Ve hâlâ öğrenmem gerekenler!...
12 Temmuz 2021
Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdi Şirâzî ''Bostan'' isimli eserinde kendine hitaben şöyle söylerdi: “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti.” (Elâ ey ki omert be heftad reft, meğer hofte budi ki berbad reft) Şeyh Sâdî Şirâzî, ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” diyordu.
Ve bu sözler de beni geçip giden ömür konusunda düşüncelere sevk etti... Edebiyat dünyasında şöyle bir tur atayım istdim:
Otuz Beş Yaş
Cahit Sıtkı Tarancı’nın güzel bir şiiriydi ‘‘Otuz Beş Yaş'' şiiri... Şiir şöyle başlardı:
‘’Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’’
Burada geçen "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinde yer alan ‘’Dante’’ ismi için Cahit Sıtkı; Hristiyanlığa göre insan ömrü 70 yıl olduğundan, 35 yaşındayken yazdığı, ‘’İlahi Komedya’’nın ‘’Cehennem’' bölümünün ilk dizesine "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum" diye yazan Dante Alighieri'nin isminden esinlenir…
‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’nde hayatın anlamı anlatılır ve şiir; yaşarken fark edilmeyen, algılanamayan gerçekleri söyler; iş işten geçtikten, sert taşta yaralandıktan, suda boğulduktan ve ateşte yandıktan sonra:
‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.’’
Cahit Sıtkı bu öğrenmeyi otuz beş yaşında yaşıyor.. (Kaderin cilvesidir herhalde, 46 yaşında da vefat ediyor.)
Görünüş ve Zaman
Özdemir Asaf da ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli şiirinde farklı bir hayıflanmayı yaşar:
‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu.
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’
52 Yıl
Celal Sahir Erozan da benzer hayıflanmayı yaşar ''52 Yıl'' isimli şiirinde:
''Hala yaşım genç ama, vücudum ölgün gibi;
Bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi!
İçimde hayata küskün, dış yüzüm düğün gibi;
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi! ...
Doğmayan hülyaların saçlarını taradım,
Ezop gibi fenerle gündüz insan aradım
Ne kendime yar oldum, ne kimseye yaradım,
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi...''
Konfüçyüs (Seçmeler)
Konfüçyüs de benzer süreci anlatıyor:
“On beş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...
Otuzumda duruşumu belirledim...
Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...
Elli yaşımda gökyüzü katını anladım...
Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...
Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”
Ve benim ömrüm!…
Bu kısa edebiyat turu ve Sâdî Şirâzî’nin, girişte bahsettiğim ‘’Bostan’’ adlı eserinde kendine hitaben söylediği; “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti” ve ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” sözleri bir film şeridi gibi benim de ömrümü gözler önüne serdi…
Cahit Sıtkı’nın söylediği gibi; ateşin yaktığını, suyun boğduğunu, taşın sert olduğunu daha ilkokul yıllarında öğretmişlerdi bize (!) de ama asıl başka şeyleri hâlâ öğrenmek gerektiğini öğrendim…
Özdemir Asaf’ın söylediği gibi; benim de çocukluğumda her şey büyük, gençliğimde her şey önemli görünüyordu. Şimdi yaşlı sayılmasam da her şey gülünç görünüyor bana.
Celal Sahir Erozan'ın ''52 Yıl'' isimli şiirinde olduğu gibi bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi, her yılım bir gün gibi geçti, yaşım gibi!...
Konfüçyüs gibi yetmiş yaşına gelemesem de yaşım ilerleyince çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrenmem gerektiğini öğrendim.
Ve hâlâ öğrenmem gerekenler!...
Şeyh Şâdi-i Şirazi gibi yetmiş yaşını beklemeden seslendim kendime; “Ey ömrü yetmişlere varan, uyuyor mu idin ki uyan!’’
Düşüncelere dair:
* İnsanın yaşadığı dışsal gerçeklik, aslında kendi içsel psikolojisinin somutlaşmış haliymiş...
* İnsanlar, gördükleri dünyayı tanımlamazlarmış, tanımladıkları dünyayı görürlermiş...
* Evrende her şey iki kez yaşanırmış, önce zihinde yaşanır, sonra gerçekleşirmiş...
* Zihinde yaşanmayan hiçbir şey gerçekleşmezmiş...
* Düşünceler insanın evrene saldığı manyetik frekanslarmış...
* İnsanoğlu evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içinde yaşarmış...
* İnsan beyni anda yedi trilyon frekans yayarmış, bu frekanslar da kendisiyle eşdeğer frekanslarla rezonansa girermiş, dolayısıyla insan ne düşünürse etrafında o düşünceden halkalar oluşurmuş...
* Düşünceler insanın evrene ektiği tohumlarmış, zamanla filizlenip karşılarına gerçek olarak çıkarlarmış...
* Düşünülebilir olan olanaklıymış… (Ludwig Wittgenstein)
* İnsan gözlerden ibaretmiş, geri kalan et ve kemikmiş, gül düşünürmüş gülistan olurmuş, diken düşünür dikenlik olurmuş... (Mevlânâ)
Kelimelere dair:
* Evrende her şey bir algılama üzerine inşa edilirmiş...
* Gerçek; bellek ve algıdan ibaretmiş...
* Kafasını geçmişin acı ve kötü hatıralarına sürekli takan insanlar gelecekte de aynı acı ve kötü olayları yaşamak için dua etmiş olurlarmış...
* Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşitmiş, insanoğlu bilseymiş kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklının ucundan bile geçirmezmiş... (Yunan atasözü)
* Kelimeler doğanın titreşimiymiş, güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratırmış... (Japon atasözü)
* İnsan tenini besleyip geliştirmeye bakmamalıymış, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbanmış, insan gönlünü beslemeye bakmalıymış, çünkü yücelere gidecek, şereflenecek oymuş... (Mevlânâ)
* İnsanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemliymiş, hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurmuş, kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanıverirmişiz...
* Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir söz ibadethanede verilen vaazdan ve ibadetten daha değerliymiş... (Cibran)
Davranışlara dair;
* Yaklaşmadığım her şeyin benden uzaklaşırmış…
* Ötekileştirdiğim her şey önce bana yabancılaşır, sonra da düşman olurmuş..
* Nerede ve kiminle olduğum önemli değilmiş, ''nasıl'' olduğum, kendimi ''nasıl hissettiğim'' önemli imiş…
* Bu dünyada iyi olmak herkesin iyiliğini istemekle mümkünmüş…
* Sevmek ve tutkuyla bağlanmak, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdemmiş…
* Hayatta haklı olmak değil, haklı kalabilmek önemliymiş…
* Yeryüzünde hiçbir şey başkasının hakkından daha kutsal değilmiş... (Kant)
* Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlışmış...
* Yaşamımızdaki en zarif güzellikler görülmeyen ve duyulmayanlarmış…
* Fırtınalar çiçekleri mahvedebilirmiş, fakat tohumlara zarar veremezmiş...
* Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değermiş... (Cibran)
* İnsan her koşulda yaşayıp çalışabilir, kendi karakteriyle kendi yaşam çizgisini çizebilirmiş...
* Kazanmak değilmiş, yetinmekmiş önemli olan…
* İyi ile iyi, kötü ile o iyi olana kadar iyi olmak gerekirmiş... (Lao Tzu)
* İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretirmiş... (Laı Tzu)
* İnsana asıl zarar veren, zehirli yılanın sokması değilmiş, zehri kalbe taşıyan o yılanın peşine düşmekmiş... (Budha)
Kadere dair:
* Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyarmış. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder, ektiğini biçermiş. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmazmış. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz, önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilirmiş... (Epiktetos)
Hayata dair:
* Aslında yaşadığım her zorluk ve kendime düşman bildiğim her şey, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçasıymış...
* Kant’ın söylediği gibi; dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değilmiş...
* Haksızlık yapmak haksızlığa uğramaktan daha acıymış... (Sokrates)
* Bir insanın yüreğindeki merhamet, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlıymış... (Cibran)
* Istırap, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemizmiş… (Budha)
* Bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktaymışız, bildiğimiz hiçbir şey yokmuş, bildiğimizi sandığımız sadece olaylarmış, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuşmuş… (Kant)
Mutluluğa dair:
* En büyük mutluluk nedensiz mutlulukmuş…
* En mutlu insan sevilen değil seven insanmış...
* En büyük insan kendisiyle ve çevresiyle barışık insanmış…
* En bedbaht insan başkasında kusur bulan insanmış…
* En güzel insan başkalarında güzellikler gören insanmış...
* En zengin insan hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insanmış…
* En mükemmel insan kendisini değerli hisseden insanmış…
Aşka dair:
* İhmal, şiddetten daha tahripkârmış…
* Aşk asla eceliyle ölmezmiş. Aşk; bıçak gibi kesilerek ölmezmiş. Aşk; bir tohum ekip de filizlenmesini bekler gibi olumsuzlukları ekilerek ölürmüş. Aşk; kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölürmüş. Aşk; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölürmüş. Aşk; hastalanarak ve yaralanarak ölürmüş; yorularak, solarak, matlaşarak ölürmüş... (Anais Nin)
Vatana dair:
* Vatan, uğruna ölen varsa değil, içinde yaşamaktan mutlu olunan yermiş…
* Bayrağımızın rengi kan rengi değil de, keşke gelincik kırmızısı olsaymış…
* Asıl övünülecek olanın bu topraklardan şüheda fışkırması değil, sadece herkese yetecek kadar hasat fışkırmasını sağlamakmış...
* Şühedayı övenler hep konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde yaşarlarmış ve hiç şehit olmazlarmış... Şehitler ise konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde değil kırık dökük evlerde yaşarlarmış...
* Keşke her Türk asker değil de tüccar doğsaymış…
* Önemli olan bir dava uğruna seve seve can vermek değil, önemli olan bu dava uğruna seve seve yaşamakmış… (Salinger)
* Düşünce ufku geniş olup edebiyat, felsefe, sosyoloji, hukuk, tarih eğitimi alanlar İslam’ı daha iyi özümsüyorlar, yüceltiyorlarmış… İslam’a en büyük zararı da din adına konuşup bu nitelikleri olmayanlar veriyormuş…
Ve bütün bunları bana öğretmek için üstümdeki açık gökyüzü, yüce dağlar ve Şehriyar çooook ama çok çabalamışlardı da ben tembel bir öğrenci olarak bir türlü öğrenememiştim… Hele hele bu öğrenme konusunda Şehriyar’dan ben ne fırçalar yemiştim ne fırçalar… .
Keşke bunları öğrenebilseydim!...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN