Afrin (2)
30 Ocak 2018
Nereden nereye geldik?
Yıl 2005… Bahar aylarıydı… Suriye / Şam’a ortak bir kamp dönemi çalışması için ekip başkanı olarak bir milli takım kafilesini götürmüştüm... Bir boş günümüzde ekip olarak Şam’ın en işlek caddesinde yürüyüş yapıyorduk… Tek tip bir kıyafetimiz vardı… İçlerinde, milli sporcular arasında tabii ki ben de en yaşlıları idim... Aramızda Türkçe konuşuyorduk... Derken biraz da köylü kıyafetli, saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, saçları beyazlaşmış yaşlı biri bana yöneldi ve kısık bir sesle Arapça olarak: ‘’Siz Türk müsünüz?’’ diye sordu… ‘’Evet... Bizler Türk’üz’’ dedim… Yaşlı adam hemen boynuma sarıldı… Ben de gayri ihtiyarı ona sarıldım... Adam başladı hüngür hüngür ağlamaya… Hemen cebimden kâğıt mendil çıkardım… Adam gözyaşlarını sildi, sakinleşti ve başladı Arapça olarak anlatmaya… Özetle şunları söylemişti: Kendisi şoförmüş... Yıllarca Şam – İstanbul ve Bursa arasında araba sürmüş... Geçirdiği bir kaza neticesinde de bir daha Türkiye’ye gidememiş… Yaşlı adamın o içten sesiyle ‘’Çok özledim o güzel yerleri, oraları, o güzel insanları’’ sözü hala kulaklarımda çınlar…
Nereden nereye geldik değil mi?
Daha gerilere gideyim…
Yıl 1982… Eylül sonuydu… Süphan dağının hemen eteğindeki Malazgirt’e bağlı Selekütlü köyündeyim… Bu köye sık sık gelmiştim… Ve köyde yaşlı, beyaz sakallı bir amca (o zaman yaşıma göre öyle) her defasında beni evine davet eder, çay, zaman zaman da yemek, olmadı börek çörek ikram eder idi… Bu defa geldiğimde de yine ikramlarda bulunmuştu… Ama bu sefer heyecanlıydı... Yerinde duramıyordu… Bana bir sarılmıştı, bir sarılmıştı… Uzun süre ellerimi bırakmamıştı… Sonra ellerini göğe kaldırıp öylesine içten bir dua etmişti ki: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’ Durduk yerde bu duaya anlam verememiştim... Benim anlamsız anlamsız baktığımı görünce açıklamak zorunda kalmıştı amca… ‘’Görmüyor musunuz?’’ demişti… ‘’Filistinlileri görmüyor musunuz? Onların devleti yok, bakın başlarına geleni!’’ Ve duayı tekrarlamıştı: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’
Konuyu o zaman anlamıştım… Eylül 1982 ortasında o zamanki İsrail Savunma Bakanı olan Ariel Şaron'un yönlendirmesiyle İsrail yanlısı aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milisleri Batı Beyrut’ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarını basarak çocuklar dâhil binlerce Filistinliyi katletmişlerdi... İyi de bu dağ başında bu köylü gazete yok, TV yok, İnternet yok bu haberi nasıl almış ve kendisine nasıl bir ders çıkarmıştı: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’
Şimdi nerelerden nerelere geldik değil mi… Şimdi gidin görün Selekütlü köyünü…
(Yıl 2008… 26 yıl sonra yine Selekütlü köyündeyim... Bu sefer müşkül bir konu için bu köydeyim… Bu amca vefat edeli yıllar yıllar olmuş… Konu uzun ama beni bu müşkül durumdan bu amcanın hatıraları kurtarıyordu... Köylülerle beraber gidip mezarını ziyaret etmiş, ruhuna Fatiha okumuştum...)
İçeride ve dışarıda böylesine insanları kaybede kaybede bu noktalara geldik…
Hangi mantık, hangi milli çıkar, hangi politika, hangi dini gerekçe size Şam’da Cuma namazını kılmayı emreder? Hangi mantık, hangi milli çıkar, hangi politika, hangi dini gerekçe ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’ diyen bir tevekkülden sizi bu noktaya getirir?
