• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi26
Bugün Toplam636
Toplam Ziyaret3154144

Şairlerin en garibi


Şairlerin en garibi 

26 Ocak 2019

Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!... Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış, kullanmamış dedik… Ettik de iyi halt ettik: Aşkı, sevgiyi, özlemi, sevinci, istenci, hüznü, melâli, hayali, duyguyu, düşünceyi, ufku, âfâkı, sevdayı, iyiyi, güzeli, zevki, sefayı ve latifeyi anlatacak kelimelerimiz kalmadı…

Sonunda susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç biilaç, sefil, sersefil, susuz, gıdasız, aşksız, sevdasız, sevgisiz, duygusuz, düşüncesiz sonuçta kelimesiz ve nefessiz kaldık!

Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış… Bu şekilde dışladığımız ve kaybettiğimiz her bir şairimiz için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…

Bugünkü yazımda; yine bu ayırımcılığa maruz kalan, şiirlerinde Osmanlıca kullanıyor, aruz ölçüsü kullanıyor, şiirleri hüzün şırınga ediyor diye yok saydığımız, dikkate almadığımız, unuttuğumuz bir garip şairimizi anlatacağım...

Bugünkü yazımda; yüzünde hüzün neşidelerinin gizli gizli çığlık attığı, şiirlerinde musiki olan, kafiyelerin, aruz ölçüsünün, yalnızlıkların, melâlin, hüznün, akşamın, imge dünyasının, garipliğin, unutulmuşluğun ve en asil duyguların insanı ve Fecr-i Âti’nin muhteşem, muhteşem olduğu kadar da garib olan bir şairimizi anlatacağım... 

Ancak; sizler de anlatacağım şair gibi; '’O Belde’’ de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyseniz eğer… Melali anlamayan nesle siz de âşinâ değilseniz eğer… Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada suya attığınız taş, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluksa eğer…. Gün ışığı yerine aydınlık diye aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen ziyalardan siz de mustaripseniz eğer… Ve bu nedenlerle de siteminiz bir feryâd bir figân halinde çığlık çığlığa arş-ı âlâya yükseliyorsa eğer... Bu yazımı okumanızı isterim… Anlatacağım şairi de bu yazımı da daha iyi anlarsınız o zaman… Yoksa eğer; size uzun, içi boş ve anlamsız gelecek bu yazıma dalıp da değerli zamanınızı ziyan, bu güzel gününüzü heder etmeyesiniz derim…

Anlatmak istediğim bu garip şairimiz Ahmet Hâşim'dir... Yakın zamanda Ahmet Hâşim’in ‘’O Belde’’ isimli şiirini verince, dün de Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet ile olan atışmalarını yazınca artık bana da Ahmet Hâşim’i anlatmak farz oldu!...

Ahmet Hâşim'i anlamak için mutlaka önce çocukluk yıllarına gitmemiz gerekir diye düşünüyorum.... Çocukluğunu anlamadan Hâşim'i anlayamayız diye düşünüyorum...

Çocukluğu ve gençlik yılları

Ahmet Hâşim, 1884'te Bağdat'ta doğar. Çocukluğu Bağdat'ta geçer. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur... Çok zeki ve duyguludur. Çocukluğu, hassas yaradılışlı ve hasta bir anne ile katı bir baba arasında geçer. Alkolik olan babasının kötülüklerinden kaçmak için akşam ve gece vakitlerini annesiyle birlikte Dicle’nin kıyısında, ay ışığı altında, bir çift gölge gibi sessiz sessiz dolaşarak, yürüyerek geçirirler. 12 yaşında iken annesinin vefatıyla birlikte, en büyük dayanağını da yitiren bu çocuğun içine öksüzlük duygusu bir daha gitmemecesine yerleşir.

Ahmet Hâşim, annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul'a gelir. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okur. Ahmet Hâşim, muhtaç olduğu ilgiyi, yakın aile çevresinde göremediği gibi, on iki yaşından sonra gittiği Galatasaray Lisesi’nde de göremez. Yabancılık ve yalnızlık duygusu, arkadaşlarının ''pis Arap'' vb. alayları; öğretmeninden müstahdemine değin tamamen kendisine yabancı olan bir çevre, ondaki öksüzlük duygusunu büsbütün körükler. Şiir-i Kamer, Hilal-i Semen şiirleri, onun ruhundaki bu hazin boşluğu dile getirir. Bu nedenlerle çevresine güvenini yitiren Hâşim; sinirli, aksi ve kırıcıdır. Bu hâl aşklarına ve nişanlılarına da yansır.

Ahmet Hâşim, Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisi olur. 1907'de mezun olur. Bir süre Reji İdaresi'nde çalışır. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam eder.  Hukuk eğitimini bırakıp, Fransızca öğretmenliğine atandığı İzmir Sultanisi’ne İzmir'e gider. İzmir’deki öğretmenliği sırasında Fecr-i Âti topluluğuna katılır(1909), Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, ''Dergâh'' dergisinde (1921-1922), ve ''Yeni Mecmua'’da (1923) görülür.

1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yapar. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedeksubay olarak geçirir. Mütareke'den sonra İstanbul'a döner. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yapar. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verir. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalışır. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazar.

