Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn
23 Aralık 2020
Dünkü yazımda dîvân edebiyatı hakkında şunları yazmıştım: Dîvân edebiyatı basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…
Ve yazımda da Fuzûlî’nin şu meşhur beytini uzun uzun anlatmıştım:
“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”
Fuzûlî’den alıntıladığım bu beyit, Doğu edebiyatının aşk üzerine yazılmış en büyük eseri olan ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde yer alırdı… Batı dünyasında Shakespeare’in ‘’Romeo ve Juliet’’i ne ise Doğu dünyasının da ‘’Leylâ ve Mecnûn’’u odur. Dün yazım uzamasın diye Fuzûlî’nin ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini bugüne bırakmıştım…
Yazımı okuduktan sonra da yazımım sonunda bağlantısını verdiğim, Türkiye'de New Age müziğin uluslararası platformda temsilcisi, besteci ve müzisyen Can Atilla'nın ‘’Leyla İle Mecnun Rapsodisi’’ni dinlemenizi arzu ederim… Hikâye, müzikle, müzik de hikâyesi ile birleşince çok daha anlamlı hale geliyor…
‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisi
Leylâ ve Mecnûn, aslında bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir… Bu aşk hikâyesini Doğuda çok yazar ve şair işler… Bunların arasında en önemlisi Azerbaycan asıllı olup Farsça şiirler yazan Nizamî Gencevî’dir (1141-1209). Nizamî Gencevî, 1181'de Farsça olarak "Laylā o Majunūn" (Leylâ ve Mecnûn) mesnevisini yazar.
‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini anlatan en güzel eser ise Fuzûlî’nin ‘’Leylâ vü Mecnûn’’ mesnevisidir. Bu mesnevide Leylâ ve Mecnûn’un aşk hikâyesi lirik bir üslûpla anlatılır. (‘’Leylâ ve Mecnûn’’, Kapı Yayınları, 2019) Bu eseri Aziz Nesin günümüz Türkçesiyle yayınllar. (''Leyla ile Mecnun'', Nesin Yayınevi, 2018)
Fuzûli, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisini Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine (*) katılan şairlerin isteği üzerine 1535 yılında yazar. Bundan dolayı Fuzûlî mesnevisinin girişinde (dîbâce) Kanûnî Sultan Süleyman’a methiyede bulunur. Ne padişahlar varmış değil mi? Sefere bile giderken yanlarında şairlerini de götürüyor!...
‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesinin konusu kısaca şöyledir:
Leylâ ve Kays (Mecnûn’un asıl adı) medrese yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnûn" diye anılmaya başlar.
Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnûn’a birçok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kâinat artık Leylâ’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kâbe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder.
Hem Leylâ’nın hem Mecnûn’un halleri gittikçe per perişan bir hal alır… Başkasıyla nikâhlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür.
Bu sırada Mecnûn çöldedir ve aşkına yoğunlaşmaktadır. Mecnûn’un dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsedilmez. Artık Mecnûn sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır. Çünkü birlik yolunda (vahdet revişinde) ikilik hoş olmayacaktır.
Bir gün Leylâ çölde Mecnûn’u bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der:
“Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen sen isen neyim men-i zâr”
(Ey sevgili! Eğer ben, ben isem sen kimsin;
Eğer sen, sen isen o zaman ben kimim?)
Bu beyit öylesine sıradan bir beyit değildir. Aynı düşünceyi vahdet-i vücûd ehli İbn-i Arabî de söylerdi… Aynı düşünceyi yüzyıllar sonra ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisi de söylerdi…. Aynı düşünceyi yine yüzyıllar sonra Fransız düşünür Michel Foucault, ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (İmge Kitapevi Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘‘bakanın bakılan olduğu’’ tespitini yaparak söylerdi…
Leylâ, Mecnûn’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Mecnûn, onun mezarına uzanır ve canından can gitmişçesine hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradan’a feryâd figân dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, gökyüzünü kara bulutlar sarar, fırtınalar çıkar, gökler gürler, şimşekler çakar, yıldırımlar düşer ve âşıklar âşığı Mecnûn gerçek anlamda Leylâ’sına kavuşur...
Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergi ve övgüsü
“Aşk imiş her ne vâr âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyitin yazarı Fuzûlî, her şeyden evvel bir aşk şairidir. Fuzûlî, gençliğinde aşk şiirleri yazdığını söyler. Birçok şiirinde aşkı anlatmıştır. Ancak Fuzûlî’nin anlattığı bu aşklar maddi ve beşerî aşklardır…
Ancak Fuzûlî, ilim tahsilinden sonra bu beşeri aşktan sıyrılarak aşama aşama tasavvufî ve ilahî aşkı anlatan şiirler yazmaya başlar. Fuzûlî’nin tasavvufî ve ilahî aşka erişmesinin en güzel örneği ise ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisidir...
Fuzûlî, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde Leylâ ve Kays arasında çocuk yaşta başlayan dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanır. Ancak mesnevinin ilerleyen beyitlerinde maddi, beşerî aşktan ayrılıp, aşkın, Kays’dan Mecnûn’a, Leylâ’dan da Mevlâ’ya ulaşmasıyla beşerî aşktan tasavvufi ve ilahî aşka dönüşünü anlatılır.
Fuzûlî, eserinin sonunda âşıkların ölüm hakikati ile yüz yüze geldiklerinde asıl kavuşmanın gerçekleştiğini vurgulamak için âşıkları aynı kabre koydurur…
Fuzûlî'nin mesnevisinde; kendisinden ‘’ben’’ (men) diye bahseden Fuzûlî ile Kays (Mecnûn) ve Leylâ vardır.
Fuzûlî, mesnevisinde kahramanlarını zaman zaman eleştirir, zaman zaman da över. Ancak Fuzûlî’nin âşıkları, ama daha çok Mecnûn’u eleştirdiği zamanlar, onların beşeri aşkı yaşadığı zamanlarıdır.
Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergisi
Bu zamanlarda Fuzûlî, genellikle Mecnûnun âşıklığını pek beğenmez ve kendi ilahî aşkının daha yüce olduğunu vurgular.. Fuzûlî’nin bu düşüncesine örnek iki beyit:
‘’Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.’’
(Bende Mecnûn’dan daha fazla âşıklık yeteneği var.
Sevgisine sadakat gösteren âşık benim. Mecnûn’un sadece adı var.)
‘’Kıl tefâhur kim, senün hem var men tek âşıkun
Leyli’nin Mecnûnu Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var’’
(Eğer Leylâ’nın Mecnûn’u, Şîrîn’in Ferhât’ı varsa, -ki vardır-.
Lakin senin benim gibi âşığın var. Bununla övün. Onlar çok ehemmiyetli değildir.)
Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan övgüsü
Ancak Mecnûn ilahî aşka ulaşınca da Fuzûlî’de Mecnûn'a karşı övgü başlar. İşte bu övgülerden birisi de Fuzûlî’nin dün anlattığım beyti idi:
“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”
Beytin ilk dizesinde Fuzûlî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söyler. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede bulunur…
İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına gelir. Ancak Fuzûlî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şekli olur… Fuzûlî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söyler. Buraya kadar dizenin anlamı da basit. Anlaşılmasında bir sorun bulunmuyor…
Bütün mesele “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibinde bulunur. Çünkü “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe olmuyor. Bu konu biraz çetrefillidir… Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı’’ derdi. İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz çoğaltmam ve uzatmam gerekir:
“Ve’l-Leyl”, Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken Fuzûlî’nin; bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığı sanılır… Yani, Fuzûlî’nin; “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise ve’l-Leyl ayetinde kaldı'' dediği, basitçe ''ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediği sanılır… Ama öyle değil işte…
Arapça’da bir de ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi bulunur. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfi olur. Bu ‘’vav’’ harfine ‘’yemin vav’’ı denir. ''Vallahi'', ''veşşemsi'', ''velfecri'' kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun'' , ''yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.
“Ve’l-Leyl” tamlaması Kur’ân’ın birkaç yerinde geçer. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ şeklindedir.
