Yaşadığımız dünya - I
12 Ağustos 2018
Daha önce de anlattığım gibi o zamanlar Şehriyar’ın tek kişilik sınıfının o tek öğrencisiydim. Sanmayın ki kapalı bir mekânda, bir dershanede alırdım bu dersleri… Şehriyar’la beraber hep arazideydik… Nadiren geceleri bir barakada olurduk… Bazen o anlatırken, bazen da onun anlatışından sonra notlarımı alırdım… İyi ki o zaman (o zamandan kastım neredeyse kırk yıl öncesidir) bu notlarımı almışım diye düşünüyorum. İşte bu yaz aylarında o zamanki notlarımı tekrar tekrar okuyorum… Tekrar tekrar anlamaya çalışıyorum… O zaman aldığım bu notları tekrar okuduğumda Sehriyar'ın kırk yıl öncesinden sanki günümüzü anlatırca tesbitlerde bulunduğuna şaşıp kalıyorum...
Düzensiz olarak aldığım notlar olduğu gibi duruyor. Bu notları bir türlü temize çekip, derleyip, birleştiremedim… Tembellik işte!
Yine Şehriyar’ın anlattıklarından aldığım notların bir kısmını aşağıda olduğu gibi aktarıyorum. Kimi cümlelerde onun sözlerinden anladıklarım var, kimi cümlelerde tamamen onun kendi sözleri.
Aşağıda verdiğim notlarımın tarihine bakıyorum… Mevsim sonbaharmış… Ancak kış yine erken gelmiş, Hindikuş dağlarının zirvesine kar çoktaaan yağmış, dağların zirveleri beyaz bir örtüyle taçlanmış… Celâlâbâd’da vadideki ağaçların yaprakları sararmış solmuş, havalar iyice soğumuş, geceleri artık ocakta ateş yakar olmuşuz.
Hep insan ve doğa ilişkisini anlatan Şehriyar bu sefer sorum üzerine çok farklı bir konuyu anlatmıştı…
Şehriyar, anadili dışında Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça ve Farsça bilirdi… Zaten Farsça anadiline çok yakındı. Altmışlı yıllarda Paris Üniversitesinde Raymond Aron’dan ders almış… Fransa’da geçen akademik hayatından pek bahsetmezdi. Ülkesine döndüğünde de ne siyasete atılmış, ne bürokraside çalışmış, ne iş hayatına atılmış burada bu dağ başında tek başına inzivaya çekilmiş, saç sakal birbirine karışmış tek başına yaşamaya başlamış. Normalde Cibran ayarında bir adam ama onu kimse tanımıyor…
Bu sefer ben sormuştum ona… ‘’Dünyayı, bölgesini, ülkesini ve insanlarını nasıl gördüğünü’’ anlatmasını istemiştim… Öyle ya, gün görmüştü, dünyayı görmüştü hem bölge insanıydı, bölgeyi çok iyi biliyor hem yıllarca Avrupa’da kalmıştı hem de okuyan bir insandı, kitaplığı neredeyse bir kütüphane gibiydi, İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça bir yığın kitabı vardı… Dolayısıyla onun görüş ve düşünceleri benim için önemliydi…
Önce uzun uzun düşünmüştü Şehriyar… Bana söyleyeceklerini zihninde toparlar gibiydi… Sonra sakin sakin anlatmaya başlamıştı:
‘’Öncelikle şunu belirteyim ki çağımızın yaşam standartlarını, yaşamsal paradigmaları genel boyutlarıyla; felsefe, sanat, bilim gelenekleri ve teknolojisiyle saptayan Avrupa uygarlığıdır. Batı kapitalizmi kurulmuş çarklarıyla en fakir ve geri ülkeleri yani Müslümanları, Asyalıları ve Afrikalıları kendi sistemini ayakta tutmak için hâlâ sömürmeye çalışıyor. Avrupa ve Amerika’da bu sömürü düzenine karşı çıkacak bir ideoloji Avrupa ve Amerika’nın tarihsel gelişimine aykırıdır. Onun için, bu sömürü düzenine karşı çıkacak yeni bir uygarlık yaratılmadığı takdirde korkarım ki dünyamız 21. yüzyılın başında yeni bir paylaşım savaşının eşiğine gelebilir.
20. yüzyılda iki yüz milyon insan öldüren ‘Batı uygarlığı’ uygarlık adını hak etmiyor. Bu uygarlık kendi içinde uygar ancak kendi dışında barbardır. Bugünkü ‘Batı uygarlığı’ çelişik öğretiler yumağıdır fakat ne yazık ki ona ‘çağdaş uygarlık’ diyoruz.
Bilim ve teknolojiye ‘evet’, fakat Batı kültürü megalomanisine ‘hayır’ demek gerekir diye düşünüyorum. Uzun süreli bir dünya egemenliğiyle gerçeğin tekelini elinde tuttuklarını sanan Batılılar kapitalizmin getirdiği maddi güçlerini sürdürmek için geleneksel insani değerlerden kopmuşlardır. Ancak ne yazık ki biz dâhil bütün dünya da onları taklit ediyor.
Uygarlık tarihi dediğimiz koca insanlık tarihi baş döndürücü bir düşüştür aslında. Asıl hayvan; kötülük ve hasetten çatlayan, nazik ve riyakâr medeni insandır. Asıl orman; adaletsizlik ve şiddet, eşitsizlik ve sefalet dolu toplumsal dünya ile polis gücü ve ordularıyla devletlerdir. Toplumsal insan boğazına kadar kin, nefret, kıskançlık ve hınca batmıştır. Kin, güvensizlik ve nefretin kaynağı ilkel vahşilik değildir. Bu duygular, dünyanın yapay bahçesine hapsolmuş olan bizlere aşılanmış ve o zamandan beri hiç durmadan tomurcuk vermeye, yeşermeye ve tabiatımızdaki merhametli yüreklerimizi boğmaya devam etmektedir.''
Birden duraklamıştı Şehriyar... Dalgın dalgın uzaklara bakmış sonra da kaldığı yerden yavaş yavaş devam etmişti...
''Biz burada dünyanın fırtınalı bir bölgesine ait olmanın ve zorlu geçen bir tarihsel sürecin mutluluğunu ve talihsizliğini yaşıyoruz. Sınıflı toplumun çelişkileri burada zengin ülkelerdekilerden çok daha kıyıcı oldu. Medyada pek sık kullanılan ‘kitlesel sefalet’in buradaki adı; dünya nüfusunun yüzde altısının bütün dünyanın ürettiği zenginliğin yarısını dokunulmazlıkla tüketmesi için yoksul ülkelerin ödediği bedeldir. Çok azın refahı ve pek çoğun talihsizliği arasında açılan uçurum ve uzaklık yaşadığımız coğrafyada çok daha fazla, uzaklığı korumak için gereken yöntemler ise çok daha vahşiydi buralarda. Bu bölgede temel ihtiyaçlar dışında lüks içinde yaşamak insanın komşusunu sömürmesi anlamına geliyor. Sağır ve dilsiz bir kültürün ortasında kendimizi duyurabilir miydik? Bizimkiler sessizlik cumhuriyetleri idi…
Azınlığın israfı için çoğunluğun sefaleti gerekliydi. Azıcık kişi daha çok tüketmeyi sürdürsün diye çoğunluğun daha az tüketmesi gerekiyor. Ve kimse çizginin dışına çıkmasın diye sistem savaş silahlarını kat kat artırıyor. Sistem, yoksulluğa karşı mücadele etme yeteneğinden yoksun yoksullara karşı savaşıyor, bu arada egemen kültür, militarize kültür, iktidarların uyguladığı şiddete hayır duaları ediyor.