Şiire lise öğrenciliği yıllarında başlar. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür. Şiirleri Şeyh Gâlib'in parıltısını taşır.

Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlanır. Bu şiirleri kitaplarına almaz. . 1921'de basılan ilk şiir kitabı "Göl Saatleri"nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İkinci ve son şiir kitabı ise "Piyale" (1926) kitabıdır.

Bu iki kitap dışında ise Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan bir şiir kitabı daha vardır: ‘’Şairlerin En Garibi Öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014) Bu kitap Hâşim'in ilk şairlik dönemini kapsayan şiirleri ile Piyale'den sonra yayınlanan olgunluk dönemi şiirlerinden oluşmaktadır. 

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre o dönemdeki gençler için önemli üç şairden birisidir Ahmet Hâşim. Diğer ikisi ise Abdülhak Hâmid ve Yahya Kemal’dir. Günümüzde de lise Edebiyat derslerinde hep Yahya Kemal ile mukayese edilir Ahmet Hâşim…

Şiirinin poetikası

Hâşim şiirlerinde sembolizme sığınır, kapalı yazmayı tercih eder, gerçekçi ve faydacı şiir anlayışından uzak şiir yazar. Hâşim’in ağdalı şiir dili ilerleyen yıllarda Yahya Kemal’in de etkisiyle sadeleşse de kapalılığından ve mecazlarından bir şey kaybetmez. Hâşim şiirlerinde gerçek dünyanın arazlarından kaçarak kendi içine kapandığı hayal dünyasının imgelerini sembolleştirir.

Hâşim’in şiirlerindeki melâlin sebepleri annesini erken yaşlarda kaybetmesine, çirkinliğine olan inancına ve bundan kaynaklanan öfkesine bağlanır. Hâşim’in bu karamsarlığının bir nedeni de karamsar Fransız şair Charles Baudelaire’den etkilenmiş olduğudur. Bu melankolinin, bu karamsarlığın sebebini anlatırcasına bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: "Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu."

Hâşim, şiirlerinin kapalı ve anlaşılmaz olduğu iddialarına karşı bir cevap olarak çok keskin ve müstehzi ifadelerle ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ adlı makalesini yayınlar. Hâşim, daha sonra bu makalesini ‘’Piyale’’’ isimli şiir kitabının girişinde kullanır.

Hâşim "Piyale"nin girişinde yer alan "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" makalesinde özetle şunları söyler:

‘’Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.’’

Hâşim, şiirde kapalılığı savunur. Hâşim’e göre bir şiirin açıklamasını yapmak çok anlamsızdır. Her okuyan o şiirden ayrı bir şeyler çıkarabiliyorsa o bir şiirdir diye düşünür.

Ben günümüz Türkçesiyle anlattım ama Hâşim, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ makalesinde kendi sözcükleriyle şu cümleleri kullanır:

"Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâz-ı kanundur. Şairin lisanı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır."

"Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır."

" 'Mânâ' araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra'şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan sihrengiz sesi telafiye kâfi midir? (...) Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânası değil, cümledeki teleffuz kıymetidir."

Önemli gördüğüm için Ahmet Hâşim’in "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" isimli bu makalesinin tamamını konunun dağılmaması açısından yazımın sonunda veriyorum...

"Piyale" kitabındaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir. Hâşim, şiirlerinde fazlasıyla sembolist bir yaklaşım sergiler bunu en iyi görebileceğimiz şiiri ise ‘’Merdiven’’ şiiridir.

İlk şiirlerinin üzerinde Bağdat’ta geçen çocukluğunun, Dicle nehrinin ve Dicle akşamlarının, gecelerinin ve annesinin vefatının yoğun etkileri görülür. Hâşim'in ‘’akşam’’ sevgisi hususunda da değişik rivayetler vardır.  Hâşim’in kendisini çirkin gördüğünden karanlıktan hoşlandığını rivayet edilir.  Ancak Hâşim ‘’akşamı’’ kendisinin de belirttiği gibi yalnızca şiiri için, sembolik manası için sevmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hâşim için; ‘’Hayatını âdeta kasten darlaştırmaktan hoşlanırdı’’ diye yazar. Hâşim’in bu özelliği şiirlerine de yansır.

‘’O Belde’’ (yine yakın zamandan sitemde ayrıca anlatmıştım), ‘’Karanfil’’, ‘’Merdiven’’, ‘’Ölmek’’, ‘’Bir günün sonunda arzû’’ (yine sitemde anlatmıştım) ve ‘’Parıltı’’ isimli şiirleri en güzel şiirleridir.  Bu şiirlerin de tamamını yazımın sonunda veriyorum. 

Hâşim, sembolizmin Türk edebiyatındaki öncülerindendir. "O Belde" şiirinde geçen ünlü "melali anlamayan nesle aşina değiliz" dizesi ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti edebiyatını tek bir dize ile özetler.

