Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.
06 Temmuz 2018
Doktorlar hep yanı başımda değillerdi, zaten çoğu da İngilizce bilmiyorlardı, Türkçe bilen hiç yoktu, Almanca bilen de hiç yoktu, Arapça da bilmiyorlardı, hemşirelerden de çat pat İngilizce bilen birkaç kişi vardı…
Birisiyle konuşma ihtiyacı zamanla öylesine arttı ki, ciğerlerimdeki havaya nasıl muhtaçsam, konuşmaya da o kadar muhtaç olduğumu anladım. Kral Midas'ın hikâyesinde olduğu gibi; konuşacak birisinin olmayışı ölüme benzermiş. Geceleri yaralarımın yol açtığı kâbustan, gündüzleri kimsesizlikten zaman geçmezdi.
Bu yalnız günlerimde 1889 - 1973 yılları arasında yaşamış olan Fransız varoluşçu filozof Gabriel Marcel’i daha iyi anladım. Gabriel Marcel’e göre ‘’insan için var olmak, başka bir insana seslenmek’’ demekti. Marcel’e göre İnsan "seslenen bir varlık" olarak görünür; varoluş (existence) başkalarına yöneliştir insan için. ‘’Ben varım’’ demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir. Yaralarım neyse de ‘’ben varım’’ diyememek ne kadar zormuş, bunu burada daha iyi anladım…
Kabil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde vakit geçirmenin tek yolu çoğunlukla geçmişi yaşamak, çocukluğuma gitmek o muhteşem zamanı hâyâl etmek ve tekrar tekrar yaşamaktı. Geçmeyen zamanda hep çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirirdim. Çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı bir bir hatırlardım. Çocukluğumu hatırladığım zamanlar dalardım tabii, nadir çat pat İngilizce bilen hemşireler de takılırlardı bana ‘’yine nereye gittiniz?’’ diye…
Kâbil’e ilk geldiğimde okuduğum Albert Camus'un '’Yabancı’' isimli eserini anımsadım, bu kitaptan bir cümle aklımda kalmıştı. Şöyleydi o cümle: ‘’O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.’’ Albert Camus’un ifadelerinden benim yaşadıklarımın tek farkı ‘’hapishane’’ yerine benim ‘’hastane’’de olmamdı.
Vezir Akbar Han Hastanesinde kaldığım sürede çocukluğuma ait her bir şeyi ama her bir şeyi birebir yaşadım. Burada anladım ki; bu yaralı ve ateşli halimde beni ayakta tutan, bana güç veren hep bu çocukluk hatıralarımdı. Dostoyevski’nin şu sözünü şimdi daha iyi anımsadım ve anladım: ‘’Hayatımızda en yüce, en güçlü, en yararlı dayanağımız ana baba evinden kalan hatıralarımızdır.’’
Ama hastanede en çok annemi hatırladım. Zaten hastaneye ilk geldiğimde bilincimin kapalı olduğu günler ve özellikle geceler sürekli annemi sayıkladığımı söylerdi hemşireler. Sabahlara kadar annemi sayıklarmışım. Halil Cibran, mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘‘anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi.
Hastanede gündüz hâyâl ettiğim, birebir yaşadığım çocukluğumun günlerini, ateşler içinde geçen gecelerimde farklı bir şekilde yaşar olmuştum...
Hemen her gece Nisan aylarında memleketimizdeki bahçelerdeki kayısı ağaçlarının dallarının açmış çiçekleri arasında bir serçe kuşu gibi daldan dala konarak uçardım… Kayısı ağacı çiçek açtığında, henüz yaprakları olmadığından ağaç boydan boya bir gelin elbisesi gibi bembeyaz olurdu.
Hele hele o çiçekli badem ağaçları yok muydu; çağla yeşili, pembesi, beyazı bir muhteşem harmoni oluştururdu. Bembeyaz bir çiçek deryasında uçsuz bucaksız bir sonsuzluk duygusu içinde uçardım.
Elma ve armut ağaçları daha sonraları çiçek açardı, bu ağaçların çiçekleri de henüz yeni çıkmış açık yeşil yaprakları arasında daha başka bir güzel görünürdü… Bu ağaçların dalları arasında bir guguk kuşu gibi daldan dala konarken görürdüm kendimi…
Yaz başlangıcından önce çalı ve iğde ağaçları çiçek açardı… Griden beyaza yakın yaprakları olurdu çalı ve iğdelerin, küçücük sapsarı çiçekleri ve o muhteşem kokusu ile harikulade bir manzara oluştururlardı… İğde ve çalı ağaçlarının o muhteşem kokusu ve görüntüsü içinde iğde ve çalı dalları arasında bir çalı kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.
Bazı geceler ceviz ağaçlarının Nisan ayında açan o ana baba kokusunu salan taze yaprakları arasında, zaman zaman zambak ve susam çiçekleri arasında, zaman zaman da ekin tarlaları içindeki gelincikler arasında görürdüm kendimi. Bazen sarı sarı sapsarı ekin tarlaları içinde, olgunlaşmış, bükülmüş eğilmiş başaklar arasında bir tarla kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.
Bazen de ilkokulda okul sırasında ders dinlerken bulurdum kendimi. Okul arkadaşlarımı bir bir, isim isim, numara numara hatırlardım.
Geceleri kâbuslar içinde, sanrılar içinde ateşli de geçse, bu gecelerin sabahı daha bir huzurla uyanırdım. Pek şikâyetçi de değildim bu gecelerden. Bu sefer akşamları bekler olmuştum, akşam olmasını, karanlıkların usul usul, perde perde inmesini, gecenin olmasını, rüyamda çocukluğuma gitmeyi ve o kuşlar gibi tekrar tekrar uçmayı hep bekler olmuştum…
Artık yaralarım henüz tam iyileşmese de hastanede kalmaktan yeterince bir keyif almıştım. Hastanedeyken bir tür sükûnet elde etmiş, kendimi kendime ve soyut şeylere daha bir yakın hissetmiştim. Kafamı yastığa koyup gözlerimi kapayarak kendimi dünyadan soyutladığımda, anlattığım gibi, ince bir yeşil tüle bürünmüş olan sakin vadilerin, bahçelerin, tarlaların ve tepelerin üzerinde hep bir kuş gibi uçarken görmüştüm kendimi... Ayrıca hiç kaybetmemişimcesine sevdiklerimin yanımda olduğunu, onlara seslenip, onlarla konuştuğumu görmüştüm. Sabahları uyandığımda da sanki kendimi de bir kuş gibi hafif hissetmiştim.
Hatırladıkça çocukluğumu Edip Cansever’in 1982'de yazdığı ‘’Bezik Oynayan Kadınlar’’ (Ada Yayınları, 1982) kitabının "Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup" adlı şiirinde geçen şu dizelerine de hak vermiştim: "Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..." (Benzer bir ifade de Murathan Mungan'ın ''Eskidendi, çok eskiden'' isimli şiirinde de geçerdi: ''Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden'')
Bu hastane ve bu yaralı halim bana hep Şehriyar’ı ve O’nun hayatıma anlam katan şu sözünü hatırlatmıştı: ‘‘Acılar ruhu olgunlaştırır. Düşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tad katar, ancak bunun dengede olması gerekir. Çalışma, mücadele ve belalar olmasaydı bizler de var olmazdık ve yaşam duygusuz, anlamsız ve bunaltıcı olurdu.’’
Ve en çok da şu sözü söylerdi Şehriyar: ‘’İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa varabilir.’’
Osman AYDOĞAN