Bugünün en acı hüznü!
19 Kasım 2019
Son günlerde Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ağzına almayanların her fırsatta sürekli Osmanlıya öykündüklerine şahit oluyoruz.. TV'lerdeki dizilerde gerçek dışı sanal bir Osmanlı tarihi yaratılıyor... Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını, başarılarını anlatmak yerine Atatürk devrimleri eleştirilip yerine temelsiz bir Osmanlı övgüsü yapılıyor... Öyle olunca da bana da kısaca gerçek Osmanlıyı anlatmak ve bu övgüyü yapanları Osmanlı ile mukayese etmek kalıyor...
Osmanlıyı anlatmaya önce Fatih Sultan Mehmet’ten başlayayım…
Fatih’ten bahsederken kısaca;
* Fatih’in savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yaptığını, Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa’nın (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmeler olduğunu…
* Yine Fatih’in Ermenileri İstanbul’a yerleştirdiğini, İstanbul’da Ermeni Patrikhanesini kurduğunu, İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruduğunu ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulundurduğunu…
* Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmediğini, şehrin isminin 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye olduğunu, fetihten sonra Ayasofya’yı camii yaptığını ama adını yine değiştirmediğini, Aya İrini de aynı şekilde kaldığını...
* Fatih'in anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde, Latinceyi ise anadili gibi konuştuğunu ve Homeros’u aslından okuduğunu...
* Fatih'in coğrafya, tarih, edebiyat, felsefe v fen bilimlerine meraklı olduğunu... Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şair olduğunu.... Avni mahlasını kullanarak divanlar yazdığını... Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklı olduğunu... Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartıştığını... Fatih'in İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahip olduğunu...
* Fatih'in Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurduğunu... Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları olduğunu. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşunun Fatih döneminde olduğunu...
* Fatih'in 1466 yılında İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirdiğini anlatayım…
Şimdi gelelim Osmanlının diğer zamanlarına:
* Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz?
* Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz?
* İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?
* Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmekteydi. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediği görülecektir.
* Ayrıca hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...
* Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de (kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi) Osman ismini vermişlerdir padişahlara… Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz neden? Çünkü Ortadoğunun mezhep girdabına kapılmak istememiştir Osmanlı...
* İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. Ve hiçbir Osmanlı padişahı elde Kuran dini siyasi bir malzeme yapmamıştır.
* Osmanlı yaşadığı sürece hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmemiştir.
Bütün bunları ben bir olumsuzluk olarak yazmıyorum... Bilakis çağına göre bir iftihar vesilesi olarak addediyorum.
Bütün bunların, bütün bu özelliklerin nedeni çok basit... Eğer bu coğrafyada yaşayacaksanız ve bu coğrafyada ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kuracaksanız ve bu coğrafyada uzun ömürlü olmak, bu coğrafyada baki kalmak istiyorsanız uygarlıklar beşiği bu coğrafyada bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayanamazsınız. Osmanlı bugünkü Amerika gibi her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.
Ancak Osmanlı ne Abbasi aydınlanmasını devam ettirebilmiş ne de Avrupa Rönesans’ını yakalayabilmiştir… Zaten çöküşü de bundan olmuştur…
Günümüzde Osmanlıya öykünenler mi?
İşte bunlar ne Osmanlıyı bilirler ne de İslam’ı bilirler. Onlar Osmanlının ve Fatih’in tırnağı dahi olamazlar. Onların bütün meseleleri bir mezhebin peşinde sürüklenerek çağdaş bir ülkeyi İslam diye diye Bedevileştirmektir, Emevileştirmektir. Çapları, seviyeleri, kapasiteleri, bilgi, görgü ve öngörüleri ancak o kadardır. Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın 117’si farklı etnik kökenlerden gelirken, Osmanlıya öykünenler vazgeçtim Türkü, Müslümanı, aynı mezhebi; kendi partilerinden olmayanlara bu topraklarda hayat hakkı bile tanımamaktadırlar…
Osmanlı, hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmezken, Osmanlıya öykünenler 21. yüzyılda Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya ve Suriye'ye karşı yapılan Haçlı Seferlerine eşbaşkanlık yapmışlardır. Hatta Haçlı Ordularının sağ salim evlerine dönmeleri için duacı bile olmuşlardır. (Burada geçen ‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemiştir.)
Ayrıca: 1095-1270 yılları arasında yapılan dokuz Haçlı Seferinde Haçlı Ordularına hiçbir Müslüman ülke yardım etmedi… Bu dokuz Haçlı Seferine karşı koyanlar, onları hezimete uğratanlar Türk’tüler. Bu onuncu Haçlı Seferine ise tarihin bir cilvesi olarak en büyük desteği sağlayan ise kendilerini herkesten daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenlerin yönetimindeki Kılıç Arslan’ların torunları olan işte bu Osmanlıya öykünenler olmuştur...
Bunlar mı Osmanlının evladı olacak? Dedim ya bu zihniyetle bunlar ne Osmanlının ne de Fatih’in tırnağı dahi olamazlar.
Peki bunlar tırnağı dahi olmadıkları halde neden sürekli Osmanlıya öykünürler, sürekli Osmanlı ile övünürler ve sürekli Osmanlıyı dile getirirler bilir misiniz?
Çünkü bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar. Giderler içeride ve dışarıda düşmanlar, öcüler yaratırlar...
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran.
İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.
Ben yine sözü Halil Cibran’a bırakacağım. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’
Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler, stratejik bir sığlığın girdabına kapılanlar, değerli ve tehlikeli bir yalnızlığın kuyusuna düşenler, tek sermayesi din olanlar gider gider düne sığınırlar… Dünleri yoksa da TV’lerde sanal dizilerle sığınılacak bir dün yaratırlar. Bu nedenle de giderler ''şanlı tarihimiz'' diye anlamadıkları ve de layık olmadıkları tarihe sarılırlar, giderler kusurlarını ortaya döküyorlar diye basına, aydınlara ve bilim adamlarına saldırırlar... İçeride kendileri gibi olmayan herkesi düşman bellerler... Komşu Müslüman ülkelere saldıran Haçlı Ordularına eşbaşkanlık yaparlar... Bu denenle bu coğrafyada dost yaratacaklarına içeride ve dışarıda düşman yaratırlar...
Yazıma yine Halil Cibran'ın sözünü tekrarlayarak son vermek istiyorum: ‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir.’’ Bundan dolayıdır ki yapabildikleri sadece dünün sevinçlerini yâd etmektir.
Muktedirler için bugünün en acı hüznü budur...
Osman AYDOĞAN