En önemli eserlerinden sayılan "O Belde" ile şair gerçek dünyadan uzaklaşıp kendisini kendi kurduğu bir hayal dünyasına götürür. ‘’O Belde’’de Hâşim gerçek dünyadan ayrı ideal bir dünya düşler. Bu hayal ürünü beldede kadınların ne kadar masum, ince, huzur veren yaratıklar olduğunu vurgular. Bu düşüncesi annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden de geldiği bilinir. Hâşim’in "O Belde" ile anlattığı ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş şekli olduğu düşünülür…

Hâşim’in şiirlerinde en çok kullandığı imajlar, sarı ve kızıl renkler, sararan sular, yanan sular, akşam, kamış, vs. dir. Güneşin batışındaki ve doğuşundaki kızıllık şiirlerinde çok geçer. Hâşim, koyu kıskançlığını, hırsını, hayata ve kendine karşı olan tükenmez nefretini, merhametini, aşkını, ıstırabını, sıkıntısını, geçmişini, bunalımlarını, çirkinliğini, dostlarını, düşmanlarını, tabiatı, karanlığı şiirlerine aktarır.

Ahmet Hâşim, lise talebelerini şiirden ve edebiyattan bir ömür boyu soğutan aruz vezni hakkında, daha doğrusu aleyhine – kendisi aruz vezninin ustası olmasına rağmen-  artık bu veznin devrinin bittiğini belirtecek şekilde şunları yazar:

‘’Bundan on beş, on altı sene evvel Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek…. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengarenk çinilerle kaplanmış bir veli ya da sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.’’

Ahmet Hâşim’e yapılan eleştiriler

Nurullah Ataç "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için; şöyle yazar: ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona 'Ahmet Hâşim çağı' diyecekler." Ve şöyle devam eder Ataç: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor" diye yazar.

Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişi büyük haksızlıklar, saygısızlıklar eder Hâşim’e… Yahya Kemal kendisinden ‘’çirkin Arap’’ diye bahseder.  Falih Rıfkı Atay da kendisi hakkında iyi yorumlar yapmaz bir eserinde. Keza Peyami Safa da Hâşim’i eleştirir yazılarında.

Salâh Birsel, ‘’Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’’ (Sel Yayıncılık., 2012) isimli kitabının "Beyaz balina beyazı" bölümünde (s. 82-83) Hâşim’in düzyazısı hakkında şunları yazar: "Hâşim’in yaşadığı günlere bakacak olursanız, çoğu yazarların-bunların içinde dostları da vardır elbet- onun gözünü oymak için sıraya girdiklerini görürsünüz. En yufka ozanlardan Orhan Seyfi bile Hâşim’in düzyazılarını över de laf, ozanlığından açılınca onu çaylaklıkla suçlar.''

Hani bir paragraf önce bahsetmiştim ya Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişinin kendisine büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yaptıklarını... İşte bunlardan bir kısmını da Salâh Birsel bu kitabında anlatır…

Nâzım Hikmet, bir şiirini eleştirmesi üzerine Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirinde (ki dün bu tartışmayı ve şiiri anlatmıştım) Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve ona “Bağdadî Şaklaban” diye hitap eder. Ahmet Hâşim'in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden "şiirinde uşak ile kuşağı iyi kullanmış" diye olgunlukla karşıladığı söylenir. Nâzım'ın şiirini olurken, Nâzım’ın ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabında Hâşim hakkında şu olayı anlatır:

Ahmet Hâşim yedek subay olarak Çanakkale muharebelerine katılır. Cepheden döndükten sonra iş için başvurduğu bütün kapılar yüzüne kapanır. Ayrıca Bağdat’ta doğması kastedilerek "senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!" diye hitap ederler. Bunun üzerine "öyle ya" der Hâşim, "harp olur Ahmet Hâşim vatan müdafaasına çağırılır; sulh olur, vatandan kovulmak istenir." Bu memlekette her daim olduğu üzere!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen kitabında "Ahmet Hâşim bizim bildiğimiz, beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, onun içindir ki, şiirlerinde, kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu"  diye yazar.

Düzyazıda Ahmet Hâşim

Şiiri söz ile mûsiki arasında, sözden ziyade mûsikiye yakın tarif eden Hâşim kelimelerini de buna göre seçer, itinayla konuşurmuş.

Günün birinde Ahmet Hâşim tıraş olurken bir yandan da berberine bir şeyler anlatıyormuş. Berber bir vakit sonra: "Beyefendi söylediğiniz her kelimenin manasını biliyorum. Fakat ne dediğinizi anlayamıyorum." der. Hâşim arkasını dönüp Yakup Kadri’ye: "Gördün mü Yakup? Bizi en iyi bu adam anladı" der.

Hâşim, kelimeleri düz yazıda da şiir kadar güzel kullanır. Hâşim’in üç düzyazı kitabı vardır. Bunlar şu üç kitaptır; ‘’Bize Göre’’' (Altın Kitaplar, 2005)  '’Gurabahane-i Laklakan'’ (Düşkün leylekler evi) (Yapı Kredi Yayınları, 2011) ve ‘’Frankfurt Seyahatnamesi'’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017)

Hâşim’in düzyazısını şiirinden üstün tutmakta Yusuf Ziya, Halit Fahri, Nurettin Artam da birbirleriyle yarışır. Cenap Şahabettin de düzyazısını sevdiğini söyler. Ozanlar arasında ise onun adını anmamaya ayrı bir dikkat gösterir. 

