• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi16
Bugün Toplam1448
Toplam Ziyaret3203772

Ruhlarımız Geride Kalıyor


Ruhlarımız Geride Kalıyor


18 Şubat 2016


İtalyan sineması denilince ilk akla gelen İtalyan film yönetmeni Michelangelo Antonioni'nin 1995 yapımı "Par-delà les Nuages" (Bulutların Ötesinde) adlı bir filmi var. Michelangelo Antonioni İtalya'ya ve Fransa'yı gezer. Oralarda dört aşk hikâyesine tanık olur, bir araya getirerek film yapar. Hikâyelerin ortak noktası merkezlerinde bir kadının olmasıdır.

Michelangelo Antonioni filmi çekerken yaşlı ve felçli birisi olarak tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğundan film çekiminde kendisine Alman film yönetmeni, oyun yazarı, fotoğraf sanatçısı ve yapımcı Wim Wenders yardımcı olur.  

Bu film 1995 yılında Venice Film Festivali'nde Michelangelo Antonioni ve Wim Wenders'e ‘’Fipresci Ödülü’’ (*)nü kazandırır.

Filmdeki her bir öykü aslında müthiş görüntüler eşliğinde aşka ve hüzne dair yazılmış bir şiir gibidir. Derinliğine bakılmazsa film sıkıcı da gelebilir.

Bu filmde geçen diyaloglardan birkaç alıntı:

"Garip... İnsan hep birilerinin hayalinde yaşamak ister."

"Hiçbir şey tesadüf değildir."

"Şimdi gözler moda. Gerçek konuşmalar içimizde kalmış."

"Şimdi senin sessizliğinin esiriyim."

"Geride bırakılan şeyler daima vardır. Kahvenin telvesi gibi."

Ve filmin sonunda Antonioni der ki:

"We shroud reality in so many layers of interpretation that the truth will never be seen." (Gercegi o kadar çok yorum katmanında saklarız ki, gerçek hiç bir zaman görünmez.)

İşte bu filmde hoş bir sahne ve hoş bir hikâye vardır. Genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikâyeyi anlatıyor:

''Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.

Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış: 'Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.' ''

Filmde anlatılan hikâye bu kadar. Filmde anlatılan bu hikâyenin vermek istediği mesajı bir başka şekilde anlatan bizden anonim bir hikâye bulunuyor:

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar… Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği.

Diyordum ki içimden “Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..” Nitekim çok geçmeden dedi ki: “Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!’’ “Ne molası?’’, dedim ona hayretle. ‘’Ben daha terlemedim!..” Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini “Sen de dinlen hadi” dedi.

Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.

Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında… “Yükünü indirip sen de dinlen” demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım.

Sonra yine durdu. Bana da “dinlenmemi” söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra “dinlenelim mi” diye sordu, aksi aksi başımı salladım.

Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birdenbire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı.

Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım. Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; ”Hadi kalk!’’, dedi. ‘’Bana yaslan! Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.”

Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana: “Ben yılların hamalıyım’’ dedi. ‘’Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda. Halbuki bir yükü taşımak bizim işimiz, altında ezilmek değil! Unutma ki bir yük, taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma. Akşamları bırak ve hafifle. Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.’’

Bizdeki hikâye de bu kadar…

Modern şehir hayatının ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan biri bu; "hızla ve sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru hiç dinlenmeden çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak. Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek. Artık kimse güneşin doğuşunu veya batışını, bulutların hareketini, gökyüzünü, yıldızları izlemiyor, bir böceğin vızıltısını, bir ağacın hışırtısını, bir rüzgârın uğutusunu dinlemiyor. Ama bu koşturmaya mola verip kendisini de dinlemiyor.

Montaigne, denemelerinde şöyle derdi: ‘’Herkes önüne bakar, ben içime bakarım; benim işim yalnız kendimledir. Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım, kendimi tadarım… Bir şey öğretmem, sadece anlatırım…’’

Yeter artık değil mi? Çok hızlı gidiyoruz! Biraz durup, mola vermeli hem bedenimizi dinlendirmeli hem de orada ruhlarımızı beklemeli, her günün bitiminde yatağa uzanıp Montaigne gibi kendi içimize doğru bakmalıyız. Güneşin doğuşunu ve batışını, gökyüzünü, bulutları, yıldızları izlemeli, böceklerin vızıltılarını, ağaçların hışırtılarını ve rüzgârın uğultusunu dinlemeliyiz. Huzur, gerçek ve bütünlük oradadır…

Osman AYDOĞAN

(*) Fipresci (veya Fipresci Ödülü), uluslararası bir sinema yazarları örgütü ve bu örgütün dağıttığı ödülün adıdır. Açılımı Fransızca ''Fíédíération Internationale de la Presse Ciníématographique'' şeklinde olan bu örgütün (ödülün) İngilizce adı ise ''International Federation of Film Critics'' 'tir. Türkçe'ye ''Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu'' (Ödülü) olarak çevrilebilir. 

 


Yorumlar - Yorum Yaz