Ahmakların Seferi
24 Aralık 2012
Malum, Türkiye’nin son yıllarda aklı karıştı… Veya daha doğrusu karıştırıldı… Şu gerçeği öncelikle kafamızı kuma gömmeden net bir şekilde görmeliyiz; Batı'nın (ABD ve AB diye ayırmadan) bu bölgede tarihsel bir amacı vardır ve o da şudur; ‘’Bölgedeki Türki, Farsi ve Arabi unsurların arasına bir de ‘’Kürdi’’ unsuru eklemektir.’’ Bu heves Sevr’de gerçekleşmek üzereyken kursaklarında kalmıştı. Batı’nın Atatürk’ü sevmemesinin ve O’nu din düşmanı gibi göstermesinin en büyük nedeni budur. Diğer nedenleri de Atatürk'ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı olmasıdır.
Süreç uzun, ayrı bir yazı konusu, gelelim günümüze;
Tabii ki ABD ve AB desteği ile PKK’nın amacı bölgeye bu ‘’Kürdi’’ unsuru monte etmektir. Bu amacın adı da sözde ‘’Büyük Kürdistan’’dır. Sanmayın ki sözde Kürdistan kurulunca ülkenin Batısında kalan Kürtler de buraya gidecekler ve sorun bitecektir… Ülkenin Batısında kalan Kürtlere düşünülen ise onlara azınlık statüsün verilmesidir.
Bunun aşamaları ise;
Sırasıyla kültürel haklar, siyasi haklar (demokratik haklar adı altında), özerklik, federatif yapı ve sonunda da ‘’Bağımsız Büyük Kürdistan’’. Bu aşamalarla paralel olarak benzer süreçleri komşu ülkelerde gerçekleştirmek.
Bu süreç Irak’ta başarılı oldu. Orada şimdilik adı ne olursa olsun özerk bir Kürdistan var… Şimdi ise sıra Suriye’de... Daha sonra da İran ve Türkiye… BOP, GBOP gibi projeler bu süreci gerçekleştirmek için üretilmiş tezgâhlardır.
Bu büyük amaç doğrultusunda; PKK ile beraber ABD, AB, Barzani tayfası, İran PEJAK’ı, Suriye PYD’si ve ülkemiz içindeki PKK uzantısı siyasi oluşumlar ittifak halindedirler.
Burada ironi olan ise Türkiye’nin hem kendi ülkesinde, hem de komşu ülkelerde bu süreci kolaylaştırır bir hareket içinde olmasıdır. (BOP’un Eşbaşkanı, Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesine katkı) (Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün öngörüsü: ‘’Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.’’)
ABD’li yazar Diana Johnstone'in özgün adı "Fool's Crusade; Yugoslavia, NATO and Western Delusions" olan ve 2002 yılında yayınlanan kitabı ülkemizde ‘’Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batı’nın Aldatmacaları” ismiyle 2004 yılında Bağlam Yayınları’ndan yayınlanmıştı.
Kitapta AB ve ABD’nin ''Demokratikleşme'' baskısıyla Yugoslavya meclisinden çıkarılan yasalara dayanarak Slovenya ve Hırvatistan’ın nasıl bağımsızlığına kavuştuğu anlatılır.
Yazar, kitabında emperyalizmin Balkanlar’daki iç yüzünü gösterirken azgın bir milliyetçilikle Yugoslavya’nın çözülüşünde önemli bir rol oynayan Miloseviç yönetiminin günahlarını görmezden gelir.
Yazar, esas olarak eserinde Sıpları savunsa da kitapta adı geçen ‘’Yugoslavya’’ yerine ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ konarak okunursa ortaya Yugoslavya ile bire bir örtüşen dehşet verici bir tablo çıkmaktadır. Yugoslavya’da olduğu gibi AB uyum yasaları ülkemizde terörle mücadelede zafiyet yaratmış, bölünme arzularını beslemiştir. Son olarak yeni yasalaşan Büyükşehir Yasası bu çerçevede hazırlanan, AB’de ve Oslo’da altyapısı hazırlanan ve Türkiye’yi federatif yapıya götüren bir yasadır.
Kitap eski Yugoslavya’da olanları anlatırken sanki Türkiye’de de olacakları anlatmaktadır.
Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher’in ‘’Yugoslavya’da uygulanan modelin Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi için de uygulanabileceği’’ küstah söylemi umarım unutulmamıştır.
Ülkemizde memleket dâhilinde iktidara sahip olanlar aslında ABD, AB ve PKK’nın bu amacını görmediler değil, gördüler. Ancak teşhis ve tedavide tamamen yanlış bir yol seçtiler. (Tabii ki teşhis yanlış olunca tedavi de yanlış olur) Anayasa'da evrensel boyutlarda tanımlanmış ''Türk kimliğini'' anlayamadılar. ''Türk'' ifadesini etnik bir alt kimlik olarak yorumladılar.
Sandılar ki ‘’dini söylem ve eylemler’’ bu gidişi durduracak… Sandılar ki bu büyük amacı dini söylem ve eylemleri kullanarak bir noktada durduracaklar... İslam dünyasının bin yıldan beri birbirini yediğini, birbirini mezhepler ve tarikatlar yolu ile yiyerek bin parçaya bölünmüş olduğunu göremediler…
PKK ile müzakereye başladılar… Oslo’da PKK ile masaya oturdular… ‘’Kürt açılımı’’ tamamen bir PKK bildirgesi idi, zaten içini bir türlü dolduramadılar. ‘’Habur’’ tamamen bu açılımın bir gereği idi, ancak karşılıklı olarak süreci yönetemediler. Seçim vardı önlerinde, seçime doğru sorun çıkmasın diye müzakerelerde tavizkâr davrandılar. Zafiyet ve güçsüzlük görüntüsü vererek karşı tarafa ‘’amaca ulaşıyorsunuz, dayanın’’ mesajını vererek beklentiyi ve de terörü artırdılar.
Bunlara paralel olarak siyasi iktidar; hem belli gruplara mesaj vermek ve onları tatmin etmek hem de bu müzakerelerin gereği olarak hem de siyasi bir kin ve intikam aracı olarak uyduruk belgelerle ve PKK elebaşlarının gizli tanık adıyla ifadeleriyle PKK ile mücadele edecek olan TSK’nın mücadele, azim, güç, heves, moral ve iradesini kırdılar.
Aynı zamanda BOP veya GBOP adıyla kendilerinin eşbaşkanı oldukları ve asıl amacının başlangıçta yazıldığı gibi bölgedeki Türki, Farsi ve Arabi unsurların arasına bir de ‘’Kürdi’’ unsuru eklemek olan sürece gerek fiziksel ve gerekse de ideolojik olarak dur diyebilecek bir gücü etkisiz hale getirdiler.
Seçim sonucu sıra Anayasa’da idi. Sivil Anayasa diğer partilere atılan bir yemdir. Antidemokratik yasalar (Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, ÖYM Kanunu gibi) yerinde dururken Anayasa değiştirmenin hiçbir anlam ve amacı yoktur. Sivil Anayasa’dan maksat mevcut Anayasa’nın ilk üç maddesinin değiştirilmesidir. Yaz dönemindeki terör dalgasının amacı da bu süreci hızlandırmak içindi.
Demokratik veya değil, Anayasa’da herhangi bir şekilde özerklik ifadesinin veya etnik bir kimliğin yer alması ülkenin kesin bölünmesi ve bu tasarlanmış büyük sürecin hızlandırılması anlamını taşıyacaktır…
Şu bir gerçektir ki Türkiye’de özerk Kürdistan gerçekleşmedikçe PKK silahlarını susturmayacak, baltalarını gömmeyecektir… PKK, silah bırakmayı ancak beli kırılınca kabul edecektir. Teröre karşı mücadelede bu gerçek gözardı edilmeden politika üretilmemesi gerekirken ne yazık ki bu husus dikkate alınmadan politikalar belirlendi…
Bu arada bilerek veya bilmeyerek dış siyasette de büyük yanlışlar yapıldı. Azeriler dışlanıp Ermeni açılımı yapıldı… Irak Türkmenleri unutulup Barzani’ye kucak açıldı Irak’a ise düşmanlık yapıldı… Araplara yaranacağız diye Yahudi aleyhtarlığı yapıldı, ancak icraatta hep İsrail’e yarar politikalar uygulandı… ABD’ye taşeronluk aşkına Suriye’ye cephe alındı, Suriye’nin iç işlerine karışıldı… Terörle mücadele edilirken bütün dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği Hamas’a kucak açıldı... Hamas’a kucak açılırken Kıbrıslı Rumlara çiçek, Kıbrıslı Türklere ise taş atıldı… Başlangıçta İran’a kucak açıp AB’ye sırt dönüldü… Sonra da İran’a karşı İsrail için ülkemizde füze radarları kuruldu…
Şimdi de Suriye bahane edilerek muhtemel bir İran-İsrail (ABD) savaşında İsrail’i korumak için parasını da bizzat ödeyerek Patriotlar getirildi... Bu Patriot füzeleri ve Malatya’ya yerleştirilen radarlar nedeniyle İran ve Rusya’ya karşı da cephe alındı.