İçeride işte bu insanları küstürdük… Dışarıda işte bu insanları uzaklaştırdık…
Konu bu şekilde devam ederse biliyorum ki çok uzayacak ve Afrin’e gelemeyeceğiz…
ABD’nin PYD aşkı ve sevdası
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana NATO/ABD/Avrupa (Batı) bloğunda yer alan Türkiye 2000’li yılların başına kadar bazı sorunlara rağmen hep bu bloğun içinde kaldı. Bu süreç içerisinde dış politikada, özellikle AB ile olan sorunlarda ABD bazı sorunlar olmasına rağmen (Kıbrıs, ambargo gibi) Türkiye’nin en büyük destekçisi idi…
Ancak 2000’li yıllardan itibaren artan bir hızla Türkiye bu bloktan (Batı) uzaklaşmaya ve yavaş yavaş Rusya ve Çin eksenine kaymaya ve Araplara yaklaşmaya başladı.
Bu politikanın bir parçası olarak Türkiye’nin biraz Araplara yaranmak için biraz da ideolojik olarak yaptığı İsrail düşmanlığı daha önce kendi güvenliğini Türkiye’de gören İsrail’i ve ABD’yi bölgede özellikle İran ve Hizbullah tehlikesine karşı başka müttefikler aramaya yönlendirdi… Türkiye’nin de çok büyük katkıları olduğu bölgenin parçalanmasıyla (Irak ve Suriye gibi) İran bölgeye yerleşti, İran bölgeye yerleştikçe de İsrail de bu kaos ve tehdit ortamında kendilerine aradıkları ittifakı hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlerde buldular… ABD’nin Suriye Kürtlerine (PYD) (Demokratik Birlik Partisi) ve Irak Kürtlerine (KDP, Barzani) olan aşkı İsrail’in bu güvenlik endişesinden kaynaklanmakta olduğu, İsrail’in bu güvenlik endişesi devam ettiği sürece de bu aşkın ve bu sevdanın devam edeceği değerlendirilmektedir… ABD’nin (ve de İsrail’in) bu PYD aşkı ve sevdası Türkiye’nin bir saplantı haline getirdiği Türkiye’yi bölmek, Türkiye'yi parçalamak için değil İran’a karşı İsrail’in güvenliği için bir ittifak arayışından doğduğu değerlendirilmektedir.
Ancak ABD’nin PYD aşkı bu sefer de Türkiye’nin güvenliğini tehdit etti… Bu tehdit nedeniyle Türkiye geçen sene ‘’Fırat Kalkanı’’ harekâtını icra etti… (Ağustos 2016 - Mart 2017)
Ancak bu harekât da Türkiye’nin endişelerini gidermedi… ABD'nin PYD ile bu bölgede 30 bin kişilik bir ordu kurma niyeti üzerine Türkiye bu sefer de 21 Ocak 2018 günü Suriye'nin kuzeybatısında bulunan Afrin bölgesine ‘’'Zeytin Dalı Herakâtı’'nı başlattı…
PYD bu bölgeye nasıl yerleşti?
Suriye rejimi Türkiye’den düşmanlık görmeye başladığı noktadan itibaren rejim güçlerini Suriye kuzeyinden çekerek bu bölgeyi bilerek ve isteyerek PYD güçlerine (YPG) (Halk Koruma Birlikleri) bıraktı... PKK’nın yıllardır hamiliğini yapan Suriye rejimi PYD’nin pek ala ne demek olduğunu çok iyi biliyordu… Bu şekilde Suriye PKK belasını Türkiye’nin güneyine de sarmış oluyordu. Çünkü PYD/YPG Batı’da (ve özellikle ABD de tanındığı gibi) hiç de masum bir örgüt değildir, hele hele YPG, İŞİD’e karşı savaşan seküler gençler hiç değildir... PYD’nin içtüzüğünde parti üyeliğini düzenleyen üçüncü maddesinde parti üyesinin görevleri sıralanırken birinci görev şöyle verilir: “Lider Abdullah Öcalan’ın ve Kürt halkının değerleriyle gurur duymak, onlara bağlı olmak ve lideri esaretten özgürleştirmek için mücadele etmek...” Yani PYD ve PKK geçişkendir, birdir, bütündür…
Bu noktada durup bu işin teorisyenleri ne diyor bunlara bir bakalım…
Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)
Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.
Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.
Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna şu öğütleri veriyordu:
“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”
“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”
“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”
“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’
‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra milleti yozlaştırır.’’
