• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi17
Bugün Toplam524
Toplam Ziyaret3154032

Tarihten günümüze Türk – Alman ilişkileri


Tarihten günümüze Türk – Alman ilişkileri

02 Temmuz 2017

Uluslararası ilişkilerde uluslar ve devletler birbirilerine sevdalanmazlar, âşık olmazlar. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkar bulunuyor. Çıkarlar devam ettiği sürece ilişkiler de iyi gidiyor, çıkarlar daha yoğun ise de müttefik olunuyor. Çıkarlar çatışınca da ilişkiler bozuluyor, daha da ötesi kavga, çatışma başlıyor. Bu konu bu kadar basit oluyor. Ancak bu konu Türkiye olunca bu kadar basit olmuyor. Çünkü Türkiye devleti uluslararası ilişkilere hep duygusal ve platonik takılıyor. Türkiye; devletlere ve milletlere, sevdalanıyor, âşık oluyor. İlişkiler bozulunca da ardından terkedilmiş bir âşık gibi bunalıma, depresyona giriyor.

Bu yazımda bu platonik aşka tarihi bir örnek vermek istiyorum: Osmanlı – Almanya ilişkilerine.

Osmanlının Almanya ile olan ilişkileri ise Prusya ile başlıyor. Ancak peşin söyleyeyim, tarih bende hep uzun oluyor!

Osmanlı – Prusya ilişkileri

Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlangıcının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’na göre 19’uncu yüzyılın sonunda Prusya dışındaki diğer bütün büyük devletlerin Osmanlı‘ya karşı düşmanca bir politika izlemeleridir. Osmanlı İmparatorluğuna göre kendilerine karşı en büyük tehlike İngiltere ve Rusya’dan geliyor.

Osmanlı İmparatorluğunun niyeti Prusya’nın yardımı ile kendi askeri gücünü geliştirmektir.[1]   Ayrıca Sultan Hamit Prusya’nın askeri gücüne, gelişme seviyesine ve devletin otoriter yapısına hayranlık duyuyor ve toprağını muhafaza için en iyi yolun Prusya ile iş birliğinde olduğuna inanıyor.[2]  Politik, ekonomik ve askerî olarak çöküşte olan Osmanlı İmparatorluğu Prusya’nın yardımına muhtaçtır.

Prusya’nın ise bu iş birliğinden çok daha farklı niyetleri bulunuyor. Prusyalılar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfediyor. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı bulunuyor. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘'Hindistan'’ı olması tasavvur ediliyor. Ayrıca Almanya’nın kolonilerini koruyacak yeterli bir deniz gücü de bulunmuyor. Bundan dolayı Almanya ‘’koloni’’ elde etmek için başka bir yöntem buluyor: Almanya; Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Rusya gibi gelişmemiş ülkelerle ticarete yöneliyor.[3]

Alman şovenistler ise Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyor. Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Prusya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyor.[4] 1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz (Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, Osmanlı'daki namıyla "Goltz Paşa") ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyor.[5] ‘'Alman Birliği'’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapıyor. ‘'Alman Birliği'’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘'Osmanlı mirasında Alman hakları’' oluyor. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi Alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilir.[6]

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyor. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlar. Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğunun birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmesi gerekiyor. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktır.[7] Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da tabii ki hiç mi hiçbir şüphe bulunmuyor!

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı – Almanya ilişkileri

Yeni Alman politikası; İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendiriliyor. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istiyor. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyor.[8] Berlin–Bağdat hattı doğuda İslam ülkelerine kadar ulaşıyor. Osmanlı İmparatorluğunu resmi bir ziyaretinde Wilhelm II, 1898’de Suriye’de Almanya’nın bütün Müslümanların koruyucusu olduğunu ilan ediyor.[9] Almanya’nın amacı Müslümanları kullanarak İngilizlerle mücadele edebilmek oluyor.

Sonuçta değişik niyetlerle de olsa her iki ülke birbirine muhtaç bulunuyor. Bu çerçevede ilk Alman askerî delegasyonu 1883 yılında Osmanlı İmparatorluğuna geliyor. (Sultan Selim III zamanında Prusyalı Albay von Götz bir Türk topçu birliğini ziyaret ediyor. Yüzbaşı von Moltke ve Teğmen von Bery 1835 yılında Osmanlı’yı ziyaret eden ilk Alman subayları oluyor.)

Osmanlı ordusunu eğitmek için Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birçok Alman subayı ve askerî delegasyonu Osmanlı İmparatorluğu’na geliyor. Gelen bu Alman subaylar ve askerî heyetler zaman içerisinde politik görevler de alarak Osmanlı ordusunun en önemli mevkilerini işgal ediyor. Bu şekilde Osmanlı Ordusu Almanya’ya bağımlı hale geliyor.[10] Osmanlı Ordusunda Alman hayranı olan birçok subay bulunuyor. Enver Paşa da bunların arasında yer alıyor. Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranı oluyor. Sadece subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısı olarak yer alıyor. PanTürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanıyor.[11]

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, Osmanlı entelektüelinin ne durumda olduğunu gösteriyor:

‘’Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların’’

Bu ikili ilişkilerde Almanya tamamen rasyonel hareket ediyor. İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau, Enver Paşa ile bir konuşmasını şöyle aktarıyor; Enver Paşa der ki: ‘’Türkler ve Almanlar birbirlerini ihmal edemezler. Biz çıkarımız olduğu sürece sizinle beraber olacağız. Sizler çıkarınız olduğu sürece bizlere destek olacaksınız.’’[12] Enver Paşa bu düşüncesine rağmen rasyonel hareket edemiyor ve düşüncesizce Almanlara teslim oluyor.

