Tarihi perspektif içerisinde ‘’ulus devlet’’ tartışması
20 Mart 2021
Okullarda 1933 yılından bu yana söylenen ‘’Öğrenci andı’’nın Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından 12 Mart 2021 tarihinde kaldırılması üzerine ‘’öğrenci andı’’, ‘’millet’’, ‘’milliyetçilik’’, ‘’ulus’’ ve ‘’ulus devlet’’ kavramları üzerine kamuoyunda hala bir tartıma yaşanıyor… Ben de bu tartışmaya iki yazımla katılmış ve ağırlıklı olarak ‘’ulus devlet’’ konusu üzerinde durmuştum… Araya Çanakkale Muharebeleri anma yazıları girince bu konudaki üçüncü yazımı da bugüne bırakmıştım…
Gerek yazılı basında ve gerekse de sosyal medyada yaşanan bu tartışma toplum olarak en büyük yanlışımızı yine gün ışığına çıkardı…
Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…
Bir hamaset öğretisi olarak tarih
Tarih konusu da böyle... Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz.
Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’, ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…
Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz… Hoş zaten nesiller de artık böyle yetişiyor ya… Neyse….
Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil… Hamaset ise çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır.
Eğer bir nesil, tarihi ile geçmişi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesi’’dir’’…
Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ İşte bugününe iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi giderler de düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…
İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ (Agora Kitaplığı, 2009) isimli güzel bir kitabı var. Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer (1788 – 1860) de Hobsbawm’ın tarih üzerine söylediğinin bir benzerini ‘’milli gurur’’ hakkında söyler:
‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’
''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' (Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, 2010, s. 360)
Schopenhauer’in bu sözünün orijinalini ve kaynağını özellikle verdim. Bu sözün tercümesi bana ait. Hassas da bir konu olduğu için çok iyi bir Almanca dil bilgime rağmen Almanya’da yaşayan arkadaşlarımdan yardım da aldım. Burada onlara teşekkür ediyorum…
Hobsbawm ve Schopenhauer, hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş. Şimdi anlıyorsunuz değil mi tarih ile zerre ilgisi olmayanların, tarihten zerre nasibini almamış olanların ‘’milli’’ diye oynadıkları Osmanlıcılık oyununun nedenini…
Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in bu sözlerinin alıntıladım çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün kastettiği ‘’milli gurur’’ ve ‘’milliyetçilik’’; Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in söylediği ve şimdiki hamasetçilerin ve sözde milliyetçilerin anladığı ve uyguladığı bir ‘’miili gurur’’ ve ırkı temele dayanan bir ‘’milliyetçilik’’ değildir…
Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’millet’’ ve ‘’milliyetçilik’’ tanımı
Atatürk’ün millet ve milliyetçilik tanımı oldukça basit ve nettir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Burada geçen ifade ‘’Türk halkı’’ değil, ‘’Türkiye halkı’’dır. Türkü ile Kürdü ile Lazı ile Abhazası ile Çerkezi ile Arnavutu ile Türkiye halkıdır…
Türkiye halkı; İstiklâl Harbi ve devrimlerle “Türk ulusal kimliği” altında buluşmuş ve birleşmiş ve “Türk milleti’ni, ‘’Türk ulusu’’nu oluşturmuştur. Bu buluşmada; ‘’ulus devlet’’ ve ‘’ulusal kimlik’’ kavramları, feodalizmin, etnikçi ve mezhepçi siyasetin karşısında var olmuştur…
‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının devlet kurarak aldığı addır. ‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının, farklı etnik grupların emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi vererek milletleşmesidir, uluslaşmasıdır.
Bu nedenle feodalizmin artığı kimlikleri ve ortaçağ kalıntısı aidiyetleri savunmak, kimlik siyasetini öne çıkarmak ve mezhepçi siyasetlere yol vermek refaha, huzura, çağdaşlığa ve bağımsızlığa değil ancak ve ancak emperyalizme hizmet eder.
‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının etnik kimliğinin üstünde bir “ulusal kimlik” kazanmasıdır. İşte bu nedenle “Türk milleti” kimliği etnik bir kimliğe değil; dil, kültür ve hedef birliğine dayanan siyasal bir kavramdır.
Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesi ise; kendi milletini üstün görüp diğer milletleri aşağılamaz, onları yok saymaz. Atatürk’ün; "Gerçi, bize ulusçu derler ama biz öyle ulusçularız ki bizimle işbirliği yapan tüm uluslara saygı gösteririz. Onların bütün ulusal gereklerini tanırız. Bizim ulusçuluğumuz, herhalde, bencil ve kendini beğenmiş bir ulusçuluk değildir’’ sözü bunun göstergesidir. ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesi bunun göstergesidir... Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesinde yurdun bütün evladı birdir: ‘’Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır.’’
Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesi sadece ve sadece ‘’milli iradeyi egemen kılmayı’’, ‘’milli bağımsızlığı’’ ve milletin refahı, huzuru ve mutluluğunu hedefler. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursak; milliyetçiliğin hukuki yönü bir yandan milli egemenliğe diğer yandan da milli bağımsızlığa bir diğer yandan da milletin huzuru, mutluluğu ve refahına dayanır.
Ancak bir hususu yeniden vurgulamam gerekiyor: 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi. Ulus devletler, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı ve ‘’milli irade’’ egemen kılınmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evirilebilirler… Yani ''parlamenter demokrasi'' ve ‘’milli iradenin egemenliği’’ ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur… ‘’Ulus devlet’’ ilkesine karşı olanların Türkiye Cumhuriyetine dönük eleştirilerinin kaynağı da ‘’ulus devlet’’ değil, ülkedeki demokrasi eksikliğidir. Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan ‘’demokrasi’’, kendisinden sonraki hükumetlerce geliştirilmemiş, Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmamıştır. Günümüzde ülke dünya demokrasi liginde yerlerde sürünmektedir.
Kavram tartışmasını bu noktada bırakıp, tarihe farklı bir perspektif içerisinden bakan benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçi Fernand Braudel’e yer vermek istiyorum…
Bir böğürtlen çalısı olarak döngüsel tarih
Fernand Braudel (1902– 1985) bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden birisidir. Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir. Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir… (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir…
Braudel’in bu görüşünü Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’
Braudel, ilgi alanı olan Akdeniz nedeniyle Osmanlı tarihine de büyük ilgi duyar…
Braudel, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi başına bir ekonomi-dünya oluşturduğunu yani siyasi ve coğrafi sahası içinde kendine yeterli bir ekonomik birim meydana getirdiğini söyler. Ancak Braudel’e göre bu yeterlilik Osmanlı ekonomisinin durgun kalmasına, uzun zaman dilimi içinde pek fazla değişim göstermemesine yol açar… Braudel’e göre "Osmanlı İmparatorluğu büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi"dir…
Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…
Braudel’in bu görüşleri; Halil İnalcık, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi Türk tarihçilerini de etkiler… Bu sayede ülkemizde geleneksel siyasi tarihten “ekonomik ve sosyal tarih”e geçiş Ömer Lülfi Barkan’la başlar, Halil İnalcık’la devam eder... İşte tam da bu nedenle Halil İnalcık, Braudel gibi düşünerek, “Osmanlı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme geçişini anlayamadı” diye yazar. (Merkantilizm yani ticaret devrimi, sermaye birikimi...) Çünkü Braudel, daha 1700’lü yıllarda İngiltere’de “Artık hiç kimse kasalarda para tutmamakta, cimriler bile varlığını (piyasada) dolaştırmakta” diye yazar. (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996)