Eğer bu bölgede yeryüzü nimetlerinin sefası azıcığa ayrılmışsa çoğunluğun fanteziler üretmekle yetinmesi de zorunlu hale geliyor. Bu bölgede yoksullara zenginlik illüzyonu satılıyor, ezilenlere özgürlük illüzyonları, yenilenlere zafer düşleri ve güçsüzlere iktidar düşleri.’’
Şehriyar yine duraklamıştı burada... Yine derin nefes almış, o simsiyah gözlerini gözlerime dikerek, üzerine basa basa, tane tane söylemine devam etmişti:
‘’Her dakika pek çok çocuğun, gencin, insanın öldüğü bu topraklarda yürürlükteki sistemin kalıcı olması için birbirimize bizi ezenlerin gözleriyle bakmamız gerekiyor. Halk bu düzeni doğal ve bu yüzden de sonsuz olarak kabul etmesi için evcilleştiriliyor, sistem; vatanla, vatanseverlikle özdeşleştiriliyor, rejimin düşmanı vatan haini ya da dış mihrak olarak ilan ediliyor. Sistemin kanunu olan orman kanunu kutsallaştırılıyor bu topraklarda. İsraf, şatafat, teşhircilik ve vicdansızlık iç bulantısına, kusmaya yol açmıyor bilakis hayranlık uyandırıyor. Bu topraklarda artık ruh da dâhil olmak üzere her şey alınabiliyor, satılabiliyor, kiralanabiliyor ve tüketilebiliniyor. Bu toplumda bir sigaraya, bir otomobile, bir gazlı içeceğe, bir saate veya bir giysiye büyülü özellikler atfediliyor, bunlar insanlara kişilik kazandırıyor, hayatta zafere ulaştırıyor, mutluluk ve başarı getiriyorlar. Televizyon dizileri bir özenti kargaşasında, ülkenin politik gerçekleri ve toplumsal sorunların dışında geçiyor ve şiddeti ve nefreti olağanlaştırıyorlar.
Bu topraklarda ‘özgürlük’ politik mahkûmların yattığı bir cezaevidir. Burada bölgedeki pek çok terör rejimine ‘demokrasi’ deniliyor, ‘aşk’ sözcüğü insanla otomobili arasındaki ilişkiyi tanımlıyor, ‘devrim’den ise yeni bir deterjanın mutfakta yapabilecekleri anlaşılıyor, ‘zevk’ belirli bir marka şampuanın ürettiği bir şeydir, ‘mutluluk’ ise gazlı bir içeceğin verdiği bir duygudur. ’Huzur ülkesi’ bu bölgede genellikle ‘sessiz mezarlık’ anlamına geliyor. ‘Sağlıklı İnsan’ denilince de genellikle ’aciz insan’ anlaşılıyor...
Bu şekilde kimlikleri sürekli kültür işgalleriyle yıkılmış bölge halkları için sistem; bilinçleri manipüle eden, gerçekliği gizleyen, yaratıcı hayal gücünü ezen bir ‘kitle kültürü’ yaratıyor… ‘Kitleler için kültür’ demek gerekir aslında...
Bölgede kültürel yabancılaşmanın çoklu yöntemleri, uyuşturma ve iğdiş makineleri her gün daha büyük bir önem kazanıyor. Bilinçlerin sterilizasyonuna ilişkin formüller, doğum kontrol yöntemlerinden çok daha başarılı bir şekilde öğretiliyor. Gençlere politik katılım şansı vermeyerek eğlence ve israf toplumunun yan ürünü olarak dışarıdan ithal edilen ve parazit sınıfların yapay uzlaşmazlıklarından kaynaklanan ama bütün sosyal sınıflara önerilen sözde bir ‘protest kültür’ için en güvenilir zemin sunuluyor.
Bu şekilde kim olduğu ve nereden geldiği unutturulan bir toplumu nasıl bir değişim süreci harekete geçirebilirdi ki?
Böylesi bir toplumda hayatta kalabilmek için sağır ve dilsiz olmak gerekirdi. Kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor, daha faydasız ve daha acımasızdır.’’
Bu noktada da duraklamıştı Şehriyar… Şehriyar’ın durakladığı zamanlarda da benim gözlemlerime dair notlar da var:
Hindikuş dağlarından gelip yığılan bulutlar iyice kümelenmiş, bir aslan gibi kükremiş, gürlemişti gökyüzü... Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı dışarıda. Şimşekler ve yıldırımlar gecenin en koyu anını bir anda gümüşten bir güneşin aydınlığına kavuşturduğunda Hindukuş Dağları karanlıklar içinden gümüşten bir tablo gibi parlamıştı. Şimşek yansımaları Şehriyar’ın yüzüne vurduğunda mermerden bir heykel gibi görünürdü Şehriyar.
Ve bu kısa duraklamadan sonra devam etmişti anlatmaya Şehriyar:
‘’Ender istisnalar dışında kitle iletişim araçları en iyilerin, yani en güçlülerin yasal zaferinin sonucu olarak dünyanın eşitliksiz örgütlenmesini haklı göstermeye adanmış sömürgeci ve yabancılaştırıcı bir kültürü yayıyorlar. Geçmiş çarpıtılıyor ve gerçeklik konusunda ise yalan söyleniyor. Komünizme alternatif olarak tüketimi getiren, suçu; bir kahramanlık, vicdansızlığı; erdem, egoizmi; doğal gereksinim olarak yücelten bir yaşam biçimi öneriyor. Paylaşmak değil yarışmak öğretiliyor. Tanımlanan ve dayatılan dünyada insanlar otomobillerine aitler, kültür bir hap gibi tüketilir ama yaratılmaz. Gerçek ihtiyaçları gizlemek için yapay ihtiyaçlar yaratıyor. Televizyon kötü de kitaplar iyi mi? Acaba bize kendimizi küçük görmeyi ve tarihi yaratmak yerine tarihi kabul etmeyi öğreten kitaplar hiç de masum değil!
Bölgede egemen kültür diye bir kültür endüstrisi yaratılarak toplum; ekonomik, politik, toplumsal, kültürel ve ahlâkî bakımdan medya-eğlence-show endüstrisinin güdümüne sokuluyor. Yaratıcı hayal gücünün neredeyse tamamen yokluğu egemen kültürün temel niteliklerinden birini oluşturuyor. Bu kültürü üreten sınıf kopyacı, vekil bir burjuvazi, söylemleri demagojiden öteye gitmiyor.
Günümüzün yeni politik gerçekliği örneğin Afganistan’da bir Afgan ile bir Türk, bir Tacik ile bir Peştun ya da bir Hazar arasında daha az derin olamayan köken, gelenek ve hatta dil gibi farklılıklarını gün ışığına çıkarıyor. Bizi gerçekleştiren şeylerden yola çıkan, bizi oluşturan sayısız ulusal kimliğe saygı temeline dayanan bir Asyalı her şeyden önce gerçekleştirmemiz gereken bir görevdir. İzin verildiğinde bizim en has, bağlantısız kültürlerimiz kendi aralarında gayet kolay ilişki kuruyorlar. Pek çok neden ve gizem bize sadece Asya’nın değil, bütün dünyanın ve bütün kültürlerin yüzyıllar boyunca karışmak ve olmak için randevulaştıkları büyük bir vatanın parçacıkları olduğumuzu hissettiriyor. Irkların, köklerin ve istatiksel farklılıkların çok ötesinde. Pakistan ya da Hindistan’ın kültürel hazinesi, Kazak ve Kırgızistan’ınkiyle ilintilidir çünkü güncel gerçekliğin sunduğu çatışmalar karşısında birbirlerine cevap anahtarı sunarlar.’’
Tekrar susmuştu Şehriyar… Dışarıda ise yağmur dinmişti… Yağmur sularının sesi hariç tam bir sessizlik hâkimdi dışarıda… Akan yağmur sularında ay ışığının gümüşü yansımaları vardı. Baharda buradan başlardı Hind muson yağmurları ama sonbaharda da Hindukuş dağlarından gelen rüzgârların etkisiyle muson yağmuruymuşçasına yağardı bu yağmurlar… Toprak rengi, kahverengi, bulanık bulanık akan bütün bu sular İndus Nehri’nin kollarını oluştururlardı.
Şehriyar’ın derin derin nefes aldığını hissetmiştim. Sonra üzgün bir sesle anlatmaya devam etmişti Şehriyar:
‘’Buradaki hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor işte. Burada hayatın bedeli artıkça artıyor, hayatın değeri ise düştükçe düşüyor. Bu bölgede bir köylünün bir inekten az, bir tavuktan daha çok değeri var. Ülkemde ekenin toprağı yok, toprağı olan ekmiyor. Kırlarımız boşalıyor. Şehirlerimiz ise beton yığınlarına boğulup ülkeler kadar büyük cehennem oluyorlar. Sosyal adaletsizlik ve yaşamı hor görme ekonomik büyümeyle birlikte artıyor.
İnsanları tüketen tüketim toplumu, insanları tüketmeye zorlarken, bir taraftan da televizyon okumuşlara ve okuma yazması olmayanlara şiddet dersleri üleştiriyor. Gerçeklik televizyonu taklit ediyor, sokaktaki şiddet televizyondaki şiddetin başka araçlarla devamından başka bir şey değil ki!..
Vahşi kapitalizm uygarlığında, mülkiyet hakkı yaşama hakkından çok daha önemlidir, insanlar eşyalardan daha değersizdir, en çok malı olan değerlidir buralarda. Bu nedenle de insanlar 'değerli' olmaya değil, mallarını çoğaltıp 'önemli' olmaya çalışıyorlar. Eğer bir çocuk açsa ve bir fırından ekmek çalarsa adalet yakasına yapışır ve hapislerden hapis beğeniyor... Yok eğer adamın biri sokakta kıyafetini beğenmediği bir kadını katırlar gibi tekmelerse bu ülkedeki adil (!) adalet ona dokunmuyor, toplum içinde elini kolunu sallayarak gezebiliyor...''
Yine bu noktada sustuğunda Şehriyar derin bir sessizlik olmuştu... Sanırım benim notlarımı almamı bekliyordu Şehriyar... Notlarımı alıp Şehriyar'ın gözlerine bakınca devam etmişti:
''Tavşanlar gibi üreyen alt ırklara karşı gaz odaları yerine artık açlık kullanılıyor. Bu arada nüfus düzenleniyor. Dünya savaşlarının yokluğunda açlık, nüfus patlamasıyla savaşıyor. Bu arada yeni bombalar açları gözetliyor. Bildiğimiz kadarıyla her insan yalnızca bir kez ölebilir ama stoklanan nükleer silahlar her bir insanın on iki kez ölmesine yol açacak miktarda bulunuyor…
Açlığı öldürmek yerine açları öldüren ölüm musibetinden mustarip bu dünya bütün insanlığa yiyecek olarak vermeye fazlasıyla yetecek kadar besin üretiyor. Ama bazıları açlıktan ölüyor, bazıları hazımsızlıktan. Ekmeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan yirmi beş kat daha fazla asker var. 1970’den beri yoksul ülkeler askerî harcamalarını artırıyor ve kamu sağlığı harcamalarını yarı yarıya düşürüyor…
Demokrasinin iktidarsız olması için bazı ülkelerin sahipleri halkına korkudan başka yiyecek vermiyor: Kahvaltıda korku, öğle yemeğinde korku ve akşam yine korku. Hükümetler hükümetlik ediyor ama yönetemiyorlar. Gerçekçilik adına iktidarsız oldular ve bu felç durumunun bedelini ödeyerek ayakta kalıyorlar. Ancak bölgedeki diktatörler de hırçın ama beceriksiz, öfkeli ama bilinçsiz, yöntemleri de ezberden, yeniliksiz, kişiye bağlı, sistemsiz...
