Orta Vadeli Program
08 Eylül 2021
Orta Vadeli Program nedir?
Türkiye ekonomisinin üç yıllık yol haritası niteliğindeki ‘’Orta Vadeli Program’’ (OVP) ilk olarak 31 Mayıs 2005 yılında ‘’Orta Vadeli Program 2006-2008’’ olarak Resmî Gazete’de yayımlanıyor. OVP’lardaki tahminler asla ve asla tutmadığı için hemen hemen her yıl revize edilerek yine üçer yıllık olarak yayımlanıyor. OVP, 2017 yılına kadar Bakanlar Kurulunca hazırlarken 2017’den sonra Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanıyor ve bu OVP, bütçe hazırlama sürecini başlatıyor.
OVP’da; büyüme hızından, işsizliğe, oradan enflasyona, cari açığa, cari açığın gayrisafi milli hasılaya oranına, dolar cinsinden gayrisafi milli hasılanın miktarına, dolar cinsinden kişi başına düşen milli gelire, ihracat ve ithalat hedeflerine, dış ticaret açığına, kamu maliyesinden bütçe açığına, iç borçlanmadan altın ve döviz cinsinden dış borçlanmaya, istihdamdan yeşil dönüşüme kadar bir yığın rakamlar telaffuz ediliyor.
Orta Vadeli Program 2022-2024
Ve son olarak 05 Eylül 2021 Pazar günü 2022-2024 dönemini kapsayan Orta Vadeli Program (OVP) Resmî Gazete’de yayımlanıyor.
05 Eylül 2021 Pazar günüden beri yazılı ve görsel basında, sosyal medyada bu OVP tartışılıyor ve çoğu yorumcular bu programa müspet veya menfi derin anlamlar yükleyerek anlamaya ve anlatmaya çalışıyorlar. Aslında bu OVP’lara hiç de derin anlamlar yüklememek gerekiyor. Çünkü bu OVP’lar bir ekonomik program, bir yatırım ve üretim programı olmuyor. Bu OVP’lar basitin de basiti temenniler içeren basit bir finans politikası oluyor.
Bu OVP’ler bana bir fıkrayı anımsatıyor
Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan da büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Müzakereyi Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklerdir. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz’i seçerler.
Ancak Moiz’in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa da kabul eder.
Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar.
Papa ve Moiz bir süre karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.
Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.
Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkarır. Moiz de çantasından bir elma çıkartır.
Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: “Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler” der.
Müzakere sonrasında Papa’nın etrafına toplanan kardinaller Papa’ya ne olduğunu sorduklarında Papa:
‘’Ben önce üç parmağımı gösterip kutsal üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı’yı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek Tanrı’nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek Tanrı’nın onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı’nın bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?’’
Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz’in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:
‘’Önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.’’
‘’Sonra ne oldu?’’ diye kalabalık heyecanla sorar. Moiz:
‘’Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!…’’
Fıkra bu kadar.
Yeni Orta Vadeli Programa yazılı ve görsel medyada fıkrada Papa’nın yaptığı gibi derin derin anlamlar yükleniyor. Aslında konu hiç de o kadar derin değil, Moiz’in anlattığı kadar basittir.
Türkiye’de AKP’nin hüküm sürdüğü 2002-2020 yılları arası toplam 18 yılda;
Ülkeye 164 milyar dolar doğrudan yabancı yatırım giriyor. Ancak bu yabancı yatırımcıların çok azı üretim sektörüne giriyor.
Yabancı yatırımcılar bu 18 yıllık dönemde en büyük yatırım kalemi olarak 54,2 milyar dolarlık yatırımı ile finans ve sigorta sektörüne yapıyor. Yabancı yatırımcılar tarafından bu dönemde; enerji sektörüne 18,1 milyar dolar, bilişim ve iletişim sektörüne 14,4 milyar dolar, toptan ve perakende ticarete 11,1 milyar dolar, gıda sektörüne 9,3 milyar dolar ve madencilik sektörüne da 3,5 milyar dolarlık yatırım yapılıyor.