"Rindlerin Ölümü" şiiriyle sonradan onun etkisine iyisinden sığınacak olan Yahya Kemal bile kestirmeden giymeyi yeğler: ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur.’’ Bu sözler onun düzyazısını yüceltmek için de söylenmemiştir. Amaç, ozanlığını ayaklar altına almaktır. Oysa bunların tümü ozanlıkta -Yahya Kemal bir yana- Hâşim’in yanından bile geçemezler. Bütün bu zerzevat içinde Hâşim’in şiirine değer veren sadece Halit Ziya, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, İzzet Melih ve Fazıl Ahmet'tir. Bunlara belki bir de Abdülhak Şinasi ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu eklenebilir. Ama Samipaşazade onu az buçuk "egzantrik" de bulur. Fazıl Ahmet ise ona "zakkum ve cehennem taşı" gözüyle bakar." Yakup Kadri ‘’Ahmet Hâşim Monografi’’ (İletişim Yayıncılık, 2000) eserinde Hâşim için şu yargıya varır: ‘’Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.’’

Bu tartışmaların yanında Ahmet Hâşim hakkındaki daha kapsamlı ve sağlıklı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerden şu iki kitabı Hâşim’i hakkıyla tanımak için önerebilirim. Birincisi Abdülhak Şinasi Hisar'ın (kendisi Hâşim’in okul arkadaşıdır aynı zamanda) "Ahmet Hâşim, Şiiri ve Hayatı" (Yapı Kredi yayınları, 2006) adlı kitabı, diğer ise Memet Fuat'ın "Ahmet Hâşim" (Yapı Kredi Yayınları, 2008) isimli kitabıdır. Ahmet Hâşim şairliğinin ötesinde aslında iyi bir denemecidir de. Yahya Kemal’in yukarıda bahsettiğim; ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur’’ sözü bunu doğrular. Hâşim’in o zamanlar gazetelerde yazdığı yazıları araştırmacı İnci Enginün ile Zeynep Kerman birlikte kitap haline getirmişlerdir. (Ahmet Hâşim, Bütün Eserleri, Dergâh Yayınları, 2009) Tabii ki Ahmet Hâşim’in daha önce bahsettiğim kendi düşüncelerini anlattığı ‘’Bize Göre’’ (Altın Kitaplar, 2005) kitabı da Hâşim’i tanımak için okunmalı diye değerlendiriyorum.

Aşk ve evlilik üzerine

Ahmet Hâşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı kitabında aşk ve evlilik üzerine yaptığı tespitler defalarca okunacak ifadelerle doludur. Bu kitabında Hâşim ‘’Hemen her sabah’’ başlığı ile şunları yazar:

"Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: "Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh...

Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont'un (Remy de Gourmont, Fransız yazar ve şair, 1858 - 1915) dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi dökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.

Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir ki?"

Hâşim’in kendi sözcükleriyle; ‘’aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir.’’ .’’En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır.’’ (Maşuka: Âşık olunan kadın) Aşk konusunda şu sözlerin de sahibiydi Hâşim: "Hüzünde haz varsa, aşk o zaman vardır!" ''Âşık, yüz bulmayan adamdır.''

Aşk ve evlilik konusunda böylesine düşüncelere sahip olan Hâşim gerçekte de aşk ve evlilik konusunda sıkıntıları vardır. Birçok sevgilisi olmuş, birçok kez nişanlanmış ve her seferinde ayrılan taraf kendisi olmuştur. Belki onun o büyük anne sevgisi, sevgilerine olan sevgisinden üstün olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" isimli kitabında Hâşim’in bir nişanlısının annesinin incecik boynunu uzatarak konuşurken tıpkı içinden su boşalan bir ibriği andırmasını gerekçe göstererek "ben böyle bir kadınla bir evde yaşayamam" diyerek, nişanlısının da annesinden ayrı yaşayamayacağını söylemesi üzerine evlenmekten vazgeçtiğini yazar. Nişanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim’in, evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse, eski sevgilisi ya da onun annesi değildir diye sarılıp öptüğünü yazar Yakup Kadri.

Hâşim yine nişanlılarından birinin ailesine akşam yemeğe gitmiş. Yemekte, zeytinyağlı sarmayı çok beğenmiş, bunu da müstakbel kayınvalidesine ifade etmiş. Yemekten sonra evine dönerken, ceketinin cebine bir bakmış ki bir paket. Müstakbel kayınvalidesi, bekâr bir adam ne de olsa evde yer diye yaprak sarmasının geri kalanından bir paket hazırlamış ve Hâşim’in pardösüsünün cebine gizlice yerleştirmiş. Vapurda cebinde bu paketi fark eden Hâşim buna çok bozulmuş. Sarma paketini vapurdan denize fırlatmış ve nişanlısından da bu nedenle ayrılmış.

Ancak bir kadını öylesine çok sevmiş ki ‘’yanımda olmayışın beni harap ediyor’’ diyecek kadar âşık olmuş o kadına. Öyle bir sevmiş ki o kadını ölmeden üç hafta önce (!), hasta hasta nikâhlanmış kadınla, sırf emekli maaşı ona kalsın diye.

Mina Urgan ‘’ Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018) isimli kitabında Hâşim’e olan hayranlığını saklamaz. Kitabında Mina Urgan, Hâşim’i şöyle anlatır:

"Hâşim kendini çirkin sanırdı. Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem: Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice medyana çıkarmak amacıyla, onun fotoğrafını, iki güzel erkeğin fotoğrafı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotoğrafını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü bir genç olan Yahya Kemal'inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce kendi fotoğrafını paramparça etmeyi de unutmamış."

Mungan’a göre, Ahmet Hâşim gerçekten de pek yakışıklı bir erkek değildir, yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardır. Mina Urgan, kitabında Hâşim’e olan hayranlığını da şöyle ifade eder: "Gelgelelim, zekâ eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Hâşim’in gözlerinden fışkıran zekâ, onu dakikasında güzelleştirirdi."

Müfettiş Ahmet Hâşim

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili ve birinci meclisin adalet bakanı olan Refik Şevket İnce'ye (Refik İnce: 1950 Demokrat Parti iktidarının ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı, Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi) müfettiş olarak gönderildiği Anadolu’dan 3 Eylül 1919 tarihli bir mektup yazar. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) (Bu sitemde ‘’Sakallı Celal’’i de anlatmıştım) yer alır (s.45-46). Bu mektup aynı zamanda 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Mektubun bir kısmı şöyledir: Yine konunun dağılmaması için mektubun tamamına yazımın sonunda yer veriyorum.

''Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm... Anlamışlar ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile bîhaberdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişi-güzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celal’in dediği gibi, en nefis icatları yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. ... Anadolu hemen baştanbaşa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.''

Bu mektup; Reşat Nuri'nin deyişiyle "mistik, uzak evliyalar diyarı", zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu’nun 1919 yılındaki içler acısı halini anlattır. Bu mektup; Osmanlının Anadolu’yu nasıl da ihmal ettiğini gösterir… Bu mektup; dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş bu coğrafyanın mahzun ve mağmum insanlarını anlatırdı…

Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ü, Cumhuriyeti beğenmiyorlar ya!... Bu satırlardan onlar acep ne anlarlar ki? Burada hazin olan bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının bu sefalete sebep olanların hasretiyle yanıp tutuşuyor olmalarıdır. Daha da vahimi bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının, hem de cami minberlerinde, elde kılıç, arlanmadan, utanmadan, arsızca ve hayasızca kendilerini bu sefaletten, bu işgalden kurtaran Kahramanı lanetle anıyor olmalarıdır…

Şairlerin en garibi öldü

Şair hastadır... Hasta yatağında yatmaktadır. Böbreklerinden rahatsızdır Hâşim. Boğazına da düşkündür ve doktorların perhizine uymaz. Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte şairi hasta yatağında ziyarete giden Ahmet Hamdi Tanpınar, yanından ayrılmak için ayağa kalktıklarında, onun, "şairlerin en garibi öldü" diye sayıkladığını kaydederler. Bunu Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli bir yazısının “Dört Beş Hatıra” bölümünde anlatır… Girişte bahsettiğim Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan şiir kitabının adı da buradan gelmektedir: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014)

Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli yazısında ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretinden sonra vapurla karşıya geçerken şunları yazar: ‘’Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmet Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (ölüm) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor, dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.’’

Ve ‘’şairlerin en garibi’’ 04 Haziran 1933 tarihinde vefat eder…

Ve bu şekilde hüzünlü, çileli ve fırtınalı bir hayat sona erer. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyimiyle "ölüm yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştır."

Vefatının hemen ardından hazırlanan ‘’Mülkiye’’ dergisinin Haziran 1933 tarihli 27. sayısının Ahmet Hâşim özel nüshasında Şükûfe Nihal (Şükûfe Nihal’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) şair için şu sözleri kaleme alır: "Seni gömdüler... Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü..."

Ahmet Hâşim’i Eyüp Mezarlığı’na gömerler… Hâşim’i gömerler ama Hâşim’im garipliği mezarında da devam eder... Çünkü nereye gömdüklerini de kaydetmezler… Yıllarca Hâşim’in kabri kayıp kalır... Hâşim’in Eyüp’teki Mezarlığı ancak 2000’li yılların başında bulunarak restore edilir... 

Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Hâşim’in mezarının bulunmasını şöyle anlatır:

‘’2000’li yıllardı ve rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca’nın ikazıyla Ahmet Hâşim’in ve Ziya Osman Saba’nın kayıp mezarlarının mezarlarının peşine düştüm. İkisi de Eyüpsultan’da yatıyordu, lâkin yerlerini bilen yoktu. O dönemde aktif gazetecilik yapıyordum. Derin araştırmalara girdim, birçok yazara, edebiyat tarihçisine sordum. Ama ne yazık ki hiçbir kişi ve kurumdan bilgi alamadım. Sonunda Vakıflar’da çalışan kültür tarihçisi Nedret İşli ile birlikte Eyüpsultan Mezarlığı’na gittik. Uzun araştırmalardan sonra Ahmet Hâşim’in mezarı bulundu. Eyüp Belediyesi ve Kültür Bakanlığı o zaman duyarlı davrandı ve mezarlığı restore etti. Harap olan kabri tamir ettirdi, çevresini temizledi. Şimdi, Piyerloti’ye çıkarken ilk sol sokak üzerinde Ahmet Hâşim’in mezarını gösteren levhalar görürsünüz. Ziya Osman Saba için ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bir sonuç alamadım."

