• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi17
Bugün Toplam469
Toplam Ziyaret3153977

Şems-i Tebrizî


Şems-i Tebrizî

27 Ocak 2017

Murathan Mungan'ın çok güzel bir şiiri vardı: ''Herkes ve Birkaç Kişi''. Şiir şöyle başlardı:

''Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman bir kaç kişi''

Bu şiirden yola çıkarak şunu düşünürüm: Mevlâna'yı herkes tanır, herkes bilir. Ancak Mevlâna'yı Mevlâna yapan, Mevlâna'nın hocası, Mevlâna'ya ayna olup onun kendisini bulmasını sağlayan Şems-i Tebrizî'yi bilen Mungan'ın şiirindeki gibi ancak ''birkaç kişi''. 

Bu sayfada Mevlâna'dan ve Şems-i Tebrizî'den çok bahsettim ama Şems-i Tebrizî'yi hiç anlatmamıştım. Bugün artık Şems-i Tebrizî'yi anlatmak vacip oldu!

Asıl adı Muhammed Şemseddin’dir. Melik Dad oğlu Ali adlı bir kişinin oğludur.  1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelir. (Bazı kaynaklar doğum tarihi olarak 1185 olarak verir.) Aslen Azeri Türklerindendir. Şemseddin (dinin güneşi), Şems-i Tebrizî (Tebrizli Şems- Tebriz Güneşi, şems; Farsça Güneş demektir), Kamil-i Tebrizî isimleri ile de anılır.

Şems genç yaşlarında zamanın ünlü bilginlerinden olan Tebrizli Ebubekir Sellaf’dan ders alır daha sonra ününü duyduğu bütün meşhur bilginlerden eğitim almak için diyar diyar dolaşır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine Şemseddin-i Perende (Uçan Şemseddin) ismi de verilmiştir.

Basit bir bâtıni dervişi değildir o. Mevlânâ gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirerek ona öte dünyanın pencerelerini açan üstün niteliklere sahip biridir o. Çok söze gerek yok; şu sıfat yeterlidir O’nu tarif etmeye; Mevlânâ’nın hocasıdır o. Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan kişidir o.

Mevlânâ Şems’i şöyle anlatır; "Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."

Mevlânâ, Şems’in kendisi için ne anlama geldiğini şu şekilde izah eder;

"Şemseddin'in ayağına, başım nedir ki feda edeyim.

Sen Şemseddin'in yalnız adını söyle bana canımı vereyim.’’

Mevlânâ şu şekilde tanıtır Şems’i;

‘’Benim aklım, şuurum..

Benim gözüm, kulağım Şemseddin'dir.
Benim dilime gelen her şey Şemseddin'dir.’’

Ve Mevlânâ Şems’e şu şekilde hitap eder; ‘’Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların peygamberi Şems-i Tebrizî.’’ Şems-i Tebrizî de Mevlânâ’ya kendisini şöyle ifade eder: “Sen eğer bâtına bağlı isen, ben bâtıninin bâtınisiyim, iyi dinle! Sırların sırrı, nurların nuruyum… Evliya benim sırrıma eremezler… aşk bile benim yolumda bir perde ve engeldir. Yaşayan aşk benim katımda ölüdür.” (Burada bahsi geçen bâtıni ifadesi Kur'an’daki âyetlerin ve hadislerin zâhir (açık) ve âşikâr (belli, belirli olan) anlamlarından ayrılarak, âyet ve hadislerin gizli ve sırlı anlamlarını, mânalarını bulmak iddiasında olanlara denir. ‘’Evliya’’ da ‘’veli’’nin çoğulu ‘’veliler’’ demektir.)

Şems, kendisi için de şunları söyler: “Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa, beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet (belge, senet, vesika) olur.”

Bu noktada ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ tanımı üzerinde durmak gerekir diye düşünüyorum. Mevlâna'nın şiirlerini verirken anlatmıştım ama tekrar etmede fayda görüyorum. Ne yazık ki toplum olarak ilkellikleri yaşadığımız günümüzde bu kavramların içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik. Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında. Aşk; candan sevmedir. Aşk; karşılıksız sevmedir. Sevgili ise; sevendir, gerçek dosttur. ‘’Aşk’’ın, ‘’sevgi’’nin, ‘’sevgili’’nin ve ‘’özleme’’nin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. Ne yazık ki günümüzde cinnete, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik. Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu.

Şems, Tebriz’de son olarak Ebubekir adlı hocasından da eğitim alır, ancak hocası onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar gezip sohbetine dayanabilecek bir dost arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder, istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir dost, bir öğretmen, bir hoca aradığını söyler; ama bütün öğretmenleri, kendine öğrenci yapıp arayışına devam eder.

Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmânî’yi (Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, künyesi Ebû Hâmid`dir,  Evhadüddîn lakabı ve Kirmânî nisbetiyle tanınır. Bu nisbeti sebebiyle İran`ın Kirman bölgesinden olduğu anlaşılmaktadır. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1237 -H.635- tarihinde Konya`da vefat eder.) bulup neyle meşgul olduğunu sorar. “Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmânî. Şems bu cevap üzerine:  “Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun?  Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der. 

Kirmânî Şems’in ellerine sarılıp müridi, öğrencisi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!” Ama Kirmânî ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Kirmânî “bunu yapamam” deyince, “O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmânî’ye; “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar.  “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems; “Erlerin huzurundan ırak ol! Bana arkadaş olamazsın. Bütün müritlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum. Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikati arayan olgun bir şeyh!..” (Mürid; talebe, öğrenci. Şeyh; kıdemli hoca, öğretmen.) Kirmani, bu sınavı geçememiş, onun asıl maksadını anlayamamıştır.

Şems, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir. Onu aramak için yollara düşmek ister,  fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu kendisine bildirilir.” Ancak Şems sabırsızdır. Sabrını dağıtmak için oyalanmaya çalışır, hatta para almadan inşaat işlerinde bile çalışır. Nihayet bir gün rüyasında; “Mademki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye sorulur Şems’e. Şems de “başımı!.” cevabını verir. Bu cevaba karşılık olarak Şems’e; ‘’bütün kâinatta Mevlânâ-yı Rumi’den başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi verilir.

Artık Rum ülkesine gitmek, o şerefli arkadaşla görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır. Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Çarşıda dolaşmaya başlar. Ana caddede, ata binmiş, talebeleri etrafında dört dönen birini görür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek atın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla: “Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlânâ Celaleddin misin?” diye sorar. Mevlânâ “evet” diye cevap verir. Şems; “Ey Müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?’’ diye sorusunu sorar. Sorunun farkındalığından kendinden geçen Mevlânâ, kendini toplayınca; “Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.” O zaman Şems; “O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile ‘Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun veçhile bilemedik’ diye buyururken, Bayezid, ‘Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!' demektedir?'' Mevlânâ şu cevabı verir; “Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu, ’biz senin göğsünü açmadık mı?’  şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.” 

Şemsi Tebrizî, bu cevap karşısında  “Allah” diyerek bayılır. Mevlânâ, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür. Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalarlar. Mevlânâ’nın bu andan itibaren bütün yaşamı değişmiştir. 

Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;

"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...

beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."

Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez. Mevlânâ medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.

Şimdi sıra imtihanlardadır... Mevlânâ tüm imtihanları geçer... Şems, imtihanlar sonunda Mevlânâ’ya; “Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu âleme ne gelmiş ne de gelecektir.” der. Şems, bu imtihan için; ‘’Ben Mevlânâ’nın ilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç âlemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikâye çerçevesine sığmaz.” der.

Ancak, Mevlânâ ve Şems’in bu dostluğunu, bu sevgilerini anlayamayanlar ve çekemeyenler fitne tohumlarını saçmaktan geri durmazlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süresince Mevlânâ tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir, hastalanır.

Şu dizeler dudaklarından dökülür Mevlânâ’nın;

"Herkes kendi zannınca benim yârim oldu,

içimdeki esrarı (sırları) kimse araştırmadı.
Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir.. lakin,
Her gözde onu görecek nûr,
Her kulakta onu işitecek kudret yok..."

Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...

Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler;

‘’Yalnız ben, Şemseddin diye terennüm etmiyorum ;

Bağda bülbüller, dağda keklikler ;
Şemseddin, Şemseddin diye terennüm ediyorlar.’’
(Terennüm etmek; şarkı söylemek)

Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlânâ’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlarlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlânâ hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline bir mektup vererek Şems’i alıp gelmesini söyler. Şems Sultan Veled ile beraber Konya’ya geri gelir.

Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş ‘’Kimya’’ adındaki genç ve güzel kız Şems’le evlendirilir.

Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın diğer oğlu Alâeddin Çelebi bile kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta kıskançlık, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler. Şems ile Mevlânâ, eğitimlerinin en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar.

Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmiş Şems’in vazifesi tamamlanmış, daha önce  kendisine bildirilen hüküm gereğince Şems’in başını feda etme zamanı gelmiştir. Bu sırada Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat eder.

Onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlânâ’yı elinden kurtarmak (!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler. 1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. 