Ancak Fuzûlî, dizelerinde ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayeti anlamında kullanmaz. Fuzûlî, ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Leylâ'yı kastederek kullanır. Bu durumda “ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leylâ’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Mecnûn, Leylâ'ya âşık olana kadar Kays olarak tanınır, Kays olarak bilinir. Kays, Leylâ’nın aşkından sonra, Leylâ'nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olur. Burada Fuzûlî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “ve’l-Leyl”de kalarak, ona odaklanarak, ona yoğunlaşarak ''Mecnûn'' olur…
Aslında Fuzûlî, bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mektebi-i aşk içinde okuyarak “ve’l-Leyl”de, Leylâ'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin (Nâbî gibi) yok hükmünde bir cahil olduğunu söyler…
Bir başka anlamda da Fuzûlî, Kur’ân’ı hatmetmenin bir önemi olmadığını, önemli olanın Kur’ân’da derinleşerek, onda yoğunlaşarak onu anlamanın önemli olduğunu vurgular...
Hatta Fuzûlî, Mecnûn’un bu ilahî aşkı karşısında kendisini kötüler:
‘’Öyle bed-hâlem ki ahvâlüm görende şâd olur
Her kimün kim devr cevrinden dil-i nâ-şâdı var.’’
(Öyle kötü durumdayım ki, benim hâlimin ne kadar fena olduğunu gören mahzun ve kederli gönül sahibi herkes çektiği cevr ü cefasına rağmen sevinir.)
Görüldüğü gibi Fuzûlî ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde, beşerî aşk aşamasında Mecnûn’u eleştirir, kendisini (ilahî aşka eriştiği için) ondan üstün görür, ancak ne zaman ki Mecnûn ilahî aşka erişir o zaman Mecnûn’u över ve Mecnûn’u kendisinden üstün görür. Hatta o zaman Fuzûlî, Mecnûn’un varisi olduğunu da beyan eder:
‘’Mana cem olur kanda kim var bir gam
Menem mülk-i ışk içre Mecnûn’a varis.’’
(Nerede bir dert varsa benim başıma gelir. Aşk mülkünde Mecnûn’un mirasçısı benim...)
Son söz
Sözü dua niyetine Fuzûlî’nin bir başka beyti ile bitireyim:
‘’Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni’’
(Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)
Osman AYDOĞAN
(*) 1534 yılında yapılan bu sefer aslında İran’a yapılan bir seferdir. ‘’Irakeyn Seferi’’ olarak tarihe geçer. Kanûnî, 1534 / 1535 kışını Bağdat’ta konaklayarak geçirir… Bağdat şehrine Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir törenle girer. Bağdat’ta Kanûnî’yi karşılayanlar arasında büyük Fuzûlî de vardır. Fuzûlî, Kanûnî’nin gelişine ‘’Geldi burcu evliyâya pâdişahı nâmdâr 941h.’’ ifadesiyle tarih düşürür. Bir ''methiyename'' olan yetmiş beyitlik meşhur ‘’Bağdat Kasidesi’’ni Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim eder. Bağdat’ın fethi dolayısıyla Kanuni’ye yazdığı bu “methiyename” dolayısıyla kendisine ödül olarak 9 akçelik bir maaş bağlanır. Fuzûlî, ödülünü almak için elinde maaş beratıyla maliye dairesine gider. Kılık kıyafeti ve kırçıl sakalı memurların ilgisini çekmez. Sonuçta Fuzuli, ödülü olan maaşını alamaz. Bunun üzerine Fuzûlî, “Selam verdim rüşvet değil diye almadılar’’ diye başlayan ünlü “Şikâyetname”sini kaleme alır. Ki bu eserin her bir satırı hala güncelliğini korur.
Şimdi, Türkiye'de New Age müziğin uluslararası platformda temsilcisi, besteci ve müzisyen Can Atilla'dan, ‘’Leyla İle Mecnun Rapsodisi’’ni dinleme zamanı:
https://www.youtube.com/watch?v=5uquEV6iBnQ