Bir başka açıdan bakarsak:
İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken ABD’ye en büyük desteği AKP Hükümeti sağladı. Dolayısı ile AKP Hükümeti İsrail’in baş düşmanının ortadan kaldırılmasında en büyük katkıyı sağlamış oldu.
İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının yılmaz savunucusu Kaddafi idi… ABD tarafından Kaddafi ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği AKP Hükümeti verdi. Dolayısı ile AKP Hükümeti İsrail’in ikinci baş düşmanının da ortadan kaldırılmasında en büyük katkıyı sağlamış oldu.
İsrail’in yine en büyük düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı AKP Hükümeti yapıyor.
Muhtemel bir İran – İsrail (ABD) savaşında İsrail’i korusun diye Malatya’ya radar, Güneydoğu illerine Patriot füzeleri yerleştiriliyor.
Bir de pek bir kimsenin dile getirmediği bir husus var: 2006 yılında Lübnan’ın güneyine (İsrail’in kuzeyine) kuvvetli bir Türk istihkâm birliği gönderildi. Bu kuvvet halen Lübnan güneyinde bulunmaktadır ve görev süresi de her altı ayda bir TBMM’inde uzatılmaktadır. Hergün Güneydoğu’da mayına basan askerlerimizi şehit verirken mayın temizleme kabiliyeti olan bu istihkâm birliği Lübnan’dan sızıp İsrail’e saldıracak olan Hamas’a karşı İsrail’i korumaktadır.
Şimdi aklı ve izanı olan birisinin gelip de şu meşhur ‘’One minute’’ kayıkçı kavgasının ne olduğunu izah etmesi gerekir.
Dış siyaset zikzakları sevmez, güvenli bir dış siyaset doğrusal bir çizgi üzerinde gitmek ister. Bütün stratejisiler bunu böyle ifade ederler.
Ciddi bir devlet yönetiminde bir günce ‘’NATO’nun Libya’da ne işi var’’ diye kükrerken, bir gün sonra süt dökmüş kedi gibi Libya’ya karşı düzenlenen Haçlı Seferinde ABD’den sonra en büyük deniz ve hava gücü gönderilmez... Devlet adamlığında dün Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken, bugün Suriye’ye karşı düzenlenen Haçlı Seferinde maşa olarak kullanılmaz…
Derinlikli bir stratejide dün komşularla sıfır sorun diye yola çıkıp bugün bütün komşularla kanlı bıçaklı olunmaz…
Bütün bunlar tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatıyor: ''Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''
Floransalı siyasetçi ve yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılmış politika hakkında bilimsel bir inceleme olan ’’Prens’’ herkes tarafından bir daha ve daha dikkatli okunmalıdır diye değerlendiriyorum. (Prens, Niccolo Machiavelli, Can Yayınları, 2010)
Tabii ki öncelikle memleket dâhilinde iktidara sahip olanlar okumalı ki, yakın bir gelecekte Pers Kralı Darius karşısında Lidya Kralı Krezüs gibi ‘’Solon, Solooooon’’ diye feryat etmesinler…
Hükümetin nereye sefer yaptığını anlaması için en azından dışişleri bakanının ABD’li yazar Diana Johnstone'in “Ahmakların Seferi’’ isimli kitabını bir zahmet okuması gerekir…
Osman AYDOĞAN