Şimdi şair Eyüp Mezarlığı’nın derinliklerinde eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla ‘’O Belde’’de sürgün cezası çeken bir müebbed mahkûm gibi yatmaktadır.  100 metre ötesindeki gururlu beyaz mermeri son derece bakımlı ve tertemiz bir Necip Fazıl mezarının yanından ister istemez mukayese ile geçersiniz. Oradan da Piyerloti’ye çıkmaya devam ederseniz eğer hemen sağ kol üzerinde de Hâşim’in mezarının bulunmasına vesile olan Ahmet Kabaklı’nın mezarını görürsünüz.   

Eyüp sırtlarındaki mâi gölgeli beldeden cüdâ kalarak müebbed mahkûm olduğun o neyf ü hicrede yani ‘’O Belde’’de rahat uyu ey büyük şair!... 

Mübhem ve nâtamam bir âlem içindeydik…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1926 yılında Ahmet Hâşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazar: "Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: 'Ben suya taş atan adamım' diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Yakup Kadri'nin sözünü ettiği "muassır frenk şairi" Henri de Regnier idi... Sonra da Haşim’e hitap ederek mektubunu, “senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir” diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.

Yakup Kadri, Henri de Regnier'nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında Ahmet Hâşim'in kaderini anlatmıştı. Hâşim'in attığı taş kör bir kuyu idi ne yazık ki! Sadece Hâşim mi idi kör kuyulara taş atan. Bu toplumda hep öyle olmamış mıdır? Kör kuyular gibi atılan taşlara karşı hep tepkisiz, hep sessiz, hep sedasız kalmamış mıdır?

T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot’un (1888 – 1965) ‘’ The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde uzun bir şiiri vardı. Şiirde geçen bir dizeydi: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)

Aynen öyleydi ey hüznün şairi: Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyürdü bu taş döküntüde ki göle senin attığın taşlar hâle yapsındı?

Nurullah Ataç yazı içinde bahsi geçen "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için şöyle yazardı: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor." Çünkü büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. İşte bu nedenle Nurullah Ataç aynı kitabında ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘'Ahmet Hâşim çağı’' diyecekler" diye yazar…

Hâşim, yazı içinde bahsettiğim ‘’Bize Göre’’ simli kitabının ‘’Ay’’ başlığı ile bir bölümü vardı. Orada şunları yazardı Hâşim: ‘’Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem (bilinmeyen, gizli) ve nâtamam (tamamlanmamış, bitmemiş) bir âlem içinde idik.’’ 

Ey büyük şair! Eyüp sırtlarında müebbed uyuduğun ‘’O Belde’’’den bizleri sorarsan eğer, senin gibi melali anlamayan nesle bizler de âşinâ değiliz. Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada senin gibi bizim de suya attığımız taş, hala hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur. Bu coğrafyada, ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan süzülüp gelen aldatıcı bir ziyadır... İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; bizler de hala senin gibi neşeye hâkim değiliz...  İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; yine senin gibi bizler de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyiz... 

Osman AYDOĞAN

Bundan sonraki verdiğim Ahmet Hâşim'in şiirlerini ve düzyazılarını edebiyata merakınız varsa okuyun derim... 

Ahmet Hâşim’in sevdiğim ve önemli şiirleri

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Parıltı

Âteş gibi bir nehir akıyordu

Rûhumla o rûhun arasından
Bahsetti, derinden ona hâlim
Aşkın bu unulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi

Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...

Karanfil

Yârin dudağından getirilmiş

Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer

Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi...

Bir Günün Sonunda Arzû

Yorgun gözümün halkalarında

Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar

Tekrârını ömrün eder i'lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam

Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam

Göllerde bu dem bir kamış olsam!

O Belde

Denizlerden

Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.


Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?

Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

Denizlerden

Esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
Ne sen
Ne ben,
Ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
Ne de düşünce acılarına bir liman
Olan bu mavi deniz
İç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
Sana yalnız bir ince genç kadın,
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü insan,
Bu düşük açlık, bu kirli bakış,
Bulamaz sende bende bir anlam,
Ne bu akşamda ince bir kaygı,
Ne de durgun denizde bir gücenik
:çine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
Topluyor ruhunun kokusunu sanki,
Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

O belde?
Durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
Mavi bir akşam
Hep dinlenir üstünde;
Eteklenir deniz
Döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
Kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
Hepsinin gözlerinde hüznün var,
Hepsi kızkardeştir veya sevgili;
Gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
Dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
O gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
Onların ruhu gücenik akşamdan
Yoğunlaşmış menekşelerdir ki
Durmadan durgunluk ve susmayı arar;
Ayın hüznünün ışıksız alevi
Sığınmış sanki yalnız ellerine.
O kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
Onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
Sonra dalgın akşam, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir hayal anakarasında?
Hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
Bir yalan yer midir, veya var olan,
Ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
Bilmem ... yalnız,
Bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
Ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
Bende hüzün ve ilham tellerini.