Alman subaylar Osmanlı Ordusunu eğitirken aynı zamanda 14 Türk subayı da Berlin’e Prusya ordusuna eğitime gönderiliyor[13] Osmanlı’daki Alman subaylarının görevleri politik olmasına rağmen (Türkleri Alman hayranı yapmak, Alman silahı satmak ve Sultan’ı ve hükümeti Alman safında tutmak gibi[14]) Osmanlı Almanya’da eğitilen bu subaylarından faydalanamıyor. Sultan Abdülhamit II hatıratında bu subaylardan memnun olmadığını yazıyor. Sultan Abdülhamit’e göre genç Türk subayları Almanya’da kendi özelliklerini, erdemlerini ve niteliklerini kaybediyor. Onlar Almanya’da Prusyalı amirlerinin kendilerini yetiştirmek için gayretlerine rağmen alkol içmeyi ve ahlaksız şeyleri öğreniyor. Bu subaylar yurda dönüşlerinde çok kaba ve kendilerinden daha tecrübeli amirlerine ve arkadaşlarına karşı saygısız davranıyor.[15] (Ne garip bir tesadüftür ki aradan bir yüz yıl geçiyor, bu sefer ben Alman Harp Akademisinde üç yıla yakın öğrenim görüyorum!)

Bu askerî ilişkilerin yanında Osmanlı İmparatorluğu ile Lübeck, Bremen ve Hamburg şehirleri arasında 1839 yılında, Prusya ile de 1840 yılında ticaret anlaşmaları yapılıyor.[16] Bu anlaşmaları müteakiben Osmanlı dış ticaretinde Prusya-Alman payı giderek artarak 1880 yılında %18 olan bu pay 1909 yılında %42’ye yükseliyor. 25 yıl içerisinde merkezi Avrupa (Almanya- Avusturya) Osmanlı pazarına hükmeder hale geliyor.[17]

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve askerî olarak tamamen Almanya’nın etkisi altında kalıyor. Bir darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki komitesi de tamamen Alman hayranıdır. 1913 yılında İstanbul’a gelen Alman askerî eğitim delegasyonu Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda tamamen bir ‘'komuta heyeti'’ haline dönüşüyor.[18] Almanlar Türk harp yönetimini tamamen ellerinde tuttuklarına inanıyor. Gerçekten de Osmanlı Savunma Bakanlığı’ndaki, Genelkurmay’daki, ordu, kolordu ve tümenlerdeki bütün önemli mevkiler Alman subaylarının ellerinde bulunuyor.[19]

Osmanlı üzerindeki Alman baskısı ve Alman etkisi ile Osmanlı yönetimindeki bir kısmın savaş arzusu, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasındaki en önemli etkeni haline geliyor. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’nın harekât planları Almanlar tarafından yapılıyor. Kafkasya’da Ruslara karşı taarruz harekâtı, Mısır’da İngilizlere karşı taarruz harekâtı ve müteakiben Mezopotamya’da İngilizlere karşı savunma harekâtı (ki burada Berlin-Bağdat demiryolu hattı ve Alman çıkarları bulunuyor) tamamen Almanların politik arzularını karşılamaya yöneliyor. Ayrıca Osmanlının savaşa girmesi Doğu cephesinde yaklaşık 80 000 kişilik Rus askerini Kafkas cephesine bağlayarak, 100 000 İngiliz askerini ise Mısır’da kanalda tutarak Almanlara Avrupa cephesinde büyük bir rahatlama sağlıyor.[20]

Bu savaşta Rusların kazanıp kazanamaması Almanlar için hiç önemli görülmüyor. Daha çok öncelerden Bismark’ın fikrine göre Ruslar Balkanlar ve İstanbul’u fethetmeden önce tükeneceklerdir. Böylece de Almanya Avrupa’da rahat edecektir.[21] 

Gelelim gerçeklerle yüzleşmeye...

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırıyor. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildiriyor. Maliye Nazırı Cavit Bey tam bir sürprizle karşılaşıyor. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i İstanbul'a saldırırlarsa, Osmanlıyı savunamayacaklarını söylüyor. En sonunda Büyükelçi; ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'' diyor. Henüz bu konuşmanın sedası bu gök kubbede kaybolmamış olarak duruyor.

Her iki devlet, özellikle Almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ediyor. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başlıyor. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları oluyor. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırıyor. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan ediyor. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösteriliyor.[22] Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Alman General Ludendorf şöyle diyor; ‘’Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’[23] 

Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan pek bahsedilmiyor. Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan detaylıca bahsediyor. Türk kaynaklardan ise sadece kendisi de tarihçi bir asker olan Zekeriya Türkmen ve Elmas Çelik’in beraber hazırladıkları ‘’Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları’’ (Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, 2007) kitabı bu çatışmadan bahsediyor. I. Dünya Savaşı tarihimizin az bilinen bu çatışma ağırlıklı olarak yabancı kaynaklarda yer alıyor. Osmanlı kaynaklarında bu çatışmanın yer almamasının nedeni olarak 2 Haziran 1918 tarihinde Osmanlı Genelkurmayından Birinci Kafkas Kolordusuna gönderilen telgrafta Almanlar ile girilecek olası çatışmanın kayıtlara geçirilmemesi emri olduğu söylenebilir.

(Burada şu notu da düşmek istiyorum ki, bu yazım Almanya’da Alman Harp Akademisinde öğrenim sonunda Alman Harp Akademisine sunduğum bitirme tezimim küçük bir özeti oluyor. Almanya dönüşümde bu tezimi Türkçeye tercüme ederek Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayınlatmak istedim. Ancak yazım Almanları eleştirdiği için yayınlanmıyor. Hâlbuki bu yazımı ben tez olarak bizzat Alman Harp Akademisine sunmuştum. Ve bu tezimden sonra Almanlar beni el üstünde tutmuşlardı. Ancak burası Türkiye idi! Aradan seksen yıl geçiyor, burada hiçbir şey değişmiyor!)

İsmet İnönü, anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanıyor. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” diyor.

Bu safhadaki Türk Alman ilişkilerinde gerçek Alman kültürü, Kant, Schiller, Hegel ve Feuerbach gibi gerçek Alman edebiyatı klasiklerinin temsilcileri, gerçek Alman bilimi ve tekniğinin hiçbirisi Osmanlı’ya gelmiyor.[24] 

Bu anlattıklarım geçen yüzyıla aitti. Gelelim yaklaşık yüz yıl sonrasına; 1990’lara.

1990 yıllarında Almanya

1989 sonrasında dünyada büyük değişiklikler yaşanıyor. Her şeyden önce Alman birliği gerçekleştirilerek Almanya yeniden birleşiyor, Sovyetler Birliği dağılıyor, Eski Yugoslavya’da bir iç savaş yaşanıyor. Avrupa Ekonomik topluluğu yapı değiştirerek politik bir birlik haline dönüşüyor. Basında çok sayıda uzmanlarca her şeyin değiştiği yorumları yapılıyor.[25] İngiliz filozof Arnold Toynbee’nin daha 1940’lı yıllarda öngördüğü gibi dünyanın ideolojik ayırımı sona eriyor ve onun yerine birçok başka ayırımlar ve problemler su üzerine çıkıyor.

Uzun zaman Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya şimdi de bir politik, bir siyasi güç haline geliyor. Avrupa Birliği’nin bütçesindeki Alman payı İngiliz payından üç kat daha fazla, İngiliz ve Fransız payının toplamının iki katından daha fazla hale geliyor. Almanya dünyada Çin'den sonra ticaret fazlası veren ikinci ülke oluyor. Almanya kanatlarını Polonya’ya, Macaristan’a, Çek’lere, Baltık devletlerine, Ukrayna’ya, Rusya’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine, doğuya doğru geriyor. Daha açıkçası Almanya Orta Avrupa'ya, Doğu Avrupa'ya, Baltık ülkelerine ve Balkanlara bütünüyle hâkim hale geliyor.

1990’lı yıllarda Avrupa Birliği

Almanya’nın yükselen gücünden kimsenin şüphesi olmazken Avrupa Birliği, iç güç dengelerindeki ve diğer büyük güçler ve devletlerle olan ilişkilerdeki davranış şekliyle ilgili olarak henüz tam olarak yerine oturmuyor ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ilgileri henüz tam olarak tanımlanamıyor.[26]

Maliye, ortak dış ve ortak savunma politikaları konularındaki problemlerini henüz çözemeyen Avrupa’da güçlü bir Alman desteği olmaksızın güçlü bir Avrupa Birliği’nden bahsedilemiyor.[27] İtalyan yazar Angelo Bolaffis’in söylediği gibi Avrupa’nın kaderi yine Almanya’ya bağımlı hale geliyor.[28]

İngiltere’nin AB’den ayrılmasının diğer nedenler yanında esas nedenin de AB’nin artan bir şekilde Almanya hegemonyasına girmekte olduğunun korkusu olduğu değerlendiriliyor.

1990’lı yıllarda Almanya – Rusya ilişkileri

Almanya – Rusya ilişkileri ise tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi hale geliyor. Deli Petro zamanından beri devamlı savaşlara, ihanetlere ve derin ideolojik ayırıma rağmen Alman – Rus ilişkileri sürekli gelişiyor. Büyük Katharina zamanında binlerce Alman Rusya’ya göç ediyor. Marks, Engels, Tolstoy ve Pasternak bu karışımın bir ürünü oluyor. Son elli –altmış yıldır Almanya ve Rusya derinden birbirilerine bağlanıyor.[29] Rusya’nın da Avrupa politikasının merkezini ise Almanya oluşturuyor.

Bu çerçevede Alman – Rus tarihinin iki öğretisi bulunuyor; Birincisi, Almanya’nın Rusya ile mümkün olduğunca iyi ilişkiler tesis ettiğidir. İkincisi ise, Almanya’nın mümkün olduğunca Rusya’yı Avrupa’dan uzakta tutmak istemesidir.[30]

Almanya, Ortadoğu ve Kafkasya

Orta Doğu ve Kafkasya Almanya için bir güvenlik kuşağı teşkil ediyor. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın Alman jeopolitiği içerisinde düzenlenmesinde İran’ın ve Suriye’nin çok özel bir konumu bulunuyor. Körfez’de ve özellikle İran üzerinde etki sahibi olmak Almanya için çok önemli hale geliyor. Bu nedenle Almanya İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgileniyor. Kaplan grubundan FETÖ grubuna kadar bütün dinci cemaatler hep Almanya’da üsleniyor. Bugün de bu grupların Almanya'da yuvalanmaları tesadüf olmuyor.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı bulunuyor; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen  Kaukasus  und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April 1998) (Peter Scholl-Latour 2014 yılında vefat ediyor. Yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de ne yazık ki yayınlanmıyor.) Yazar, kitapta özetle şöyle diyor: ''İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.''

Gerçekten de araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmıyor, Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplıyor. İşte bu öngörü doğrultusunda Almanya biraz önce bahsettiğim gibi bu bölgelerdeki İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede, tabii ki Türkiye de dâhil ılımlı da olsa, aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgileniyor.

1990’lı yıllarda Türkiye

Seksenli yıllarda büyük bir ekonomik sıçrama yapan Türkiye doksanlı yılların başında Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline geliyor. Türkiye, 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile kendileri ile dil, tarih ve kültür bağı bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ve derin ilişkiler tesis ediyor. Türkiye, bu devletler için model, örnek bir devlet haline geliyor. Bu ise Orta Asya ve Kafkaslar’da Türkiye’nin ofansif bir dış politika izlemesi için başlangıç noktasını teşkil ediyor. Ayrıca Türkiye bu bölgede bulunan petrol ve doğal gazın kendisi üzerinden Batıya sevk edilmesinin mücadelesini yapıyor. Türkiye’nin inisiyatifi ile 1992 yılında kurulan ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’’ ile Türkiye eski komünist ülkelere model haline geliyor. Bu şekilde Türkiye ‘'Doğunun Brükseli’' olarak gelişme istidadı gösteriyor. 

Ayrıca Türkiye, kendisini etnik, tarihi ve dini nedenlerle Balkanlardaki Türk ve Müslüman azınlığın yasal koruyucu gücü olarak görüyor. Böylece etkisini geliştiren, bölgesinde güç olan Türkiye etrafını çevreleyen dönüşüm içerisindeki ülkeler arasında bir istikrar faktörü olarak duruyor.[31] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılan devletler sınıfına ait olurken Türkiye, Almanya ile beraber yükselen devletler olarak kabul ediliyor.[32]

Bu arada Türkiye doksanlı yıllarda bazı politik problemler içinde bulunuyor. Türk parti sistemindeki merkez sağdaki ve merkez soldaki partilerin dağınıklıkları ve bunun neticesi koalisyonlardan oluşan güçlü olmayan hükümetler Türkiye’nin temel problemlerini çözmesini engelliyor ve radikal politik akımların güçlenmesine sebebiyet veriyor.[33]

Diğer bir yandan da Türkiye 1984 yılından beri yaklaşık 40 000 yurttaşının hayatına malolan bir PKK terör problemi ile beraber yaşıyor. Bu problem ise hem Türk toplumuna ve hem de Türk –Alman ilişkilerine sürekli artan bir yük getiriyor.

Sovyetler Birliğinin dağılması Avrupa ile olan ilişkilerde Türkiye’nin yararına olmuyor ve bu durum Avrupa ile olan ilişkilerde bir durgunluğa yol açıyor. Kendisini Avrupalı bir devlet olarak tanımlayan Türkiye’ye karşı Sovyetler Birliği var olduğu sürece Avrupa’dan bir itiraz gelmiyor.[34]  Aralık 1989 yılında Avrupa topluluğunun Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı müracaatına ret cevabını vermesi dış politika alanında Türkiye’de hayal kırıklığı yaratıyor.[35]  Maastricht anlaşması ise Türkiye’yi Avrupa’nın kenarında bir devlet haline getiriyor.

1990 yıllarında Türk – Alman ilişkileri

Doksanlı yıllar boyunca her iki ülke arasında ilişkilere zarar veren bitmeyen bir tartışma yürütülüyor. Bütün politik sorunlar bu konu etrafında dönüyor. Bu problem PKK sorunu ve buna karşı Alman tavrı oluyor. İlişkileri belirleyen esas faktör ise Almanya’nın PKK’ya yönelik olan bakış açısı ve tavrı oluyor.[36]

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK üslerine karşı yaptığı harekât Almanya’da Türkiye’ye karşı beklenilmeyen sert bir reaksiyonun doğmasına yol açıyor. O zamanki Alman dışişleri bakanı Genscher, dışişleri bakanlığı sözcüsü Hans Schumacher ve CDU Milletvekili Ottfried Hennig Türkiye’ye karşı ağır suçlamalarda bulunuyor. Almanya somut bir reaksiyon olarak askerî yardıma ambargo koyuyor. Daha sonra bu ambargo kaldırılırsa da bu, Almanya’nın Türkiye’ye karşı bir anlayış gösterdiğinden, yumuşadığından değil, bu meblağın Türkiye’deki Leopard tanklarını modernize edecek Alman firmalarına ödenecek olmasından kaynaklanıyor. Sonraki PKK’ya karşı girişilen askerî harekâtlarda Alman silahları kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye karşı yine ambargo konuyor. Bu şekilde Türkiye hiçbir Alman silahı alamayacaktır.[37]

Bu Alman tavrı Türkiye’yi oldukça sarsıyor. Almanya’nın bu tavrının altında sürekli başka niyetler aranıyor. Özellikle Alman basınına yansıyan Genscher’in beyanı Türkiye’yi endişeye sevk ediyor. Genscher şöyle diyor: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’ (Bu sözlerin de yankısı bu gök kubbede hala yankılanıyor!) Der Spiegel dergisinin yayımcısı Rudolf Augstein ise yazısında Genscher için şöyle diyor; ‘’Slovenya, Hırvatistan ve belki de Slovakya. Allaha şükür bu adam İskoçya’yı da bağımsız bir devlet yapmak istemiyor.’’[38]

Prof. Hans Peter Schwarz, Die Welt’de yayımlanan makalesinde Almanya’nın Türkiye’ye karşı güç gösterisi yaparken PKK’nın etkisinde kaldığını ve Almanya’nın porselen dükkanına girmiş bir fil gibi davrandığını yazıyor. Prof. Schwarz makalesinde 20’nci yüzyılda Almanya’nın çok az dostu kaldığını, Türkiye’nin gerçek bir dost ülke olduğunu belirterek, Suriye’deki, Cezayir’deki ve Kuzey İrlanda’daki problemlere karşı Alman hükümetinin neden tepkisiz kaldığını soruyor.

O zamanki Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal Alman dış politikasını Hitler’in ruhu ile mukayese ederken o zamanki başbakan Süleyman Demirel ise bir basın konferansında şöyle diyor; ‘’Unutulmamalı ki Türkiye üzülürse Almanya da üzülür.’’ O zamanki bütün Türk tepkileri duygusal kalıyor ve Almanya’ya karşı somut hiçbir reaksiyon gösterilmiyor.

1990’lı yılların ortasında yine aynı olaylar yaşanıyor. Türk birliklerinin Kuzey Irak harekâtı gazetelere manşet oluyor ve Alman hükümeti yine o anlamsız tedbirlerini uygulamaya koyuyor; Türkiye’ye çok öncelerden satışı yapılmış firkateynlerin sevki durduruluyor – sanki Türk Genelkurmayı bu gemilerle Van Gölü’nde veya Fırat ve Dicle’nin yukarı kısmında operasyon yapacakmış gibi - ve harekâtta eski Doğu  Alman menşeli eski panzerler ispat olarak akrobatik bir şekilde aranmaya başlanıyor. Irak’a karşı konan ambargodan oluşan politik güç boşluğuna ve Zweistromland’a (Almanların askerî plan tatbikatları ve harp oyunlarında Suriye ve Irak’a beraber verdikleri ad.) karşı Türkiye’nin yasal sınırlarını koruma hakkı olduğunu meraklılar görmezden geliyor.[39]

Bu ambargo üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yükseliyor. Bir yazar yorumunda şöyle yazıyor; ‘’Yaklaşık altı bin Alman firması geçtiğimiz yıl 100 ülkeye değeri 94 milyar mark olan stratejik malzeme sattılar. Silah ve mühimmat bu satışın büyük bir kısmını teşkil eder. Alman politikacılar bunları satarken bu malzemelerin duvarlarda süs ve dekoratif eşya olmayacağını herhalde biliyorlardır.’’[40]

Alman medyasında PKK ile Kürtler arasında bir ayırım gözetilmediği için PKK sorunu Türk- Alman ilişkilerine artan bir yük getiriyor. PKK’nın eylemleri bazı Alman yazarlar tarafından romantize ediliyor ve hatta teröristler, gerilla olarak tanımlanıyor. Bu yazarlar PKK tarafından binlerce günahsız sivilin hunharca katledildiğini görmezden geliyor.