Braudel’in girişte bahsettiğim kitabı ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ vefatından ancak on üç yıl sonra yayınlanır. Braudel kitabında Akdenizi, dağları anlatırken, deniz kıyısında yaşayanlarla dağlarda yaşayanlar arasında bitmeyen tarihi kavgayı da anlatır. Braudel, bu kitabında bitmeyen bu kavgayı şu şekilde tarif eder:
“Dağlıların baskınları, tüm çağlarda, tüm deniz kıyısı bölgelerinde sıradanlaşmış bir dramdır. Hayat, meşe palamudu veya kestane yiyen, yaban hayvanı avlayan, post, deri, sığır veya koyun satan, her an ayağını kaldırıp göç düzmeye hazır bekleyen yukarı ülke insanlarıyla; toprağa bağlanmış, bazıları kullaşmış, diğerleri üstünleşmiş, topraklara, kumanda mevkilerine, ordulara, şehirlere, denizleri dolaşan gemilere hükmeden aşağı ülke insanlarını tekdüze bir biçimde karşı karşıya getirir hep... Kanaatkâr yüksekliklerin karı ve soğuğuyla portakal ağaçlarının ve uygarlıkların çiçeğe durduğu alçak diyarlar arasındaki bu diyalog günümüzde bile tamamen sona ermemiştir.” (s.25)
Günümüzde de bu ayrışmanın izdüşümünü görmüyor muyuz? Bakın Akdeniz’e, Ege kıyılarına sonra da İç Anadolu ve Doğu Anadolu’ya… Braudel’i anlamak için bu coğrafyadaki siyasi tabloyu Korona tablosu gibi bir renklendirin isterseniz…
Bir devlet nasıl yıkılır?
Yine Braudel’in bu görüşüne dönmek üzere bir devlet nasıl yıkılır? Kısaca iki düşünürün görüşlerine yer vermek istiyorum.
İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde (Dergâh Yayınları, 2013) şöyle bir tez ortaya atardı:
''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş ‘’medeni’’ unsurlar yönetir, onun dışındaki ‘’bedevi’’ unsurlar devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''
İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine ve Braudel’in tezi gibi döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.
Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler ve duygularının peşinde sürüklenmişlerdi.
Şimdi tekrar dönelim Braudel’e… İbn-i Haldun’un tezindeki ‘’medeni’’ ve ‘’bedevi’’ çatışması ile Braudel’in ileri sürdüğü ''deniz kıyısında yaşayan unsurlar‘’ ve ''dağda yaşayan unsurlar'' çatışması arasında bir paralellik kurun…
Sonra da başa dönün ‘’öğrenci andı’’ ile başlayıp ‘’millet’’, ‘’milliyetçilik‘’ ve ‘’ulus devlet’’ hakkındaki tartışmaları Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in, Braudel’in, İbn-i Haldun’un ve Hobbes’in görüşleri çerçevesinde bu tartışmaları yeniden değerlendirin…
Hatırlarsanız daha yeni yazmıştım Cicero’yu… Cicero, Türkçeye ‘’İhtiyarlık’’ olarak çevrilen ‘’Cato Maior de Senectute’’ isimli kitabında bir yerde bir şairin ağzından (Ennius) Cato’yu şöyle konuştururdu Cicero: "Şimdiye dek başınızda olan aklınız nereye gitti de çılgınlar gibi yolunuzu şaşırdınız?"
Ve Cicero kitabında Cato'yu konuşturmaya şöyle devam ederdi: ''Şair Naevius'un Ludus'unda şöyle bir sual sorulur: 'Baksanıza, nasıl oldu da o koca devleti öyle yıkı verdiniz?' Verilen türlü cevaplar arasında başlıcası şuydu: ‘Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler ve duygularının peşinde sürüklenmişlerdi.' ''
Demem o ki ‘’öğrenci andı’’ ve bundan yola çıkılarak yapılan ‘’ulus devlet’’ tartışması sıradan bir tartışma değildir. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmuyor...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN