Afganistan (1): İmparatorluklar mezarı
16 Temmuz 2021
Madem gündemde Afganistan var, Türkiye’nin ABD’den Afganistan’da görev alma talebi var… Ben de Afganistan’ı gündemime almasam olmaz… Tekrardan verdiğim Almanya ile ilgili yazı serime ara vererek Afganistan’ı anlatacağım. Ancak Afganistan ile ilgili bu yazımı dört bölüm halinde sunacağım.
Bu ilk bölümde anlatacağım Afganistan için kısa bir giriş yapacağım… İkinci bölümde; tarihi geçmişiyle günümüze kadar olan Afganistan’ı, üçüncü bölümde; ‘’Büyük Oyun’’ (The Great Game) tanımlamasını, dördüncü ve son bölümde ise Şehriyar’ın gözlemiyle sosyal ve politik dokusuyla tekrar Afganistan’ı anlatacağım…
İmparatorluklar mezarı
Afganistan hakkında yazan bütün tarihçiler Afganistan’ı bir ‘’imparatorluklar mezarı’’ olarak tanımlıyor… Tarihi süreç içerisinde Afganistan’dan İskender geçiyor, Afganistan’dan Cengiz Han geçiyor, Afganistan’dan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçiyor, son olarak da Afganistan’dan günümüzüm Amerikan İmparatorluğu geçiyor… Onların hepsi Afganistan’da sözde galipler olarak bulunuyor… Ancak hepsi de Afganistan’da boylarının ölçülerini alıp gidiyor… Bunun nedeni olarak; işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması olarak gösterilmiyor. Bunun nedeni, sadece ve sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan bir coğrafyaya sahip olması olarak biliniyor…
Örneğin 06 Ocak 1842 tarihinde Kabil ile Celâlâbâd arasındaki Gandarmak geçidinde İngilizler Afganlar karşısında tarihlerinin en büyük mağlubiyetlerini alıyor… Gandarmak geçidinde İngiliz İmparatorluk ordusunun 18.500 askeri ilkel silahlara sahip Afgan kabilelerince yok ediliyor… Bu imhadan sadece bir İngiliz askeri kurtuluyor… Bu mağlubiyetin anısına, İngilizlerin 1907 Nobel Edebiyat Ödüllü imparatorluk şairi ve yazarı Rudyard Kipling ‘’ The Young British Soldier’’ (Genç İngiliz Askeri) adlı uzun bir şiir yazıyor. Bu şiirin son kıtası şu şekilde bitiyor:
''When you're wounded and left on Afghanistan's plains,
And the women come out to cut up what remains,
Jest roll to your rifle and blow out your brains
An' go to your Gawd like a soldier.
Go, go, go like a soldier,
Go, go, go like a soldier,
Go, go, go like a soldier,
So-oldier of the Queen!''
(Yaralanıp da Afgan ovasında kaldığında
Kadınlar kesmek için bıçaklarıyla geldiğinde
Tüfeğini al ve beynini patlat
Tanrına bir asker gibi git … Kraliçenin askeri'...''
Afganistan'ın merkezinden başlayıp Pakistan'ın kuzeyi boyunca Pamir'den Kuhibaba'ya kadar uzanan ve yükseklikleri 6.000 ile 7.500 metre arasında değişen, 800 km uzunluğundaki dağ silsilesine Farsça ‘’Hintli öldüren dağlar’’ anlamına gelen ‘’Hindikuş Dağları’’, burada öldürülen İngiliz emrindeki Hintlileri anlatıyor…
Simla Manifestosu ve Auckland’ın Budalalığı
1815 Viyana Kongrenden sonra Avrupa’da bir statüko oluşturuluyor. Bu statüko gereği Avrupa’da hayat sahası bulamayan Rusya gözünü iki yere dikiyor. Bunlar; birincisi Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları diğeri de Orta Asya toprakları oluyor. Bu maksatla Ruslar bir yandan Balkanlar ve Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da Afganistan sınırına doğru yaklaşıyor.
İngilizler de Afganistan’a yaklaşan Rusya’nın Hindistan’ı işgal edeceğinden korkuyor. Bu maksatla da Afganistan’ı elde tutarak Hindistan’ı Ruslara karşı korumak istiyor… 1836-1842 yılları arasında Hindistan'ın genel valisi olan Lord Auckland, Ekim 1838 tarihinde ‘’Simla Manifestosu’’ olarak bilinen bir manifesto yayınlıyor. Bu manifesto; İngilizlerin Hindistan'ı güvence altına almak maksadıyla Afganistan'a müdahalesi için gerekli nedenleri ortaya koyuyor… İngilizler bu maksatla 1838-42, 1878-80 ve 1919 yıllarında Afganlılarla üç kez savaşıyor… Tabi bu düşüncenin sonu hüsran olunca da bu manifesto “Auckland’ın Budalalığı” olarak tarihe geçiyor...
Büyük Oyun
İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin 6. Bengal Hafif Süvari Birliği'nin bir istihbarat subayı olan Yüzbaşı Arthur Conolly (1807-1842), Haziran 1842 tarihinde kafasını Buhara Emiri’nin cellatlarına kaptırıyor. Yüzbaşı Arthur Conolly, bir arkadaşına yazdığı mektupta Afganistan için ‘’Büyük Oyun’’ (The Great Game) nitelemesini kullanıyor… Yüzbaşı Arthur Conolly’nin hayatı 1901 yılında imparatorluk şairi ve yazarı Rudyard Kipling tarafından ‘’Kim’’ (Nesin Yayınevi, 2013) adıyla romanlaştırılıyor. Rudyard Kipling, Arthur Conolly’nin mektubunda kullandığı ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesini işte bu ‘’Kim’’ adlı eserinde kullanmak suretiyle jeopolitik bir kavram olarak dünya siyaset tarihine hediye ediyor.
O günlerden bu yana, ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesi, Orta Asya’ya doğru genişleyen Rus Çarlığıyla, sömürgeleri olan Hindistan’ı korumaya çalışan İngilizlerin aralarında, bugünkü; Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan toprakları üzerinde Çin ve İran’ı da kapsayacak biçimde yaşanan rekabeti anlatmak için kullanılıyor…
Bu ‘’Büyük Oyun’’a katılan şahların, vezirlerin ve fillerin hepsine Afganistan hep mezar oluyor…
Bu büyük oyuna Osmanlı da katılmak istiyor. Osmanlı 1877 yılında Kabil’e bir heyet gönderiyor. Osmanlı, o sırada devam eden 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi dolayısıyla Afgan Emiri Şir Ali’den yardım talep ediyor. Ancak Afgan Emiri Şir Ali, uzun bir süre Osmanlı heyetini Kabil’de beklettikten sonra bu talebi reddediyor… Aynı denemeyi Birinci Dünya Harbi’nde İttihatçılar da yapıyor… İttihatçılar, Afganistan’dan yapacakları saldırılarla İngilizlerle Rusları yıpratma hayalleri içerisinde beyhude, ümitsiz girişimlerde bulunuyor… Ancak Osmanlının artık böyle bir oyunu oynayacak kapasiteleri bulunmuyor… Enver Paşa gibi gücünün sınırlarını kestiremeyenler de oralarda kaybolup, yitip gidiyor…
Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.
Bu büyük oyun sahası aslında İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov’un şu sözünü doğrulayan bir deney sahası haline geliyor: ‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Bu büyük oyun sahasında; İskender’den Cengiz Han’a, İngiliz ve Rus imparatorluklarından günümüz Amerikan imparatorluklarına kadar imparatorluklar ‘’savaş’’ adı altında yerli Afgan halkına ‘’terör’’ icra eylerken, yerli Afgan halkı da onlara karşı, istilacıların ‘’terör’’ diye tanımladıkları kendi savaşlarını veriyor…
Ve bu büyük oyun sahasındaki her mücadele aynı zamanda, sanat eleştirmeni, senaryo ve belgesel yazarı ve romancı John Berger’in şu tespitini de doğruluyor: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’ Gerçekten de Berger’in söylediği gibi bu büyük oyun sahasında galiplerin devri her zaman için kısa, mağlupların devri ise anlatılamayacak kadar uzun oluyor...
Günümüz
Tarihte Ruslar; Afganistan’a hayat sahası için, İngilizler; Hindistan’ı korumak için, ABD, ‘’Yeşil kuşak’’ projesi çerçevesinde Rusları ve son olarak yine ABD, 2001 yılında radikal İslam’ı sınırlamak için Afganistan’a giriyor. Türkiye, 2003 yılından beri 1840 askeriyle NATO şemsiyesi altında ISAF’a katkı sağlıyor. Ancak Türkiye, Afganistan’da muharip bir görev üstlenmiyor…
ABD de, hep tarihte diğer imparatorlukların da yaptığı gibi, geride, yüzlerce milyar dolarlık harcama, binlerce ABD askeri ölüsü ve yüzbinlerce katlettikleri Afgan halkı bırakarak, işgalinden 20 yıl sonra Afganistan’ı terk ediyor.
ABD işgalinden sonra Türkiye’yi yönetenler Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmek istiyor. Taliban ise Türkiye'nin bu yönünde attığı adımları "menfur" olarak nitelendiriyor.
Türkiye’yi yönetenlerin, ABD işgalinden sonra Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmekten neyi murad eyledikleri ise hiç mi hiç anlaşılmıyor…
Bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oyun oynamak gerçek bir devlet gücü ve devlet kapasitesi gerektiriyor. Böylesi bir kapasitesi olanlara bile bu büyük oyun sahası mezarlığa dönüşüyor. Türkiye’yi yönetenlerin; ülkenin doğası, güç ve kapasitesi, ekonomisi, dış ilişkileri ve Suriye ve Libya’daki durumu ortadayken bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oynama istekleri insanı ürkütüyor…
Çünkü tarihin çöplüğü, ulusunun güç ve doğasıyla tamamen çelişen güvenlik politikası kurgulayan, hırsları ülke kapasitelerinin çok çok üstünde olan liderlerin kendileri ile beraber ülkelerini de harcadıklarının örnekleriyle dolu bulunuyor…
Dilerim Tanrı'dan ki “Auckland’ın Budalalığı” bir başka isimle tarihteki yerini almaz...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN