Monşerler!
31 Temmuz 2019
30 Temmuz 2019 tarihli Resmi Gazete’de pek kimseciklerin dikkatini çekmeyen bir yönetmelik yayınlandı: ‘’Dışişleri Uzmanlığı Yönetmeliği ile Dışişleri Bakanlığı Memurlarının Yurtdışına Sürekli Görevle Atanmasına ilişkin Yönetmelik’’
Bu yönetmelik, Dışişleri Bakanlığı merkez teşkilatında görev yapan uzman yardımcılarının mesleğe alınmaları ile uzmanlığa atanmaları konularını düzenliyor. Önceki yönetmeliğe göre Dışişleri Bakanlığı’na uzman yardımcılığı giriş sınavı ve uzman yardımcılarının uzman olmasına karar veren yeterlik sınavı kurullarının üyeleri, Dışişleri Bakanı tarafından ‘’büyükelçi’’ veya ‘’elçi’’ unvanı taşıyan meslek memurları arasından seçiliyordu. Yeni yönetmelikte sınav kurulu üyelerinin elçi unvanı taşımaları zorunluluğu kaldırıldı. Yeni yönetmelikte bu madde “Kurul başkanı, vekili ve üyeleri bakanlık görevlileri arasından bakan tarafından belirlenir” şeklinde düzenlendi.
Biliyorsunuz görevdeki iktidar işbaşına geldiğinde Dışişleri Bakanlığının mevcut yetişmiş, nitelikli personeli, özellikle büyükelçiler önce ‘’monşer’’ denilerek aşağılandı, dışlandı… Sonra da mevzuat değiştirilerek Dışişleri Bakanlığı’na dışarıdan büyükelçi atanması sağlandı… Bu yönetmelik ile de Hariciyenin hafızası olarak bilinen mevcut büyükelçiler, bakanlığa personel alım süreçlerinden dışlanmış oldular…
Mademki söz Dışişleri Bakanlığından ve büyükelçilerden açıldı ben de onlarla ilgili birkaç anımı burada paylaşayım istedim...
Ama önce bir kitap ve tarih… (Bu adamın da ‘’tarih’’ ve ‘’kitap’’ takıntısına gıcık oluyorum ya neyse!) Önce ‘’Monşer’’leri anlatan bir kitaptan bahsetmek istiyorum:
Bernard Lewis (d.1916, Londra), İngiliz asıllı ABD'li tarihçidir. Kendisi günümüzde halen yaşayan en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıdır. Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” (Arkadaş Yayıncılık, 2014) adı ile yayınlanır. Bernard Lewis, kitabında tanık olduğu olaylarla kendi hayatını da anlatır. Bu kitapta geçen Türkiye ile ilgili bazı bölümler:
Bernard Lewis’e Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır… “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s. 32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "… tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."
Bu Türk dış politikasının birinci sorunudur… Muhataplarınız hep Türk kaynakları dışından beslenmişlerdir. Ben bu sorunla özellikle Viyana’da çok karşılaştım…
1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde Dışişleri Bakanlığına gönderilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi ise Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s. 57)
1939 yılında Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun idrakine, farkına varan bir yönetim, pardon ‘’monşer’’ anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz anlaşılır gibi değildir…
Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s. 57) Bu ise bazı Tarih bilmezlerin dudak büktükleri ‘’monşer’’ diye aşağıladıkları genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturu idi…
Bernard Lewis’i ve kitabını burada bırakayım…
Gerek Almanya’da gerekse de Viyana ve Slovenya’da Türk Dışişleri Büyükelçileri ve personeli ile beraber çalıştım… Büyükelçiler, Lewis’in bahsettiği Tevfik Rüştü Aras gibi değerli, kaliteli ve nitelikli elçilerdi. Ben Almanya’da iken Büyükelçi Onur Öymen idi… Hamburg Konsolosu Ülkü Başsoy idi... Ben Avusturya’da iken de Viyana Büyükelçisi Ömer Akbel idi... (TRT eski spikerlerinden Can Akbel’in kardeşi idi… 2015 yılında vefat etti… Allah rahmet eylesin) Akredite olduğum Slovenya’da ise Lübliyana Büyükelçisi Halil Akıncı idi. (Büyükelçi Halil Akıncı daha sonraları 2008-2010 yılları arasında Moskova Büyükelçiliği yapmıştı)… Büyükelçi Ömer Akbel ile Büyükelçi Halil Akıncı 1999 ve 2001 yıllarında kendileri ile beraber çalıştığım ve kendilerini yakından tanıdığım mükemmel hariciyecilerdi…
Büyükelçi Ömer Akbel ile ilgili iki olayı anlatmak istiyorum:
Sözde Ermeni soykırım tasarısı Avusturya meclisine gelmişti. Oylama öncesi Büyükelçi Ömer Akbel, Avusturya Dışişleri Bakanı ile görüşmüştü. Avusturya Dışişleri Bakanı’nın Büyükelçi Ömer Akbel’e verdiği cevap şöyleydi: ‘’Sayın Büyükelçim, müsterih olun. Ben Bakan olduğum sürece bu tasarı Avusturya Meclisinden geçmeyecektir.’’ Ve bakanın söylediği gibi tasarı Avusturya meclisinden geçmedi…
