Nazım Hikmet
03 Haziran 2018
Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) adlı kitabının ilk sayfasındaki şiir, Piraye'nin betimlemesidir sanki… Kitabı da ona adar zaten:
‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’
Nazım’ın aşkları
Şiirde Piraye adını görünce, kitabın sayfalarını bırakıp dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk ve gençlik aşklarıdır…
Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.
Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.
Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur.
Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışır Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenir ve iki çocuğu olur. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gider, gidiş o gidiştir, bir daha da dönmez. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranıdır. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirir. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışır. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklar...
Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."
O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazar...
Ancak öyle olmaz… Öyle bir saadet olmaz… Korktuğu da başına gelmez Nazım’ın. Aşk biter ve ayrılırlar…
Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk sonra da opera sanatçısı Semiha Berksoy girer… Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla olur. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi usulca, sessizce aradan çekilir.
Nazım ve Münevver Hanım aşkı da sadece üç yıl (1948 - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.
Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir.
Nazım 1955 yılı sonlarında ise evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman Sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar…
Nazım’ın sevgisi
Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikridir... Kadınlar sadece öznesidir o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktır Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararır, solar, son güneşlerde hep kaskatı kesilirler...
Aslolan hayattır
Sanki bir rüyadan uyanır gibi daldığım bu hikâyeden uyanıp tekrar elimdeki kitabın (Memleketimden İnsan Manzaraları) sayfalarına dönüyorum… Kitabın ilerleyen sayfalarında bir başka şiiri var Nazım’ın : ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:
Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.
Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”
Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.
Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…
Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.
Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II
Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.
İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine şöyle der: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''
Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:
“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”
(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep…)
Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizeleri ile verdiği bir cevaptır.
O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.
Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip (biliyorsunuz yazılarım hiç de ‘’Tarih’’siz olmaz!) biraz geriye gidiyorum…
Nazım’ın anne tarafından büyük dedesi Mustafa Celalettin Paşa
Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan kaçan devrimciler Osmanlıya sığınırlar. Bunlardan bir kısmı, yeniden ülkelerine dönerken bazıları da Müslüman olup, Osmanlı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Konstanty Borzecki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Konstanty Borzecki iki yıl sonra, “Mustafa Celalettin” adını alarak Bektaşi olup İslamiyet'i kabul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir…
Mustafa Celalettin Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca (Les Turcs anciens et modernes) olarak yayınlar… Mustafa Celalettin Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca) bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler…
Mustafa Celalettin Paşa, İstanbul'da emrinde çalıştığı Mirliva Ömer Paşa‘nın büyük kızı Saffet Hanım ile evlenir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir. Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.
Şimdi tekrar Nazım ve Piraye...
Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mustafa Celalettin Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım:
“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.”
Nazım'ın ömrünün on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan genel af yasasıyla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yıllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 55 yıl önce bugün 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.
“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…
Bugün 03 Haziran 2018… 15 Ocak 1902 tarihinde doğan Nazım Hikmet, 03 Haziran 1963 tarihinde vefat etmişti. Bugün Nazım’ın vefat yıldönümü. … Vefat yıl dönümünde aşkları ile anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum elimdeki kitaptan:
''Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
göz gibi çıplak,
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.''
Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki gibi, bu yaz günü sanki ilkbahar yağmurları gibi yağan yağmurdan sonra açık gökyüzündeki yıldızlar pırıl pırıldı...
Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu Haziran günü bu akşam vakti:
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Osman AYDOĞAN