Pardon, Sun Tzu, bu öğütleri kendi imparatoruna veriyordu… Biz çoktaaan harekâta başladığımıza göre bu öğütler bizi ilgilendirmiyor demektir… O zaman Sun Tzu’yu geçelim…
Gelelim Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’e (1780-1831). Clausewitz günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, 2015) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.
Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.
Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:
‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’
‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’
‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’
‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği “ağırlık merkezi’‘ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’
‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’
‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’
‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”
‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’
Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’
Afrin Harekâtının safhaları
Şimdi bizim siyasetçilerin Clausewitz’i okuyup okumadıklarını, okudularsa da anlayıp anlamadıklarını bilmiyorum ama siyasetçilerin Afrin konusunda söylediklerini biliyorum… Siyasetçiler Afrin konusunda şöyle diyorlardı:
Başbakan Binali Yıldırım: “Harekâtın dört safhası olacaktır. İlk safhada, sınır boyunca Hatay’ın doğu ve Kilis’in güney sınırlarını, Azez bölgesinin de batı hattını izleyen 20-30 kilometre genişliğinde bir güvenlik kuşağı oluşturulacaktır. İkinci safhada bizzat “Afrin merkezinde ve diğer bölgelerde yerleşik terör örgütleri yok edilecektir.’’ Ancak Başbakan harekâtın üçüncü ve dördüncü evreleriyle ilgili bir bilgi vermemiştir.
Ancak Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, harekâtın başlamasından hemen önce “Atacağımız adımlar Afrin ile sınırlı kalmaz. Burada Menbiç ve Fırat’ın doğusu da var” diyerek harekâtın üçüncü ve dördüncü evrelerinin hedefini ortaya koyuyor.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ise şu açıklamayı yapıyor: “Bölücü terör örgütü bölgeden tamamen temizlenene, Suriye’nin asli sahipleri olan ve 3.5 milyona yakını halen ülkemizde yaşayan kardeşlerimiz güvenle evlerine dönene kadar operasyonlarımız sürecektir.”
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan da 16 Ocak 2018’de şu demeci veriyor: “İnşallah yarın öbür gün, kısa bir süre içinde Afrin ve Menbiç’ten başlayarak Suriye’deki diğer terör yuvalarını da birer birer dağıtacağız.” Cumhurbaşkanı Erdoğan 27 Ocak 2018’de de şu demeci veriyordu: ‘’İdlib'e yürüyeceğiz Allah'ın izniyle.’’ TBMM Başkanı İsmail Kahraman da Afrin Harekâtını kastederek ‘’Cihat olmadan ilerleme olmaz’’ diye demeç veriyor. (26 Ocak 2018)
Bu açıklamalar muhtemelen harekâtın iki amacının olduğunu, birinci amacın ‘’Terör örgütünün bölgeden tamamen temizlenmesi”, ikinci amacının ise “3.5 milyona yakın Suriyelinin ülkelerine dönmesinin sağlanması’’ olduğunu gösteriyor...
Burada kastedilen bölge Cerablus’tan Irak sınırına kadar kuş uçuşu 400 kilometreye yaklaşan ve olduğu gibi PYD/YPG’nin kontrol ettiği bir sınır hattı ve güneyindeki uçsuz bucaksız bir coğrafyaya demektir… Bu coğrafyanın içinde PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin ilan ettiği Kobani ve Cezire kantonları da var. Bu alan, Suriye coğrafyasının yaklaşık üçte birine tekabül ediyor.
Afrin Harekâtının geleceği
Siyasilerin bu söylemlerinin hiç de harekâtın başlangıç konseptine ve bu harekâtta kullanılan gücün çap ve kapasitesine ve öngörülen zamana uygun olmadığı görülüyor. Bu söylemler daha farklı, daha kapsamlı ve daha uzun vadeli bir stratejiyi ve kuvveti gerekli kılmaktadır.
Burada da konu gelip ‘’Strateji’’ kavramına takılıyor…
‘’Strateji’’ basit bir kavram değildir… Tarihin sayfaları bu kavramda yapılan hataların nice devletleri tarihin çöplüğüne nasıl götürdüğünün hikâyeleri ile doludur. Bu konuda yapılan en büyük ve yaygın hata; stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedeflerin, stratejik hedeflerin önüne geçirilerek felaket ile kucaklaşmak olmasıdır.
Kısaca: Taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır. Taktik hedefler öne çekilip bütün gayret bu hedeflere yönlendirilirse bu yöntem stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır. Bu da bir onulmaz felaketlere kapı açar.
Tarih bu konuda örneklerle doludur... İlk Fırat Kalkanı Harekâtında da yazmıştım Birinci Dünya savaşında Almanya örneğini… Kısaca Almanya, Birinci Dünya savaşında muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmişti.
Bu konuda vereceğim ikinci örnek Mısır – İsrail arasında yapılan Yom Kippur savaşıdır. 6 Ekim 1973'de Mısır’ın olağanüstü gizlilikle hazırlığını yaptığı baskın şeklindeki saldırı (taktik başarı) ile başlayan bu savaşa Mısır çok büyük başarılar elde ederek hızla Süveyş kanalını geçmiş (taktik başarı), Bar Lev hattını aşmış (taktik başarı), Sina Yarımadasına ulaşmış (taktik başarı) ancak stratejik planlama (düşmanın savaşma azim ve iradesini kırılması) kağıt üzerinde kaldığı için Mısır İsrail karşısında tarihi bir hezimete uğramıştı…
Ayrıca bir muharebe basket maçı değildir. Basket maçı sonucu gibi şu kadar şehit verdik, şu kadar terörist öldürdük diye demeçler vermek sadece taktik bir başarıyı gösterir. ABD 1963 yılından 1973 yılına kadar süren Vietnem savaşında 60 bin asker kaybı verirken 1,5 milyona yakın Vietnamlıyı terörist diye, direnişçi diye öldürdü.. Ama sonuç ABD için tam bir hezimettir.
Tarihte örnek çoktur...
Ancak konumuz ‘’Zeytin Dalı Harekâtı’’…
Eğer bu harekâtın hedefi tüm siyasilerin söylediği gibi PYD ise tehlikeyi bertaraf edecek ‘’strateji’’ Suriye rejimi ile işbirliği yapmayı ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunmayı gerektirir… Suriye rejimi ile stratejik işbirliği yapılacak ise eğer bu durumda her şeyden önce Esad rejimini tanımayı gerektirir.
Bir başka konu da ÖSO…
Eğer Suriye rejimini tanıyacaksanız bu durumda da Esad rejiminin terör örgütü olarak tanımladığı ÖSO’nu nereye koyacaksınız?
Ayrıca derinlere inecek uzun soluklu bir harekâtta ÖSO'ya ne kadar asker ve askerî bir güç olarak bakacaksınız? Bir ordunun teşkilinin, eğitiminin ve harbe hazırlığının bu kadar basit mi olduğunu düşünüyorsunuz? Bu orduyla (ÖSO) bir tatbikat değil müşterek harekâtın icra edildiği uzun süreli bir muharebe yapacaksınız. Bu orduya ne kadar güveneceksiniz?
Harp tarihi sanılanın aksine sadece kahramanlıkların tarihi değildir. Harp tarihi aynı zamanda vahşetin, şiddetin, gaddarlığın, ahlaksızlığın, yağmanın, hırsızlığın ve tecavüzlerin de tarihidir. Sınırlarınızdan uzaklaşır ve daha derinlere inerseniz, yani Münbiç’e, Cezire’ye uzanırsanız, söylediğiniz gibi bu ÖSO ile beraber Suriye’nin üçte birini kontrol edecekseniz eğer bu orduyu (ÖSO) nasıl kontrol edeceksiniz ve sicili tertemiz Türk ordusunun imajını böylesi bir orduya (ÖSO) nasıl emanet edeceksiniz…
Sorunlar
Ayrıca Münbiç’e, Cezire’ye uzanırsanız, söylediğiniz gibi Suriye’nin üçte birini kontrol edecekseniz eğer en azından ikmal, lojistik, emniyet ve güvenlik amacıyla daha fazla bir kuvvete ihtiyaç duyarsınız.