Böylece söz konusu dönemde toplam yabancı yatırımların yüzde 33'ü finans sektörüne, yüzde 11'i enerji alanına, yüzde 9'u bilişim ve iletişim sektörüne, yüzde 7'si toptan ve perakende ticaret ve yüzde 6'sı gıda sektörüne yapılıyor. Yani yabancı sermaye de üretim sektörüne girmiyor, üretim sektörüne gelmiyor.
Bu dönemde ayrıca 72 milyar dolarlık ülke varlıkları satılıyor, 104.4 milyar dolar dış borç alınıyor, 1 trilyon 152 milyar TL iç borç alınıyor. Bu dönemde toplamda 6 trilyon 841 milyar TL tutarında vergi geliri elde ediliyor. Ayrıca Merkez Bankasının buharlaşan 128 milyar doları bulunuyor. Bütün bunlar taşa toprağa gömülüyor, itibara, ihtişama, lükse, tüketime, AVM’lere harcanıyor! Hiçbirisi üretime harcanmıyor.
Türkiye’nin en büyük sorunu üretimsizliktir, üretimsizlikten kaynaklanan cari açıktır. 1950 yılından beri ülke bu sorunla boğuşuyor. Finans politikaları, gelişmiş ülke ekonomilerinde sorun çözebiliyor ancak üretim sorununu çözemeyen ülkelerde finans politikaları o ülkeyi iflasa sürüklüyor.
Zaten ülkede bir üretim sorunu varken 2002 yılından sonra da özelleştirme adı altında hemen hemen bütün üretim alanları kapatılıyor. Toprak sahibine üretmesin diye para veriliyor. Bugün için Türkiye'nin arpadan samana, ayçiçeğinden nohuta, soğana sarımsağa kadar ithal etmediği tarım ürünü bulunmuyor.
Ayrıca ülke kaynaklarını kurutan ve adeta bir kapitülasyon olan Kamu Özel Ortaklığı finansal modeliyle yapılan şehir hastaneleri, havaalanları, otoyollar, köprüler ve tüneller de üretmeden ülkeden ciddi miktarda döviz çıkmasına, kaynak kaybına sebep oluyor.
AKP, 2008 yılına kadar kendinden önceki hükümetin aldığı tedbirlerin mirasını yiyor. AKP hükumetleri zamanında Türkiye’de cari açığın bir kısmı 2008-2014, 2014-2018, 2018-2020 yılları arasında bir şekilde finanse ediliyor. Bu tarihlerin ne anlama geldiğini ne şekilde bu açığın finanse edildiğini bilenler bunu çok iyi biliyor. Bu dönemlerde aylık olarak yayımlanan dış ticaret verilerindeki ‘’Net Hata Noksan Kalemi’’ olarak ülkeye giren dövizin kaynağını bilen biliyor.
Ancak artık kuyunun suyu tükeniyor. Cari açığın bir şekilde kapanma yolları kalmıyor. Deniz bitiyor. Gemi çok sert bir şekilde karaya oturuyor.
Sonuç
Bu programı fıkradaki Papa gibi gizemli bir şekilde değil de Moiz gibi basitçe yorumlamak gerekiyor. Bu program bir yatırım ve üretim programı olmuyor. Bu program basitin de basiti temenniler içeren basit bir finans politikası oluyor. Bu program dibi delik kovaya su doldurmaya benziyor. Bu noktadan sonra ülkeyi hiperenflasyon ve stagflasyon tehlikesi bekliyor. Bu program halkın aşına, ekmeğine, kuru soğanına göz koyuyor. Geriye sadece ve sadece hiperenflasyon nedeniyle halkı soyarak yoksullaştırmak ve halktan vergi almak kalıyor.
Bunları da arz etmek naçizane bana düşüyor.
Osman AYDOĞAN