Türkiye’nin Stalinist terör örgütü PKK’ya karşı giriştiği harekât ise Alman basını tarafından Kürtlerin takibi ve baskı altına alınması olarak yorumlanıyor. Öyle ki Türkiye’nin PKK’ya karşı askerî harekâtı Alman basını tarafından Kürtlere karşı girişilmiş bir saldırı olarak değerlendiriliyor. Bu anlayış sadece basında değil eski SPD başkanı ve o zamanki başbakan adayı Rudolf Scharping’den Yeşillere kadar birçok politikacıda da yer ediyor ve bu politikacılar Türkiye’yi suçlayarak Kürtlere karşı bir soykırımdan bahsediyor. Dolayısı ile Almanya’da Türkiye ve Türkler, Kürtleri süren ve baskı altında tutan ve insan haklarını ihlal eden bir devlet ve ulus olarak tanımlanıyor.[41] Bu anlayış ise Türkiye’de ve Almanya’da yaşayan Türkler arasında Almanya’ya karşı büyük bir kızgınlık yaratıyor.

Bazı Alman basın organlarının PKK sorununu nasıl partizanca yansıttıklarına bir örnek olarak Frankfurter Rundschau gazetesinde yer alan Dışişleri Bakanı Kinkel ile yapılan röportaj gösterilebilinir. Frankfurter Rundschau’un muhabiri soruyor; ‘‘Herr Kinkel, Kürt halkına karşı Alman silahlarını kullanan Türk hükümetine silah sevkiyatının durması için daha ne olması gerektiğine inanıyorsunuz?’[42] Bu röportajda gazeteci Türkiye’nin teröristlere karşı bir harekâtından bahsetmiyor, bilakis sürekli olarak ‘’Kürt halkına karşı bir harekat’’dan bahsediyor ve bu çizgi tüm röportaj boyunca devam ediyor. Röportaj boyunca PKK’nın terörist hareketlerinden hiç bahsedilmiyor. Sürekli ‘’gerilladan’‘ ve ‘’boğazdaki işkenceci devlet’’ten bahsediliyor.[43] Basındaki böylesine bir bilgi ile Alman okuyucu nasıl gerçek bilgilere ulaşacaktır ki?

Bunlardan başka bu konuda Alman bakış açısının bazı tuhaflıkları da bulunuyor. Bunlardan birincisi; Eğer Kürt kökenli bir Türk vatandaşı politik bir suç işlemişse bu kişi ‘’Kürt’’ olarak tanımlanıyor. Eğer suç konusu polisiye ise o zaman bu kişi ‘’Türk’’ olarak isimlendiriliyor. Örneğin Ankara’daki Alman büyükelçisi Hans Joachim Vergau Dortmund’daki PKK gösterisinde meydana gelen kanlı eylemlere sebep olanları ‘’kriminalle Türken’’ olarak tanımlıyor.[44]

İkinci bir örnek; eğer İsrail güney Lübnan’da Hamas mevzilerini bombalarsa bu haber Alman basınında doğru olarak şu şekilde yer alıyor; ‘‘İsrail, Hamas mevzilerini bombalıyor.’’ (Arap mevzilerini değil)  Ruslar Çeçen mevzilerini bombaladığında bu haber Alman basınında şu şekilde yansıtılıyor; ‘’Rus ordusu Çeçen asilerin mevzilerini bombalıyor.’’ (Çeçen mevzilerini değil) Fakat Türk ordusu Kuzey Irak’ta PKK mevzilerini bombaladığında ise bu haber Alman basınınca çarpıtılarak şu şekilde duyuruluyor; ‘’Türk ordusu Kürt köylerini bombalıyor.’’ (PKK mevzilerini değil) Çeçenistan’da gerçek direnişçiler devlet başkanları Dudayev’le birlikte Alman basınında terörist olarak tanımlanırken[45] gerçek teröristler ise - PKK - Alman basınında direniş savaşçıları olarak tanımlanıyor ve övülüyor.

Alman basınında sadece Kürt – PKK konusu değildir yanlış yargılanan. Alman medyasında Türkler genel olarak aşağılanıyor, tahkir ediliyor ve küçük düşürülüyor.[46] Alman basınında Türkiye’nin olumsuz değerlendirilmesi üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yöneltiliyor.

Çatışan Türk – Alman çıkarları

Almanya’nın Türkiye politikasının temelinde Türkiye’yi kendi çıkarları ile çatışan bir ülke olarak görmesinde yatıyor. Bu çıkarlar özellikle Balkanlar’da, Karadeniz bölgesinde ve Ortadoğu’da çatışıyor.

Türkiye’nin ‘’Adriyatik’ten Çin seddine Türk Dünyası’’ söylemi ve ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’’nı kurması ile beraber bu bölgede hayati çıkarları olan Almanya ile menfaatleri çatışıyor.[47] Türkiye Orta Asya’dan Batıya petrol sevkiyatının kendi üzerinden geçmesini planlıyor. Bazı Alman basınına göre Almanya Türkiye’nin bu projesini desteklememesi gerekiyor.[48]

Almanya, Ortadoğu’da ABD’den bağımsız olarak İran ve Suriye ile ekonomik ve politik ilişkilerini geliştiriyor. 1990’lı yıllarda bu bölgede Almanya, ABD ve Rusya arasında bir güç çatışması yaşanıyor. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail ve Ürdün bulunurken diğer yanda da Almanya, Rusya, Suriye ve İran bulunuyor.[49]  Bu bağlamda Almanya PKK’yı politik bir araç olarak kullanmak istiyor.[50]  Kürtler bir yandan dünyanın üvey evladı olarak tanımlanırken[51] bir yandan da bu bölgede etki sahibi olabilmek amacıyla İngiltere, ABD, Rusya ve İran gibi büyük devletler tarafından tarih boyunca istismar ediliyor.[52]  Şimdi de istismar ve kullanma sırası Almanya’ya geliyor.

Bütün bu yaşananlar 1990'lı yıllara ait oluyor. Şimdi gelelim 2000'li yıllara.

2000’li yıllarda Türk- Alman ilişkileri

2000’li yıllarda ise 11 Eylül sonrası ABD ve Batı’nının ‘’Ilımlı İslam’’ politikası gereği AKP Hükümeti ve onun Başbakanı hem ABD hem AB ve özellikle Almanya tarafından destekleniyor, korunuyor, hatta pohpohlanıyor ve var olan sorunlar ise görmezden geliniyor. Hatta o tarihte Almanya Başbakanı olan (SPD’den, sosyal demokrat) Gerhard Schröder tarafından 3 Ekim 2004’te, şimdi karşı oldukları o zamanki Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Yılın Avrupalısı” ödülü verilirken Schröder, Erdoğan'a şöyle hitap ediyor: “Daha fazla özgürlük, daha az devlet müdahalesi, insan haklarının daha iyi gözetimi için verdiğiniz destek, ‘Avrupa’ya taviz olsun’ diye değil, bizzat sizin kendi inançlarınızdan, düsturlarınızdan kaynaklanan atılımlar… Sayın Başbakan... Almanya’nın desteğine güvenin!” Bugün yerden yere vurdukları Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı o günlerde hem de solcu Gerhard Schröder tarafından ''Büyük reformcu politikacı'', ''İnançlı bir demokrat'' ve ''Yılın Avrupalısı'' diye yere göğe sığdırılamıyor. Pragmatizm işte böyle bir şey oluyor. Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altında kalıyor.

Yine ABD ve Batı'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları gereği AKP Hükumeti ve ABD'nin kucağına oturmuş FETÖ işbirliği ile başta TSK olmak üzere ülke içinde ne kadar ulusalcı, aydın, laik kurum, kuruluş ve kişi varsa antidemokratik uygulamalarla hak, hukuk ve adalet katledilerek darmadağın ediliyor. Şimdi Türkiye'deki antidemokratik uygulamalar ve hak ihlalleri ile ilgili olarak kıyameti kopartan Almanya'dan o zaman ülkede bu hukuksuzluklar yaşanırken, hukuk, adalet ve demokrasi katledilirken zerre bir itiraz gelmiyor. Pragmatizm işte böyle bir şey oluyor. Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altında kalıyor.

1990'lı yıllardaki PKK operasyonları nedeniyle yaşanan Türk - Alman gerilimini uzun uzun anlattım. 2000'li yılların başında Türkiye tarafından PKK'ya karşı aynı operasyonların daha fazlası, daha büyüğü, daha kapsamlısı yapılmış olmasına rağmen ne ABD'den ne Batı'dan ne de Almanya'dan tek bir itiraz bile gelmiyor. Bunun nedeni ise ABD, Batı ve Almanya'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları oluyor. Pragmatizm işte böyle bir şey oluyor. Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altında kalıyor.

Türk – Alman ilişkilerine dair tezler

Bu noktaya kadar sergilenen Türk- Alman ilişkilerinin başlangıcından bugüne tarihi, şimdiki durumunun politik çerçevesi ve ilişkilerin şimdiki hali beraber incelendiğinde şu tezleri ileri sürmek ve bazı değerlendirmeler yapmak mümkün oluyor:

Birincisi tez;

Türk- Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği Rusya tarafından belirleniyor. Rusya Almanya için tehdit teşkil ettiği sürece ilişkiler bir sorun olmadan ilerliyor. İlişkilerin en yüksek noktasını teşkil eden Birinci Dünya Savaşı esnasında bile 1917’deki Rus Devrimini müteakip Rusya savaş alanından çekildikten sonra (Almanya’ya Rus tehdidi kalktıktan sonra) Kafkasya’da Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı çarpışmalar meydana geliyor.[53] Buna sebep karşılıklı çıkarların çatışması ve hedef Bakü’deki petrol yatakları oluyor.

İkinci Dünya savaşı esnasında Türkiye ayrı bir pakta ait olmasına ve birçok sorunlara rağmen Almanya, Rusya tarafından sürekli tehdit edildiği için ilişkiler hiçbir zaman kopma noktasına gelmiyor. 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yukarıda bahsi geçen problemler su üstüne çıkıyor. 1993/94 yıllarında Rusya’nın Sovyet İmparatorluğunu bir başka form altında tekrar organize etmek isteği[54] ortaya çıktıktan sonra ilişkiler tekrar yumuşar gibi oluyor.[55] Bundan dolayı şu tezi ortaya atabilirim; Türk-Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği ile Rusya’nın Almanya üzerindeki tehdit derecesi arasında bir bağlantı bulunuyor. Şu an Rusya’nın ilişkilerinin en iyi olduğu ülke Almanya olduğu değerlendirmesi yapılıyor.

İkinci tez:

Türkiye doksanlı yılların başından itibaren ve özellikle 2000’li yılların başında bir sıçrama yaparak Almanya ile beraber yükselen devletler olarak gösteriliyor.[56] Bu zaman içinde Almanya, Atlantik İttifakı içinde Türkiye ile olan politik ilişkilerinde ihtilafa düşen tek ülke oluyor. Her iki ülkenin hayati çıkarlarının bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da her iki ülke menfaatleri çatışıyor. Dolayısı ile ikinci bir tez olarak da şunu söyleyebilirim; Her iki devletin birden yükselmeleri çatışmalarına hizmet ediyor.

Üçüncü tez:

Üçüncü tez ise Ortadoğu konusunda oluyor. Türkiye; Irak, Suriye, Mısır ve İsrail ile bozuşurken İhvan’a, Hamas’a yaklaşıyor. Ortadoğu’daki gelişmeler ilk iki sıradaki çatışma nedenlerinin de önüne geçiyor. Ortadoğu olayları Batının (ABD ve AB) ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını sonuna erdirdiği gibi, Ortadoğu’da Sünni liderliğine soyunan Türkiye’nin ABD, AB ve Almanya ile ters düşmesine, bölgedeki jeopolitik dengelerin değişmesine ve Türkiye’nin; ABD, AB ve özellikle Almanya ile çatışmasına yol açıyor. Aslında bu çatışma beraberinde çok büyük bir jeopolitik sarsıntıya yol açacak gibi gözüküyor. Ortadoğu’daki kavganın ikinci bir temel konusu da şu oluyor: Irak’ın kuzeyine hapsolmuş bir sözde Kürdistan’ın yaşama şansı bulunmuyor. Akdeniz’e çıkış bulacak bir sözde Kürdistan yıllardan beridir Batının (ABD, AB, Almanya) Sevr'de kursaklarında kalan en büyük hayali oluyor. Bu hayalin gerçekleşme ihtimali beliriyor. Bölgedeki bütün kavga bu hayal üzerine yapılıyor.