Böylesine bir ortamda Münbiç'e, Cezire’ye uzanacak uzun süreli bir harekât ise beraberinde maliyetinin yanında bir yığın belirsizlikleri de getirecektir. Kendi ülkenizde Gabar'da, Cudi'de, Bestler - Dereler'de operasyon yapmıyorsunuz ki bahar gelmeden girip kış gelince çıkasınız... Haklı gerekçelerinizle girdiğiniz Kıbrıs'tan hâlâ çıkabildiniz mi? Daha derinlere indikçe, Münbiç'e, Cezire’ye uzandıkça çıkış süreciniz de o kadar uzayacaktır. Harekât uzadıkça da sorunları geometrik bir dizi ile artacaktır... Önce bu harekâtta verdiğiniz şehitleriniz artacaktır... Harekât derinlere indikçe belki de ülke içinde terör azacaktır... Şehitler ve ülke içinde terör arttıkça kamuoyu desteği azalacaktır... Uluslararası siyasi baskı artacaktır... Maliyeti artacaktır... Bedeli artacaktır... Bu bedel ülkeyi bekâ sorununa kadar götürebilecektir...
Bu noktada iki savaş düşünürünü tekrar hatırlamamız gerekiyor: Ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’ Suriye’de uzun sürecek bu harekât içinde PYD/YPG derken yarın onu destekleyen ABD ile de mi savaşacaksınız? Münbiç’e gitmekten bahsediyorsunuz, oradaki ABD ile de mi savaşacaksınız? İçeride PKK tehdidini çözemeden Suriye’de dağılacak ve yayılacak bu uzun süreli bir savaşı nasıl yürüteceksiniz? Çinli düşünür Sun Tzu’yu tekrar hatırlayalım; ‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra da toplumu yozlaştırır.’’
2016 yılında yapılan Fırat Kalkanı Harekâtında hedef İŞİD idi… Bu nedenle Batı pek ses etmedi… Ancak bu sefer hedef Afrin ve söylemlere göre de müteakiben hedef Minbiç, Cezire… Hatta İdlib… Buralarda da Suriye Kürtleri var… Biz ne kadar PYD, PKK mukallididir desek de Batı (ve özellikle ABD) bunu böyle görmüyor… Batı basınından izleyin Afrin Harekâtını bakın nasıl haber veriyorlar... ‘’’Türk uçakları PYD mevzilerini bombaladı’’ diye vermiyorlar… ’’Türk uçakları Kürt mevzilerini bombaladı’’ diye veriyorlar…
Ayrıca son elli yılda yaşanan siyasal, askerî ve sosyolojik olaylar hem Irak’ta, hem Suriye’de ve hem de Türkiye’de Kürtler eski dar ve lokal aşiret yapıları içinden çıkarak tüm Ortadoğu’yu kapsayan kendi içinde parçalı fakat genel bir kimlik olarak bir ‘‘Kürt realitesi’’ni oluşturdular… Hem dünyada hem de Kürtler arasında bu harekâtın Kürt realitesine karşı yapıldığı gibi bir algı da var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın harekâtın üçüncü gününden itibaren “Biz Kürtlere değil YPG'ye karşıyız'' mesajını vermesi bu açıdan önemli bir ifadedir. Öncelikle Batı’daki ve Kürtlerdeki bu algının kırılması gerekiyor... Bu ise deveye hendek atlatmaktan daha zor bir iştir... Türk Dışişlerinin yükü oldukça ağırdır…
İçeride henüz PKK tehdidini çözememişsiniz… Yaklaşık 35 -40 yıldan beridir PKK ile mücadele ediliyor. Bu amaçla devletin harcadığı her türlü kaynağın haddi hesabı yoktur. Bu sorunun kısa sürede çözüleceğine dair bir belirti de yoktur. Dışarıda dost kalmamış, değerli yalnızlığınızla baş başa kalmışsınız... AB, ABD ile köprüleri atmışsınız, Rusya ile mesafeli bir birlikteliğiniz var, İran ile aranız limoni, Mısır ile hala küssünüz… İçeride Dolar olmuş 3.8, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, turist gelmiyor, cari açığı kapatacak para yok, döviz yok, yatırımlar yok, yabancı sermaye gelmiyor… Ve siz Suriye’nin üçte birini terörden temizlemekten bahsediyorsunuz…
Böyle bir durum ise Türkiye’nin kaynaklarını ve kuvvetlerini parçalaması, dağıtması anlamına gelir. Harp yönetiminde ‘’sıklet merkezi’’ diye bilinen bir prensip var. Bu prensip kesin sonuç yerinde ve zamanında üstün muharebe gücünün toplanması esasına dayanır.
