısında susmaz… Susmadığını, susmayacağını ‘’Yemin’’ isimli şiirinde anlatır. Maraş Elbistan’lıdır ya… Bu şiirinin bir kıtası şöyledir:
‘’Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan
Bana zindan olur Maraş, Elbistan
Dedem Korkut, İbn-i Sina, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin!’’
Dostluğa çok değer ve çok önem verirdi… Bir şiir kitabının adı da ‘’Dosta Doğru’’ idi… ‘’Dosta doğru’’ şiirinde söylerdi;
‘’Ne saklarım, ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru’’
1985 yılında gazetecilik yapmaya başlar… Büyük Birlik Partisi'nin kuruluşunda yer alarak siyasete atılır… Sonra siyasetten ayrılır… Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle ifade eder: "Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım".
7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum’dadır… Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.
Abdurrahim Karakoç ile Âşık Mahzuni Şerif’in pek bilinmeyen bir derin dostlukları vardır...
Abdurrahim Karakoç ile Âşık Mahzuni Şerif'in dostlukları
Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur:
"Sevgili Karakoç, Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."
Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:
''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..
Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.
Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a
Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''
‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:
Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?.. Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.
Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.
Bakalım ne cevap gelecekti?
İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:
“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.
Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:
Karakoç Baba'ya
''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?
Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?
Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?
Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''
Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.
Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.
Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: “Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.
Hazır buraya kadar gelmişken Mahzuni Şerif’in mektubunda geçen Abdürrahim Karakoç’un ‘’İsyanlı Sükut’’ şiirini de vermek istiyorum…
İsyanlı Sükut
Gitmişti makama arz-ı hâl için
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasın, sigara sardı
Daldı.. neden sonra garsonu gördü
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi, masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evime döktüler ateş
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
'Oyyy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Abdurrahim Karakoç, ''Vur Emri'' (Alperen Yayınları, 2000)
Ancak şimdi sıra geldi Abdurrrahim Karakoç’un o muazzam şiiri Mihriban’a…
Mihriban
''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...
Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…
Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne", "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.
Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!
Mihriban’ın hikâyesi
Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar...
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Her iki şiiride yazımın sonunda veriyorum...
Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.”
“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.''
Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "
Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.
Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmeyenler Mihriban…
Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz:
Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundandır:
Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=_I_wMKp8_zY
Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=C9pBAUFFYNA
Selda Bağcan’ın yorumuyla ‘’Unutursun Mihriban’ım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=Hkb5uPtpR1w
Mihriban
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban
Unutursun Mihriban’ım
‘’Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.