Şems ve Mevlâna bir gece sohbet ederken kapı vurulur ve dışarıdan kalabalık bir güruh; ‘’Şems! dışarı çık'' diye bağırır… Mevlâna yaklaşan acı kaderi sezmişçesine ‘’çıkma’’ diye yalvarır. Şems gülümseyerek cevap verir: "Telaşlanma! Verdiğimiz sözü tutma vakti gelmiştir." diyerek kapıya yönelir.  Mevlâna: ‘’Ne sözü, nereye gidiyorsun niye?'' diye ellerine yapıştığında Şems yıllardır sakladığı sırrını söyler: "Şam’da Rabbime yalvarmış, aşkımı seyredeceğim bir ayna istemiştim Rabbim seni verdi sende seyrettim." "İyi işte seyre devam edelim’’ der Mevlâna. Şems; "Rabbim de bana demişti ki, ‘’O aynayı verirsem ne bağışlarsın?’’ Tereddütsüz şöyle demiştim; ‘’Başımı veririm."

Şems dışarı çıkar. Sadece bir ‘’Allah!!!’’ nidası duyulur. Sonrasında Ay ışığında yerde üç beş damla kan seçilir ama ne baş ne ceset ne de katiller gözükür. Aşk sır olur. Mevlâna’yı sahiplenenler, onu paylaşmak istemeyenler şehit etmişlerdir Şemsi. Ancak Şems'den hiçbir iz yoktur...

Bu son ayrılıktır.  Mevlânâ yine umutsuzca aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:

“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”

Şems’in öldürülüşünde rolü olduğundan emin olduğu içindir ki, oğlu Alâeddin öldüğünde onun cenaze namazını kılmaz Mevlânâ!...

Şems-i Tebrizî’nin bize bırakmış olduğu tek eser onun "Makâlât" isimli eseridir. (Şems-i Tebrizî, Makâlât, Ataç Yayınları, 2009) Makâlât konuşmalar demektir.  Mevlânâ’nın Mesnevisi gibi bu eseri de Şems kendisi kaleme almamıştır.  Konya’da bulunduğu iki buçuk yıl boyunca medrese ve camilerde verdiği vaazlardan oluşan bu eser, Mevlânâ’nın teşviki ile müritleri tarafından kaleme alınmıştır. Bu konuşmalar bütünü "Esrar-ı Şems al-Din-i Tebrizî" veya "Hırka-yı Şems-i Tebrizî" ismiyle Mevleviler arasında bilinmekle beraber en yaygın unvanı "Makâlât-ı Şems-i Tebrizî"dir.

Şems-i Tebrizî'yi anlatan çok kitap vardır. Ama içlerinden özellikle Ahmet Ümit'in ''Bab-ı Esrar'' (Doğan Kitap, 2008) isimli kitabı bir başkadır. 

Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve Mevlânâ’nın "En güzel türbe gök kubbedir" sözünü kanıtlarcasına mütevazı ve sade bir türbe vardır. Herkes Mevlânâ türbesini ziyaret ederken Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı pek kimse bilmez. Şems Parkındaki bu türbe, Mevlânâ’yı hakikatin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır; Şems-i Tebrizî. Gerçi bu türbedeki sanduka boş mudur, Şems-i Tebrizî burada mı medfundur, defnedilmiştir bilinmez.

Konya’daki türbenin dışında Niğde’deki Kesikbaş Türbesi’nin de Şems’e ait olduğu söylenir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz’de Geçil denilen mezarlıkta, Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri vardır. Hoy’daki türbesi ‘'Unesco Dünya Kültür Mirası''na aday gösterilmiştir. 

Bu türbelere çeşitli rivayetler atfedilmektedir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya’dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, önce Tebriz’e oradan da Hindistan’a gelmiş, meczup ve perişan yıllarca ormanlarda dolaştıktan sonra Multon şehrinde vefat etmiştir.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söyler Mevlânâ. Mevlânâ'nın söylediği gibi Şems-i Tebrizî’nin mezarı da belki anlatılan yerlerin hiçbirinde değildir. O muhtemel ki âriflerin gönüllerindedir.

Yazımın girişinde Murathan Mungan'ın ''Herkes ve Birkaç Kişi'' isimli şiirinin başlangıcını vermiştim ya... İşte bu şiir şöyle biterdi:

''Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikayelerdir geriye kalan''

Evet; çığ altında kalan sele kapılan, aşktan ve acıdan ölen bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter. Aslında onların hikayesidir anlatılan, diğerleri dinler, seyreder, geçer gider, geçer gider herkes. Hikayelerdir geriye kalan...

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN




Yorumlar - Yorum Yaz