Uzak

Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek

Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek

Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

Günümüz Türkçesi ile ‘’Ölmek’’

Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek

Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Titrek

Parıltılarla yanan kan rengi bir akşam
Dağılırken çıplak seherlere,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Kanlı bir gömlek
Gibi, mermer güneşi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O ân ki; dünyada sessizlik ayakta durur
Ve bir günün görkemli öğleninde
Sürüklenir sular ufuklara alev halinde,
O ân ki kollar açar ümitsiz vücûda yokluk
Bir derin sesle 'haydi!' der uçurum,
O ân,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Kalbin ümit sesini dinlemeden
Hüsrân boşluğuna düşmek istiyorum…

 ***

Ahmet Hâşim, şiir hakkındaki görüşlerini “Piyale” adlı şiir kitabının başında yayınlar. Aşağıdaki metin oradan olduğu gibi alınmıştır.

Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar

Karin bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli manzume ilk intişar ettiği zaman, manası bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telakki edilmiş ve o münasebetle şiirde “mana” ve “ vuzuh” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm ve tahkîr ve bir kısmı da yevmî gazete haleziyâtı nev’inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silahtır ki şerefsiz bir miras halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından batına intikal eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele, elem ve edeb sahalarında nekre ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî adaba riayet edildiğini görmediği ümid etmek çocukça bir safvet olur.

Ne tekerleme ne de tahkir bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamağa lüzum görmeyerek, şiirde “mana” ve “vuzuh” un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telakki ve kanaatimizi söylemekle iktifa edeceğiz.

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde manadan ne kastedildiğini bilmiyoruz. ”Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “vuzuh” bunların îdrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addenler, şiiri tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telâkki olunuşu resim, musukî ve heykeltıraşî gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi, istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki parmakların tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşımütehaşi ve hürmetkâr olan nâ-ehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade “lisan” mahiyetinde telakki ile, sırf bu zaviye-i rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahane bir lâübalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.

Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vazı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücud bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. “Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anasırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nispet ve alakası olmayan, ayrı nizamlara yabi, ayrı sahalarda, ayrı eb’ad ve eşkâl üzere yükselen, ayrı iki mimâridir.”Nesr”in müvellidi akıl ve mantık,”şiir”in ise, idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhulâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bi-gâh ufk-ı mahsüsata akseden kudsî ve isimsiz menba’dır.

Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicânını İstiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.

Birkaç ay evvel “halis şiir” hakkında, meşhûr bir münekkidle münakaşası, bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi muhâkeme, mantık, belâgat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül penbeliğini veren şiirin sihirkâr tesiriyle tedbiri mahiyet edip istihale etmedikçe, anâsırı miyânına dahil oldukları “cümle”alelade “nesir”den başka bir şey değildir. Hatta manzumede, elektrik cereyanı nev’inden olan şiir seyyâlesi bir an inkıtâa uğradı mı, bütün bu anasır, derhal fıtrî çirkinliklerine sukut ederler.

Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst

Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst

“Mana” araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihr-engiz sesi telafiye kâfi midir?

Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı, mahrem, hevâî veya haşin sese göretayin ve müteferrık kelime ahenklerini, mısraın umumi revişine tâbi kılarak, mütevemmiç ve seyyalî, muzlim ve muzî, ağır veya seri hislere, kelimelerin manası fevkinde, mısraın musiki temevvücatından nâmahdûd ve müessir bir ifade bulmaktır.

Kelime tahavvülâtı ve ahenk endişeleri arasında “mana” küsûfa uğrarsa,”ruh” onu ahengiz lezzetiyle telafi eder. Esasen “mana” ahengin telkinâtından başka nedir? Şiirde mevzuu, şair için ancak terennüm ve teyahhüle bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mana, şiirin yaprakları arasına gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi, haricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kari, bu muhayyirü’l-ukul arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.

Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. Böylece olmadığı iddia edilebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona “şiir” diyenler ancak yabancılardır.

Şiirin bir müşterek lisan olmasını isteyenlerin vâhi hayaline tahakkuk imkanı temenni etmekle beraber, Şimdiye kadar hiçbir büyük şairin, mahdut bir insan tabakası haricinde anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanaatindeyiz. Hâmid’in binlerce hayranı içinden, onu okumuş olanlar yüzde on bile değil iken, anlayanlar, bu yüzde onun binde biri nispetinde bile değildir. Şöhret, anlayan iki üç ruhtan taşan heyecan seyyalelerinin zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla vücut bulur. Başka türlü şöhret, asil ve mağrur bir ruh için mûcib-i hicapdır.

Bilâ mübalağa denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn şairlerin işidir. Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kapıları itemez ve o kapılar, bazen asırlarca insanlara kapalı durur. Son senelerde bir müverrihimizin kolları Nedim’i belâhete karşı saklayan kalenin kanatları(nı) araladıktan sonradır ki cüceler, o şiirin bahçesine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi ancak Nedim’i telvis etmiştir. Her şiirin ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manaları olduğuna bundan daha kâfi bir delil aramağa lüzum var mı?