Bölgedeki sivil görünümlü askerî diktatörlük için mümkün ve gerekli kılınan iktisadi politika, senden çaldığını sana ödünç veren ve seni kendi ipinle boğan bir emperyalist sistemin hizmetinde aşağı yukarı aynen devam ediyor. Bu iktisadi politika ücretlileri cezalandırıyor ve spekülasyonları ödüllendiriyor, zenginliği yoğunlaştırıyor ve çalışanları karıncaya dönüşmeye zorluyor. Artık kimsenin çalışarak zengin olma çağına dair en ufak bir umudu bile yok. Artık korku var; işini kaybetme korkusu, iş bulamama korkusu, açlık korkusu, işsizlik korkusu… Ve burada insanlar yaşamak için çalışılmıyor, çalışmak için yaşıyor.
Bölgede kültürel baskı son yıllarda neredeyse bütün gazete ve dergileri kapatmakla, engizisyon ateşlerinde kitaplar yakmakla, sayısız bilim insanını ve profesyonel sanatçıyı sürgüne, cezaevine ya da bilinmeyen mezarlara mahkûm etmekle yetinmedi. Diktatörlük aynı zamanda toplantıları, insanlar arasındaki her türlü buluşma, diyalog ve tartışma fırsatını da yasakladı; diktatörlüklerin duvarların temizlenmesi konusundaki takıntısı da tesadüf değil. Cezaevi gibi işleyen ülkelerde duvarlarda yazılar ya da resimler ışıldamaz. Duvar yoksulların matbaasıdır: Risk alarak, gizlice, bir anlığına, dünyanın unutulmuşlarına ve yoksullarına hizmet veren bir iletişim aracı.
Bölgedeki askerî diktatörlükler ve sivil rejimler hiçbir şeyde ayrışmıyorlar, hemen hemen aynılar. Son yıllarda ortaya çıkan ya da yeniden ortaya çıkan demokrasiler takma ad kullanan diktatörlerden ibarettir. Nerdeyse bütün Asya’da olduğu gibi ülkem Afganistan’da da sosyal ve ekonomik yapıları demokratik değil, daha da kötüsü, antidemokratik.
Bölgede sürekli terleyen biri gibi sürekli şiddet üreten ve her ihtiyacı olduğunda devlet terörizmini uygulayan sistem, bitmeyen yalanlarına bahane olarak terörist şiddeti kullanmaktan çekinmiyor.
Buralarda demokrasi biçimsel bir seremoni gibi algılanıyor. İnançla uygulanmıyor, yalnızca Tanrı'sız bir ayinin iki yüzlü ritüeli: Halkın dört - beş yılda bir gün arzusunu ifade etmesine izin veriliyor ve sonra bu arzuya cezasızca ihanet ediliyor. Kabil’de duvarlarından birinde anonim bir el tarafından apaçık tanımlanmıştı: ‘Yalan söyle, iftira at, aldat, hile yap, kumpas kur, haksızlığı, hukuksuzluğu uygula, işkence et, çal, çırp, tecavüz et, öldür. Özür dilersen veya istifa edersen affedilecektir.’
Asya tarihi, beş yüz yıldan bu yana gerçekliğin ve sözlerin hiçbir biçimde çakışmadığı bir tarihtir. Yirminci yüzyılın sonunda da aynı toplum dilini kesip sana ifade özgürlüğü veriyor.