Yine Büyükelçi Ömer Akbel ile beraber o zamanki Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı ve AP Türkiye Röportörü olan Hannes Swoboda ile aynı masada beş saat süreyle bir görüşme yapmıştık… Hannes Swoboda benim misafirimdi, benim için Brüksel’den Viyana’ya gelmişti... Hannes Swoboda derinliği olan ve Avrupa'da saygın bir yeri olan bir politikacıydı… Büyükelçi Ömer Akbel, Hannes Swoboda ile olan bu görüşmede ferasetini, bilgisini, kalitesini konuşturmuş, Swoboda'yı kendisine hayran bırakmıştı... Büyükelçi Ömer Akbel'in kalitesini bu görüşmede bir kez daha anlamıştım…
Bu anlattığım Hariciyeciler ''Monşer''diler... Gelelim günümüz Dışişlerine… Yani günümüzün ‘’monşer’’ olmayan Dışişlerine…
Sadece tanık olduğum bir olayı anlatacağım… Hani Napolyon’a atfen anlatılan bir fıkra vardı ya: Napolyon, komutanına sormuş; "Savaşı neden kaybettik?.." Komutan cevaplamış; "Asaletmeap, üç tane sebebi vardır!.." Napolyon sormuş: "Nedir bunlar!.." Komutan başlamış anlatmaya; "Bir, barutumuz bitmişti!..." Napolyon konuşmayı kesmiş; "Yeter, başka söze gerek yok, konu anlaşılmıştır!.." Ben de bu olayla konunun anlaşılacağını ve Türk Dışişlerinin ne halde olduğunu anlamak için başka söze gerek olmadığını düşünüyorum:
Yıl 2010… Sonbahar aylarıydı. Yeni emekli olmuş, evim de Ankara’da olduğu için ben de Ankara’ya taşınmıştım. Her zaman ve her yerde olduğu gibi öğretmen olan eşimi ulaşımın olmadığı dağ başında uzak bir okula vermişlerdi. Ben de Milli Eğitim camiasından tanıdığım bir arkadaşım aracılığı ile Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan’dan bir randevu almıştım. (Kamil Aydoğan, yakın zamanda vefat etti. Aydın bir insandı. Daha önce İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü yapmıştı. Kendisini oradan tanıyordum. O görüşmemizde söz vermesine rağmen işimizi yapmamıştı. Zaten kimse de yapmadı. Eşim iki yıl yollarda eziyet çektikten sonra emekliliğini istedi.)
Eşimle beraber randevu zamanında Kamil Bey’in makamına geldik. Kamil Bey bizi içeri odasına davet etti. Eşimle içeri girdik. Tam söze başlayacağız sekreteri odaya girerek ‘’diğer misafiriniz de geldi efendim’’ diye söyledi. Kabil Bey bizden izin isteyerek bu misafiri de odaya kabul etti..
İçeriye ütüsüz pantolon, buruşuk bir ceket, kravatsız, hafif sakallı, hafif göbekli bir tip girdi… Sanki uzun yoldan gelmiş bir kamyon şoförü gibiydi. Kamil Bey önce şaşırdı... Belli ki bu kişi beklediği kişi değildi… Kamil Bey bu gelen kişiye hitaben ‘’Siz falanca Bey misiniz?’’ diye sordu. Gelen kişi ‘’Evet efendim. Ben Dışişleri Bakanlığı Strateji Daire Başkanı falancayım’’ diye cevap verdi… Derdini anlattı… Adam de benim gibi eşi için gelmiş… Kamil Bey eşinin nerede olduğunu sordu. Adam ‘’dışarıda bekliyor’’ cevabını verince Kamil Bey adamın eşini de içeri davet etti. İçeri başörtülü bir kadın girdi…
Tabii ki kimseciklerin kılığını kıyafetini, kılığına kıyafetine bakarak kendilerini yargılamaya hakkım yok… Hani derdi ya Mevlâna: "Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."
Ancak yine de ben Türk Dışişlerinin halini anlamak için başka söze gerek yok diye düşünüyorum… Çünkü gelen kişinin ‘’monşer’’ olmadığı kesindi…
İşte biz böylesine adamlarla yedi düvele düşman olduk… ABD’yi, AB’yi karşımıza aldık… Tüm komşularla kavgalı hale geldik… Bugün için bölgemizin en önemli ülkeleri olan Suriye, İsrail ve Mısır’da büyükelçimiz yok… Bir Katar sevdası nedeniyle Arap ülkelerinin en önemlisi Suudi Arabistan’la, BAE ile papaz olduk… Doğu Akdeniz elden gidiyor haberimiz yok… Daha dün (29 Temmuz 2019) Yunanistan’ın yeni Başbakanı Miçotakis'in Kıbrıs ziyaretinde söylediği; "Yunanistan'ın stratejik hedefi buradaki Türk askerinin işgalini sona erdirmek ve ortadan kaldırmak’’ sözüne karşı Türk Dışişleri Bakanlığının hâlâ verecek cevabı yok!…
Siz ‘’monşer’’ diye Hariciyenin hafızası büyükelçileri hâlâ dışlayın emi… Hani bir Çin atasözü vardı ya: ‘’Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.’’
Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz?…
Osman AYDOĞAN