Münbiç’e, İdlib’e, Cezire’ye giderek muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirebilirsiniz, (taktik başarı), ancak düşmanın (PYD mi, PYD’yi destekleyen ABD mi, Suriye rejimi mi, Suriye’yi destekleyen Rusya mı?) savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarınızı tüketmez misiniz? (stratejik başarısızlık)
Hani diyordu ya Clausewitz: "Kuvvetlerini kötü kullanan ülkenin siyaseti iflasa sürüklenir."’
Bu yazı çok uzadı ama özetle; yayılıp, gelişip topyekün bir savaşa dönüşebilecek bu harekât 1974 Kıbrıs Harekâtına benzemeyecektir. Harekât uzadığında birden karşımızda ABD’yi Rusya'yı, İran'ı, Irak'ı, bütün Arapları ve hatta Çin'i bile bulabiliriz. Arkamızda da kimse bulunmaz... Şu anda bile arkamızda kim vardır ki sadece bu harekâta (Afrin’e) yönelik Rusya’nın zimmi bir onayından başka… Gelişecek, yayılacak ve alevlenecek bu muharebe gelecekte topyekün bir savaşa dönüşebilir, böylesi muhtemel bir savaş da Türkiye'yi bölebilir, parçalayabilir, bin yıllık bir kinin ve nefretin tohumlarını ekebilir...
O zaman umulur ki Süphan dağının hemen eteğindeki Malazgirt’e bağlı Selekütlü köyündeki köylü gibi başka bir yerlerde bir başka köylü de –Allah korusun- şöyle bir dua etmez: ‘’Türkleri görmüyor musunuz? Onların devleti yok, bakın başlarına geleni!’’
İşte bu nedenlerledir ki harekât başlar başlamaz yazdığım ilk Afrin yazımı şöyle bitirmiştim: ‘’…. ve eğer sizin tarih, insan ve hayat gibi bir derdiniz varsa zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...’’
Sonuç
Taktik başarı haberleri gelirken alkış tutmak, hamasetten bahsetmek kolaydır. Herkes zaferden bahseder… Kısa vadede halkın milli duygularını okşar ve halkı arkanıza alırsınız… Ancak verilen askerî ve siyasi kararların sağduyulu bir şekilde ve soğukkanlılıkla tartışılamaması, bu işi hem teoride hem de pratikte bilenlerin, bu konularda mürekkep yalayıp ter dökenlerin sözlerine kulak verilmemesi, verilmediği gibi de vatan hainliği ile suçlanması orta vadede milli çıkarlara, uzun vadede ise şimdilerde dillerden düşmeyen “devletin bekâsı”na zarar verebilir…
İsterseniz başa dönelim ve Sun Tzu'yu ve Clausewitz'i bir daha okuyalım ve onların söylediklerini Afrin harekâtı ile bir mukayase edelim!
Cerablus’tan Irak sınırına kadar kuş uçuşu 400 kilometreye yaklaşan bir sınır hattı ve güneyindeki uçsuz bucaksız bir coğrafyayanın kontrol edilmesi askerî bir hedeftir, siyasi bir hedef değil…Ne diyordu Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’' Peki nedir sizin siyasi hedefiniz?
Yine dönüp dolaşıp sözü yine İbn-i Haldun'a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’
Yani derdi ki İbn-i Haldun; siyasetinizi ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu siyasetin aksi savaş, kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...
Eğer siz kaderinizle -pardon - coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla ittifak yaparlar, altınızı oyarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler… Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar'' deyu dizinizi döver, iç politika malzemesi yaparsınız...
‘’Siyaset’’ sorunların güç kullanılmadan çözme sanatıdır. Güce başvurduğunuz an zaten siyasetiniz iflas etmiş demektir.
Son bir söz:
Bahsettiğim sorunların böylesine yayılıp gelişmesi içeride zaten kısıtlı olan özgürlüklerin tamamen kısıtlanmasına, vazgeçtim OHAL’in kaldırılmasını belki de sıkıyönetime gidilmesini ve sonuçta da 2019 yılında yapılacak seçimlerin de ertelenmesini gerektirebilir…
Suriye’deki her şey sanıldığında daha karışıktır…
Benden söylemesi…
Osman AYDOĞAN