Ortadoğu’da İhvan’a ve Hamas’a yaklaşan Türkiye nedeniyle İsrail, güvenliğini Kürtlerde arıyor. Bu nedenle İsrail ve ABD, Irak’taki ve Suriye’deki Kürtleri desteklemeye başlıyor.

1990'lı yıllardaki Türk - Alman ilişkilerindeki sıkıntılar, yukarıda anlattığım birinci ve ikinci maddedeki nedenlere dayanan çıkar çatışmalarından kaynaklanıyor. Ancak günümüzde yaşanan sıkıntılar ise bir çıkar çatışmasından ziyade hem birinci hem de ikinci maddedeki nedenlerle beraber asıl olarak üçüncü maddede anlatılan Ortadoğu nedeniyle bir jeopolitik dönüşümün öncü sarsıntıları olduğu değerlendiriliyor. Asıl jeopolitik sarsıntı aynı nedenle Almanya'nın ardından şimdi de ABD ile yaşanıyor. Bu jeopolitik sarsıntılardan sonra özellikle ABD ile ilişkilerde her iki tarafa da büyük zarar verecek asıl kırılma olması bekleniliyor. Çünkü öküz (Ilımlı İslam) ölüyor, ortaklık bozuluyor.

Türkiye’nin eksikliği

Şimdiye kadar çuvaldızı hep Almanlara batırıyorum. İğneyi de kendimize batırmamız gerekirse; (gerçi bu konu ayrı bir yazı konusudur ama) kısaca özetleyecek olursam da bunun ağırlıklı olarak Türkiye'nin AB normlarına göre olan eksikliği olduğu görülüyor.

AB’nin iki temel belgesi bulunuyor: Bunlardan birincisi ‘’Maastricht Kriterleri’’ diğeri ise ‘’Kopenhag Kriterleri’’ oluyor. ‘’Maastricht Kriterleri’’ AB ülkelerinde serbest piyasa ekonomisin geçerli olduğu vurgulanıyor. ‘’Kopenhag Kriterleri’’ ise demokrasi standartları, düşünce özgürlüğü ve insan hakları gibi temel AB normları oluyor ve AB üyeliğinin olmazsa olmazları koşulları olarak tanımlanıyor.

Ne yazık ki Türkiye’nin ‘’Kopenhag Kriterleri’’ni uygulamadaki isteksizliği, ülkede yaşanan AB normlarına uymayan siyasal gelişmeler, demokrasi eksikliği ve hukuk ihlalleri Türkiye – Almanya arasındaki çatışmanın Türkiye tarafından görülen eksiklikleri oluyor. 

Bir de Türkiye'nin eksikliği olarak ülkenin son yıllarda dış politika alanında izlemiş olduğu inişli çıkışlı, zik zak yapan politikalarını ve dış politik söylemlerindeki tutarsızlıkları gösteriliyor.

Alman Sevk ve İdare Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr) komutanı Amiral Rudolf Lange benim de bulunduğum bir masa sohbetinde bütün güvenlik politikası kitaplarında bulunan bir bilgiyi dile getiriyor: ‘'Kötü bir güvenlik politikası inişli çıkışlı bir çizgi izler, iyi bir güvenlik politikası ise düz bir çizgi izler ve günlük olaylardan etkilenmez’' [57] Bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye'nin dış politikada daha açık, daha net, daha düz ve daha doğru bir politika izlemesi gerekiyor. Dış politikayı iç politika ile özdeşleştirdiğinizde, bugün yapıp yarın özür dilediğinizde, sürekli çark ettiğinizde, söylemleriniz havada kaldığında uluslararası alanda güvenirliliğinizi ve saygınlığınız yitiyor.  

Türkiye'nin son bir eksikliği olarak da ülkede olmayan aklıselimi gösteriliyor. Zaman aklıselim zamanı oluyor. Ne yazık ki  ‘’aklıselim’’ zamanımızda ülkemizde en az bulunan bir kavram haline geliyor. Aklıselim ise; Türkiye'nin bölgesinde ve tüm dünyada giderek yalnızlaştığı böylesi bir zamanda, kendisiyle tarihi ve derin ilişkilerimizin olduğu ve ülkesinde de dört milyona yakın vatandaşımızın yaşadığı ve en büyük ticaret partnerimiz olan Avrupa’daki böylesi bir gücü karşımıza değil yanımıza almayı gerekli kılıyor.

Avrupa Birliği’nin çifte standardı

Yeri gelmişken burada yine bir çifte standarda değinmeden geçmek istemiyorum. O da Türkiye'nin AB üyeliği konusunda Avrupa'nın ikiyüzlü direnci oluyor. AB’ne (o zamanki ismi ile Avrupa Eko­nomik Topluluğu) Türkiye’nin başvurusu 1959 yılı Temmuz ayında yapılıyor. 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile tam üyeliğe ulaşabilmek için üç aşamalı otuz yılı aşkın bir dönem öngörülüyor. Türkiye tam üyelik beklentisiyle 1996 yılında ''Gümrük Birliği’ne giriyor. 2001 yılın­da tam üyelik başvurusu yapılıyor. Ancak şimdiye kadar üyelik müzakereleri birkaç göstermelik dosya açılması dı­şında sonuçlanmıyor. Türkiye AET’ye başvurduğunda altı üyeli topluluk, günü­müzde yirmi sekiz ülkeye ulaşıyor, Türkiye’den Kopenhag kriterlerine göre misli misli geri ülkeler AB’ne kabul edilirken Türkiye’ye bir türlü sıra gelmiyor.

