Asıl en büyük trajedi
Yahya Kemal Beyatlı, ölümü ‘’meçhule giden bir gemi’’ olarak tanımladığı şiirine şöyle başlamıştı;
‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’
Yahya Kemal’e göre ölüm ‘’zaman’’dan demir almak, ayrılmakmış…
Şiirini şöyle bitirirdi Yahya Kemal;
‘’Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden’’
Birçok gidenin her biri memnunmuş ki yerinden, bu seferlerinden hiç ama hiç dönen olmamışmış…
Halil Cibran derdi ki; ‘’hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibidir. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar.’’
Cibran’a göre ise hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibilermiş. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar gidermiş…
Ölüm deyince aklıma Hegel gelir; Georg Wilhelm Friedrich Hegel… Hegel’e göre dünya demek mantık demekti… Hegel’e göre; insanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin de sınırlarını çözmüş olacaklardı… Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.
Hallac-ı Mansur da ölüm için şöyle söylemişti;
‘‘Hayatım ölümdedir benim
Ölümüm de hayatımda’’
Mansur’a göre hayatımız ölümümüzmüş…
Mevlânâ’ya göre ise; ‘’doğum, hayatın bitmeye başladığı an, aradaki bölüm ise ölümden çalınan zamandır.’’ Mevlânâ’ya göre doğum, hayatın bitmeye başladığı anmış…
Mevlânâ gibi bir benzer sözü de Alman filozof Arthur Schopenhauer söylemişti; ‘’Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.’’
Schopenhauer’e göre de kaçış yok, zafer ölümünmüş, kedinin fare ile oynadığı gibi ölüm de hayatla oynarmış…
Fransız şair Alphonse de Lamartine bir şiirindeki dizelerinde şöyle yazmıştı;
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin yazdığı gibi; zaman adlı denizde liman yokmuş biz insanlar için, sahil de yokmuş zaman için, zaman geçer, bizler de göçermişiz, tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın ölümü ‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan’’ diye tanımladığı gibi…
Veysel derdi ya hani;
‘’İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’’
Bu sıcak günlerimizde Veysel’in söylediği gibi ‘’zaman’’dan göçerken gidiyormuşuz gündüz gece… Zamanın akışı anaforluymuş... Bu anafor hayat süresini kısaltırmış. Süre de kısaymış... Hiçbir şey bâki değilmiş.... Ölüm, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulurmuş....
Bernard Shaw’ın söylediği gibi asıl İnsan, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı ölürmüş... Derdi zaten Halil Cibran; ‘’arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.’’
Kimindi bu söz anımsamıyorum; hayat herkes için başlar ve bitermiş. Aradaki boşluğu her insan kendi çapına, tıynetine göre doldururmuş.
Yüce Tanrı, hadîs-i kudsî’de de; “gizli hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım” diye buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşırmış; insanların Hakk’tan gelip yine Hakk’a dönüşleri anlamındaymış…
İbn Arabî, Seyyid Nesîmî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî kendilerinin çoğunu ölüme götüren "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözünü bu anlamda söylemişlermiş; insanlar Tanrı'dan gelip yine Tanrı’ya dönerlermiş… Schopenhauer de söylemişti zaten; ‘’ölümden sonra, doğduğundan önce neysen, o olacaksın.’’
Jostein Gaarden de ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabında uzun uzun anlatmıştı bu görüşü desteklercesine; ‘’bizler yıldız tozuyuz.’’ Fransız filozof Michel Foucault ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında ‘’bakanın bakılan olduğu’’ yazardı. Günümüzde de Kuantum teorisi ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahsetmektedir.
Bütün bu bilgeler şunu iddia ederlermiş; ‘’evrendeki her şey organik bir bütündür…’’ Zaten bir Çin atasözü de şunu söylerdi; ‘’bir ot yolarsanız tüm evreni sarsarsınız.’’
Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş… Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…
Görüldüğü gibi bu evrende yerimiz sıradan ve çok çok küçük, zamanımız ise çok çok kısaymış… Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğünü anlamak da zormuş aslında…
Immanuel Kant da bunu söylerdi zaten; ‘’bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktayız, bildiğimiz hiçbir şey yoktur, bildiğimizi sandığımız sadece olaylardır, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuştur.’’
Kant’a göre evren asla çözemeyeceğimiz bir sırdı, ancak Halil Cibran da şöyle söylerdi; ‘’Evrenin bütün sırlarını çözen kişi ölümü de arzular, çünkü ölüm de bir sırdır.’’
Dünyadaki canlılardan sadece insan öleceğini bilerek yaşarmış. Varoluşçu akımda bu ölümlü olma bilgisiyle yaşam haline ‘’insanın trajedisi’’ olarak adlandırılır. Bir kutsal kitap da bir başka trajediden bahsederdi; ‘’insanoğlu için en büyük trajedi, insan olduğunu anlayamadan ölecek olmasıdır….’’
Uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde insan olduğumuzu nasıl anlayacaktık ki??? Kant’ın söylediği gibi ‘’bildiğimiz hiçbir şey yokken’’ insan olduğumuzu nasıl anlardık ki???
Daha büyük trajedi; uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek ve Tanrı’dan gelip yine Tanrı’ya dönecek olan varlıkları görmemek değil midir???
Garip akımının içinde pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi de ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled Çelebi’nin ‘’Mârâ’’ isimli bir şiir vardı. Şiirine şöyle başlardı Asaf Hâled; ’Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mârâ’’
Gerçekte günümüzün asıl en büyük trajedisi hem ‘’bilmek’’, hem ‘’düşünerek yaşamak’’ ve hem de uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek değil midir??
Osman AYDOĞAN