Şairin “manalı” olmaktan daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mana ve vuzuh, şiirin ancak ehil olmayana göre kurulmuş harici cebhe ve cidarını teşkil eder. Herhangi bir cinsten eser-i sanat karşısında “Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor, benzemiyor” tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir ve mütaala beyan eden şahıs, sanatkârın kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i rûha musallat iğrenç bir tufeylidir. Âsar-ı sanatta hamakatına gıda bulamayan ve arzın her tarafında en fazla münteşir olan bu tufeyli, her devirde ve her memlekette sanatkârın candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatkâr, onun yüzünden, gâh süflî bir dalkavuk ve gâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat tüfeylilerinin yanında sanat mefhumunu taklit eden bir de sanat memuru vardır ki, edebiyatta enmûzeci “edebiyat hocası” dır.Vehle-i ûlada unvan ve sıfatı emniyet-bahş olan bu adamın hakikatte “edebiyat dersi” kadar Vâhi olduğunun düşünülmemesi şiyan-ı hayrettir. Edebiyat hocası, hava satan ve mehtap ışığı imal eden efsanevi tacirler gibi, güzelin his ve idrakini bir tali mektep programına tebaan şakirdlerine öğreten, şimdiki hatalı terbiye usulünün halk ve icat ettiği beyhûde bir mürebbidir. Ne şair şiiri, ne sanatkâr sanatı tefsîr ve îzâh edemez. Onun için, hiçbir memlekette edebiyat muallimi,-nâdir istisnalarla- ne bir şair, ne bir nâsir, ne de başka bir sûretle sanata mensup olan bir insandır. Ekseriyetle kıraat, imlâ ve sarf hocalığından istihâle eden bir zât nazarında şiir, sualli cevaplı bir kıraat malzemesinden fazla bir kıymeti olmadığından, nesre kabil-i tahvîl ve surh u nahv tatbikatına müsait olmayan her şiir, genç zekalar için bir tehlike ve sû i misaldir. Anlaşılmak şartıyla, edebiyat hocası için üstad ile mübtedinin eseri mefâhir-i lisan idâdına dahil, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabi techizattan mahrum olan hoca, şiiri imla, sarf ve nahv meselesi halinde anlatamadığı gün, kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.

Mamafih bir dakika için şiirde “vuzuh” un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzuhun ne demek olduğunu anlamak lâzım gelir. Hangi türlü zakânın anlayışı vuzuha mikyas addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğerine göre de öyle görünmesi hiç lâzım gelmez. Zekâlar vardır ki kâinatın ortasına ayılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mananın, uçurumdakine nâ-mer’i olması kadar ne zaruri olabilir? Şair, umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni manalarla zenginleştirmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân, reviş ve edası başka bir mikyasa göre tanzîm edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsî bir lehçe vücud(a) getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar karin de zekâ ve ruhuna taalluk eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tenbel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Hâlbuki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ istidâdından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziyâ, hava ve zaman şartları gibi müşkil birtakım hârîci avâmilin de yardımını ister. Şiirler vardır ki, sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir. Güneşin ziyâsında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler manalarını karin rûhundan alan şiirlerdir.

Şiirde bazı aksâmın şübhe ve mübhemiyette kalması bir hata ve bir kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bediiyeti nokta-i nazârından elzemdir. Üslûbda köreltici bir sarahat, İngiliz bediiyatçısı Ruskin’in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan karin ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râmetmektir. Buna muvaffak olmayan eserin diğer bütün meziyet ve faaliyetleri, onu bir eser-i sanat olmamaktan kurtaramaz.

Mevzû, gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve muattar heyecanı içindebir nim-şekil olarak ancak sezilir bir halde bırakılırsa muhayyile onun eksik kalan aksâmını ikmâl eder ve ona hakikatten bin kere daha müheyyic bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamam resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiç bir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir. İlk defa kapılarından gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası hayâl için en hazin bir sükût olduğunu kim tecrübe etmemiştir? Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nîm karanlığında pervâz edebilir.

Hâsılı şiir, resûllerin sözü gibi, muhtelif tefsirâta müsâît bir vüs’at ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin manası diğer bir mana olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manası izâfe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bineaneleyh nemütenâhi hassasiyetleri isti’âb edecek bir vüs’ati olandır. Mahdut ve münferit bir mananın çenberi içinde sıkışıp kalan bir şiir, hududu, beşeri teessürâtın mahşerini çeviran o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?

***

Müfettiş Ahmet Hâşim ve Mektubu

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili Refik Şevket İnce'ye müfettiş olarak görevlendirildiği Anadolu’dan yazdığı 3 Eylül 1919 tarihli mektup. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) isimli kitabında (s.45-46) ve 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Sevgili Refik,

İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir…

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. 

Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla Dara ve Keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim…

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zembereğidir.

Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi.  Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. 

Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar, nadirlerdendir.,

Refik, Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra istanbul’a gidiyorum.

Ahmet Hâşim, 3 Eylül 1919

Ahmet Hâşim'in Eyüp Mezarlığı'ndaki kabri:


Yorumlar - Yorum Yaz