Sonuç

Bütün güçlüklerine rağmen bir bölgesel güç olan Türkiye 21’inci yüzyılda Avrupa güvenliğinin kilit noktasında bulunuyor. Almanya da Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ülkesi haline geliyor. Her iki ülke de birbirileri için çok önemlidir. Balkanlar, Karadeniz, Orta Asya, Akdeniz ve Ortadoğu bölgesindeki Almanya ve Türkiye’nin hayati çıkarları her iki ülkenin çatışmasına değil iş birliğine muhtaç kılıyor. Bu bölgelerde stratejik iş birliği her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Enver Paşa’nın Morgenthau’ya söylediği gibi ‘’Türkler ve Almanlar birbirilerini ihmal edemezler.’’

Neyse… Maksadım kimseyi eleştirmek, kimseye yol göstermek, kimseye akıl vermek değildir, bu zaten herkeste ve özellikle ülkeyi yönetenlerde fazlasıyla mevcut ve mebzul miktarda bulunuyor. Bu yazıdan maksadım mazide bir gezi yapmaktır.

Mazi deyince de; mazi bana, sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatıyor:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Benim de mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN

FAYDALANILAN KAYNAKLAR

[1] Süleyman KOCABAŞ, ‘Pencerminizmin Şarka Doğru Politikası, Tarihte Türkler ve Almanlar’, Vatan Yayınları, İstanbul, Eylül 1988, s. 4

[2] İlber  ORTAYLI, ‘Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1983, s. 59

[3] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 43

[4] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, ‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’, Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982, s .8,9

[5] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 47

[6] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 55

[7] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.  69

[8] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 6

[9] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 65,67

[10] İlber ORTAYLI-2-, ‘İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, AÜSBF Yy. No. 479, Ankara 1981, s. 59

[11] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 11,12,13

[12] Jehuda L. WALLACH, ‘Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976, s. 167

[13] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 100

[14] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.55

[15] Sultan ABDÜLHAMİT, ‘Siyasi Hatıratım’,Hazırlayan: Ali Vehbi Bey, Hareket Yayınları, İstanbul 1974, s. 74                        

[16] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 8,9

[17] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 42

[18] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 12

[19] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[20] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[21] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 21

[22]Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[23] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 13

[24] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 62

[25] Jeffrey E. GARTEN, ‘Soğuk Barış. ABD, Almanya ve Japonya Arasındaki Hegemonya Savaşı’, Türkçesi; Yavuz ALAGON, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1994, s. 22

[26] Heinz BRILL, ‘Dimensionen der Sicherheitspolitik aus geopolitischer Sicht nach dem Ende des Ost-West-Konfliktes’, ÖMZ Österreichische Militaerische Zeitschrift, 5/96, s. 527

[27] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 25,26

[28] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Birleşmenin Beşinci Yılında Alman Dış Politikası’, Cumhuriyet, 3 Ekim 1995

[29] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 193

[30] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Alman Dış Politikasının Özü: İstikrar ve Güven’, Cumhuriyet, 4 Ekim 1995

[31] Hans KRECH, ‘Die Türkei  im Aufwind’, Europaeische Sicherheit, 2/93, s. 80,81

[32] Heinz BRILL, a.g.e., s. 522

[33] Heinz KRAMER, ‘Die Türkei als Regionalmacht, Brücke und Modell’, Stiftung Wissenschaft und Politik, August 1995, s. 36

[34] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 44

[35] Sidney E. DEAN, ‘Zwischen Koran und Kommerz, die sicherheitspolitische Lage der Türkei’, IFDT, Information für die Truppe, Nr. 8-9, August-September 1996, s. 43

[36] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, ‘Türk-Alman ilişkileri ve PKK faktörü’, Avrasya Dosyası, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 199 s.73

[37] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 77,78,79

[38] Erhan YARAR, ‘21nci Yüzyılın Eşiğinde Birleşmiş Almanya – Doğu ve Batı Gerçekten Birleşti mi ? ’, Yeni Yüzyıl, 7 Ekim 1995

[39] Erich FEIGL, ‘Die Kurden, Geschichte und Schicksal eines Volkes’, Universitas Verlag, München 1995, s. 20

[40] Ahmet KÜLAHÇI, Hürriyet, 2 Mayıs 1995

[41] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, Landeszentrale für politische Bildung Hamburg, Hamburg im April 1996, s. 23,24

[42] Frankfurter Rundschau, 9. Mai 1994, Nr. 107, s. 5

[43] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, a.g.e., s. 25,26

[44] Doç.Dr.Hüseyin BAĞCI,‘Türk-Alman ilişkilerine yeni bir soluk mu geliyor’,Yeni Yüzyıl, 18 Mayıs 1996, s.18

[45] Anatoli FRENKIN, ‘Der Terrorismus – Ein Problem für die russische Sicherheitspolitik, Europaeische Sicherheit, 4/96, s. 36

[46] Jörg BECKER, ‘Zwischen Integration und Dissoziation: Türkische Medienkultur in Deutschland’, aus Politik und Zeitgeschichte, B 44-45/96, 25. Oktober 1996, s. 43

[47] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 75, 76

[48] ‘Russland – Türkei: Neue Auseinandersetzung. Wird davon Deutschland betroffen’, Russlands Perspektiven, September 1995, s. 20-26

[49] Zülfikar DOĞAN, ‘Devlerin Çekişmesi Ortadoğu’yu Isıtıyor’, Milliyet, 14 Mayıs 1996, s. 10

[50] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 76, 77

[51] Franz MENDEL, ‘Die Kurden – Stiefkinder der Welt’, Europaeische Sicherheit, Nr. 11, November 1996, s. 3

[52] Prof. Dr. Abdülhaluk ÇAY, ‘Her Yönüyle Kürt Dosyası’, Turan Kültür Vakfı, Ankara 1994, s. 593-611

[53] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[54] IAP- Dienst Sicherheitspolitik, Nr. 11, November 1996, s. 12

[55] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 45

[56] Heinz BRILL, a.g.e., s.522

[57] ‘Hinter den Horizont geschaut’, Tischgespraech mit Konteradmiral Rudolf Lange, Hamburger Abendblatt, 2./3. November 1996, s. 2

 


Yorumlar - Yorum Yaz