Bizim egemen sınıflarımız eskiden beri kopyacılık hastasıdırlar, kimsenin en iyi kopya edenden iyi olamayacağına inanmışlardır, anayurtlarındaki anayasal modellerin sadık reprodüksiyonlarını hazırladılar, böylece burjuva devrimi yapmadan ve burjuva sınıfımız olmadan bir burjuva anayasamız oldu.
Ülkede bağımsızlığı kazanan ve bu bağımsızlığı sahiplenen siyasiler, tüccarlar ve aydınlar sanki bu yeni ülkeler Fransız düşüncelerini tekrar ettikçe Fransa’ya dönüşeceklerini, sanki İngiliz mallarını tükettikçe İngiltere’ye dönüşeceklerini, sanki Rus içkilerini içtiklerinde Rusya'ya dönüşecekmiş gibi davrandılar. Bugün de onların mirasçıları, kusurlarını zorla taklit ettikçe Birleşik Devletler’e (ABD) dönüşecekmiş gibi davranıyor.
Ülkede askerî diktatörlük gitti ama geriye sivil diktatörlük kaldı. Yolsuzluk pek çok Asya ülkesinde gelenektir. Bu bölgede anketlerin sonuçları seçimlerin sonuçlarıyla çok nadir uyuşur. Ama bu sandık oyunlarından çok ağır ve çok daha derin olan bir başka sahtekârlık daha vardır: İktidar yapılarının sahtekârlığı. Ülkenin demokratik kurumları, demokrasi için değil, demokrasiye karşı işlemek için kurulmuşlardır.
Askerî diktatörlükten sonra gelen bu sivil diktatörler bu ülkelerin kurumsal yapısına çok zarar verdiler; ordularını, devlet bürokrasisini, hukuku ve adaleti, bilim, sanat ve eğitimi felç ettiler... 'Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette güneş batıyor demektir' diye bir Çin atasözü vardı... Bu ülkelerde bu atasözünü doğrularcasına kısa boylu adamların gölgeleri hep uzadı... Sivil iktidarlar liyakate değil de sadakate önem vererek her makama niteliksiz ama kendi adamlarını yerleştirdiler.
Ülkemde demokrasinin en büyük düşmanı, öyle görünmek için mümkün olan her şeyi yapsa da ordu değildi. Ülkemde demokrasinin en büyük düşmanı, ordunun gözettiği ve temelleri ekonomik sistemde olan bir iktidarsızlık yapısıydı...
Bu bölgede demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Evlilik sözleşmeleri, düğünler, nikâhlar aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ibadet, ayin Tanrı’dan daha önemlidir. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan değil. Bu bölgede bir şeyin olmaması için, olmadığını açıklamak yeterlidir. 'Yolsuzluk yoktur' denilince yolsuzluk yok oluyor.
Ülkemde sistem alçaklığı alkışlıyor, eğer başarılıysa; başarısızlığa uğrarsa da onu cezalandırıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor, az çalanı mahkûm ediyor. Barış çağrısı yapıyor, şiddet uyguluyor. Sana komşunu sevmeni vaaz ediyor ama aynı zamanda seni onu yiyerek hayatta kalmaya zorluyor. Bizi görmemek üzere eğitiyorlar. Eğitim eğitimsizleştiriyor, iletişim araçları iletişimsizleştiriyor. Ve eğitim ve iletişim araçları bizi tavşanı kedi saymaya zorluyorlar.
Gezegende olan her şey iktidar merkezlerinde tercüme ediliyor, uluslararası bir yalan sistemine tercüme ediliyor. Kitlesel yayının imaj ve görüntülerine dönüşmüş olarak geri gönderiliyor.
İktidarsızlığın güçlü, çok güçlü yapısı ekonomiyle başlıyor ama orada bitmiyor. Aslında azgelişmişlik şu demek: Yalnızca bir istatistik sorunu değil, yalnızca şiddetli çelişkilerle dolu bir toplum da değil¸ yoksulluk okyanusları, refah adacıkları, hayır, yalnızca bu da değil: Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısı oluyor…
Savaşların saygın nedenlerle gerçekleştirildiği söylenir; Uluslararası güvenlik, ulusal onur, ulusal gurur, demokrasi, özgürlük, düzen, uygarlığın gereği, Tanrı’nın isteği… Ama kimse itiraf etme dürüstlüğün göstermiyor: ‘Ben çalmak için öldürüyorum’ diye. Savaşların özü budur işte. Zaten savaş; zenginlerin terörü, terör ise; yoksulların savaşı değil midir? Bir de bu bölgede bu ölümleri de hep 'şehitlik' diye de kutsanıyor. Ancak iyinin kötüye karşı savaşında ölenler hep halktan oluyor…
Dünya askerî endüstriye, ölüm endüstrisine günde 2 milyon 200 bin dolar harcıyor ve bu rakam günden güne artıyor. Savaşların silaha ihtiyacı oluyor, silahların savaşa ihtiyacı oluyor, savaşların ve silahların da düşmanlara ihtiyacı oluyor. Bu nedenle de sistem hep düşman yaratıyor.
Askerî sanayi varlığını haklı çıkarmak için korku üretmeye ihtiyaç duyuyor. Vicdansız döngü: Dünya bir mezbahaneye dönüşüyor, mezbahane tımarhaneye dönüşüyor. Afganistan; bombalanan, işgal edilen, aşağılanan ülke, ancak günümüzün de en aktif cinayet ülkesi. İşgalcileri özgürleştirici olduklarını söylüyorlar, ama fark etmiyorlar ki orada umutsuzluktan ve öfkeden beslenen en bereketli terörist çiftliğini kuruyorlar.’’
Bütün bunları öylesine hızlı anlatmıştı ki Şehriyar, ben not almakta bayağı zorlanmıştım… Anlatımını da bölmemek için bir ara vermesini de istememiştim... Sonunda yorulmuş olacak ki Şehriyar bu noktada duraklamıştı… Ocaktaki ateş de sönmek üzereydi... Usulca kalkmıştı yerinden… Ocağa birkaç odun atmıştı… Sonra ocak başında oturmuştu bir süre… Ocakta parlayan ateş gecenin karanlığında alev alev Şehriyar’ın yüzünü yalamıştı… Sanırım benim not almamı tamamlamamı bekliyordu… Sonra kalkıp yanıma gelmiş ve hazır mısın der gibi gözlerime bakmıştı…
''Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de bölge insanı kendi kültürüyle, kendi kişiliğiyle, kendi özellikleriyle hasta… Kendi kültürü bölgeyi ve bölge insanını hasta ediyor, felç ediyor, ayaklarına pranga, bedenine cendere oluyor…’’
Yine duraklamış deriiiiin bir ah çekmişti Şehriyar… Sonra sanki kendi kendisi ile konuşurmuşçasına mırıldanmıştı Şehriyar:
‘’Bu sistem, bu düzen, bu devran böyle devam ettiği sürece bugün Celâlâbâd’da gördüğümüz Rus askerleri gider, onların yerine yarın Amerikan askerleri gelir!...’’
(Bu notları yazdığım tarihe bakıyorum… Sonra da Afganistan’ın Amerikan işgaline uğradığı tarihe bakıyorum... Şehriyar bana bu sözleri Amerikan işgalinden tam tamına 20 yıl önce söylemişti…)
Bu vakitler rüzgâr Hindikuş dağlarına yağan erken karın soğuğunu getirirdi… Bu nedenle dışarıda serin mi serin bir rüzgâr esmekteydi... Şehriyar konuşmasını bitirip ayağa kalktığında gün karşı tepeden doğmak üzreydi… Günün ilk ışıkları kapının eşiklerinden içeri girdiğinde sanki bir gölgeyi kovmak üzreydi…
Şehriyar'ın anlattığı karanlık da sanki beni boğmak üzreydi…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN